Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Medya taraf, pkk, ahmet altan, yıldıray oğur, kurtuluş tayiz, melih altınok, gürbüz özaltınlı, tunceli, polise saldırı, halı saha, şehit, bdp, kck

        Daha çok Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturma konusu olan olaylarla TSK içinde var olduğu iddia edilen yasa dışı oluşumlara karşı yayınlarıyla dikkat çeken Taraf Gazetesi, son dönemde yükselişe geçen PKK terörüne ve bu teröre kayıtsız kalan BDP'li politikacılar ile destekleyen çevrelere karşı koyduğu tavırla dikkat çekiyor. Daha önce gazetenin başyazarı Ahmet Altan'ın dikkat çektiği bu noktaya; bugün Taraf Gazetesi hem sürmanşeti hem de hemen hemen tüm köşe yazarlarıyla vurgu yaptı. Gazete, Kürt sorununun çözümüne yönelik süreçte ve daha sonrasında tavır geliştirmeyen bu çevrelere, şiddete ve teröre karşı açık tutum alma çağrısı yaptı.

        İŞTE TARAF GAZETESİNİN "SAVAŞ DEĞİL CİNAYET" BAŞLIĞIYLA SÜRMANŞETİNE TAŞIDIĞI TUNCELİ'DEKİ SALDIRI HABERİ

        Tunceli'de Munzur Nehri'nin kenarında ağaçların arasında halı saha vardı. Yanından bir asma köprüyle karşıda oturulan çay bahçesi. Arkadaşlarıyla haftada birkaç gün bu halı sahada top oynayan 27 yaşındaki özel harekât polisi komiser Cem Kerman'ın en sıkı izleyicisi karısı Dilay'dan başkası degildi. Cem sahada arkadaşlarıyla birlikte ter dökerken bankta eşini seyreden Dilay zaman zaman alkışlarla destek veriyordu sahadakilere. Halı sahada top oynayan insanlann sesine sîlah sesi karıştı aniden. Önce saha kenarında maç îzleyen Dilay vuruldu, sonra kocası Cem. Kan gölüne dönen halı sahada Kerman çifti ölürken, üçü ağır sekiz polis de ağır yaralanmıştı.

        Katliamı yaralı polis önledi

        Munzur Mahallesi'ndeki halı sahada polisler kendi aralarında top oynarken saatler 21.30'u gösteriyordu. Kapıda bir resmi polîs aracı güvenlik amacıyla nöbet tutarken bir polis de komiser eşini seyredip top oynayanlara zaman zaman alkışlarla destek veren Dilay Kerman'ın yanında duruyordu. Bir yabancı yanaştı sivil polisin yanına. Kısa bir diyalog geçti yabancıyla polis arasında. "Kimsin?" diye sordu polis. "Sizdenim" diye cevapladı yabancı. Bu arada elini beline götürdüğünü fark eden polis yabancının üzerine atlamasıyla iki ayrı yerden ateş açıldı. Pusu halı sahanın etrafına kurulmuştu. İki kişi çapraz olarak halı sahayı gören yerde konuşlanırken bir kişi ise araçta bekliyordu kaçış için. Halı sahaya el bombası atılacaktı ayrıca. İlk ateş açıldığında yaralanan polis memuru durdurdu bu bombaların atılmasını. Bir katliamın yaşanması önlendi. Resmi polisler tarafından öldürülen saldırganın üzerinden ise dört tane el bombası çıktı. Halı sahayı tepeden gören yerden ateş açan saldırganlar ise araçla kaçtı. Bu sırada kaçışın kolay olabilmesi için başka bir grup da üzel Harekât Merkezine silahlı saldında bulundu. Çok kısa süren bu saldırının ardından halı saha kan gölüne döndü.

        Aşkın peşinden gîtmişlerdi

        Saldırıda hayatlarını kaybeden iki can, sadece kirli savaşın alçakça pusuya düşürülerek öldürülen çifti degildi. Bir aşkın da kahramanıydılar. Aşık olduğu kadının ardından Tunceli'ye tayinini isteyen bir komiserle sevdiği adamın her anında yanında olmak isteyen bir kadının hikayesidir bu. Bu savaşta bu kadar insan öldü diye tutulan istatistiklere lanet edilerek ve kısa süren yaşam öyküsüdür bu...

        Basket sevdalısıydı

        Komiser Cem Kerman basketbol sevdalısı bir sporcuydu. Öğrencilik yıllarında oynadığı basketbolu beş yıl önce polislik mesleğine ilk başladıgı yerde hakem olarak sürdürmek istedi. Polislik mesleğinden fırsat buldukça Sakarya amatör kümede basketbol hakemliği yapmaya başladı. Bir yıl önce evlendiği eşi Dilay da sporcuydu. Birlikte spor yapıyorlardı. Türkiye Oyrantiring Federasyonu'nun lisanslı sporcusu olan iki genç şampiyonalara birlikte katılıyorlardı. Aşkları bir ömür sürsün diye bir yıl önce birbirlerine söz verip evlendi Cem ile Dilay. Karı kocanın Sakarya'da devam eden hayatı sene başında Dilay'ın Tunceli'ye tayininin çıkmasıyla değişti. Psikoloji rehber öğretmeni olan Dilay'ın tayini Tunceli'ye çıkınca Cem'de eşinin ardından istedi tayinini. Bundan sonra birlikte yaşayacaklardı Tunceli'de.

        Hakkım helaldir size

        Beş yıldır görev yaptığı Sakarya'daki arkadaşlarına bir veda mektubu yazdı Cem Kerman. Sakaryabasket.com'a yazdıgı yazıda, "Değerli hakem arkadaşlarım, antrenör arkadaşlarım,oyuncu kardeşlerim. Eşimin Tunceli iline tayini çıktı, doğal olarak ben de beraber tayin olacağım. Umarım herkesle görüşebilirim fakat görüşemediğim arkadaşlarım, kardeşlerim olursa, şimdiden kusura bakmasınlar ve haklarını helal etsinler. Benden yana herkesin hakkı helaldir. Hakem toplantılarına gelmeye çalışacağım fakat o tarihlerde eşimin resmi işlemleri olduğu için Tunceli'de olabiliriz. Görüşemezsek telefonu olan arkadaşlarımı tek tek arayacağım. Görüşmek üzere..." diyerek vedalaşıyordu. İki genç insan için Tunceli'de yeni bir yaşam başlamıştı. Hayat rutin akışında giderken birden o ani saldırı çaldı Cem ile Dilay'ın hayatını.

        Herkes bir yana kaçışıyordu...

        Olay ile ilgili bir görgü tanığı saldırı anını şöyle anlattı: "Saat 21:30 sıralannda eve gidiyordum. Munzur Mahallesi'nden geçerken silah sesleri duymaya başladık. İnsanlar işyerlerinden evlerinden çıkıp sahayı tepeden gören bir tepeye doğru yürümeye başladı. Biz de gittik oraya. Silah sesleri gittikçe artmaya başlamıştı. Halı sahayı gördüğümüzde orada çok ciddi bir çatışmanın olduğunu görebiliyorduk. Kaçışmalar ve bir kargaşa yaşanıyordu. 0 sırada birkaç tane işaret fişeği atıldı. Her taraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Sonrada eve giderken her tarafta kimlik kontrolü yapılıyordu. Yanımda kimliğim olmadığı için beni arabadan indirip kimliğimin ailem tarafindan getirilmesini istediler. Kimliğim geldikten sonra bizi bıraktılar. Daha önce kırsal kesimlerde çatışmalar yaşanıyordu. Şehir merkezinde böyle bir saldırıya ilk kez tanık olduk..." Bu arada saldırının ardından kaçan PKK'lıların yakalanması için bölgede başlatılan geniş çaplı operasyonlar devam ediyor.

        Yavrumu geri getirebilir misiniz?

        Tunceli'deki saldırının ardından Komiser Cem Kerman'ın Edirne'de eşi Dilay Turan Kerman'ın ise Ankara'daki baba ocağına ateş düştü. Genç öğretmenin annesi Havva Turan ve babası Oğuz Turan gelen acı haber sonrası Gözyaşlarına boğuldu. Sağlık çalışanı olan anne Havva Turan, yakınları tarafından güçlükle teskin edilmeye çalışıldı. Gözyaşlarına boğulan anne, "Ben nasıl dayanayım. Benim yavrumu kimse geri getirebilir mi? Yavrum 28 yaşında topraga girecek. Alçaklar kızıma nasıl kıydınız" diyerek ağladı. Kızının fotoğrafına bakarken ağlayan baba Oğuz Turan ise, "Kızımı çok seviyordum, umarım beni çok beklemez, ben kızımın yanına gitmek istiyorum" dedi. Genç öğretmen bugün Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verilecek.

        'Terörü bitirmeyenler utansın'

        Komiser Cem Kerman'ın Edirne'deki baba evinde büyük acı yaşanıyor. Meydan Mahallesi Asmalı Mescit Sokak'ta yaşayan Haba Ercan ve anne Gülsen Kerman, aldığı acı haber sonrası fenalaşınca sağlık görevlileri müdahale etti. Anne Gülsen Kerman'a sakinleştirici iğne yapıldı. "Bu terörü bitirmeyenler utansın" diyen baba Ercan Kerman, şöyle devam etti: "Gerçi onlarda utanma duygusu yok. Vicdanlarını karartmış durumdalar. Sayı hesabı, parmak hesabı, kelle hesabı yapılır hale geldi. Oğlum ile gelinimin evliliği 19 Eylül'de bir yıl olacaktı."

        TARAF GAZETESİ 5 KÖŞE YAZARIYLA PKK TERÖRÜNE KARŞI AÇIK TAVIR ALDI

        İŞTE O YAZILAR:

        Kürtlerin askerî vesayeti

        AHMET ALTAN

        Ölüm, her zaman hayatı geçiyor.

        Onun için, "siyasetin hukukun içine elini uzattığından" kuşkulandığımız Deniz Feneri ile ilgili yazmak istediklerimi ertelemek zorunda kalıyorum. İster istemez.

        Ama bugün hem bir "itirafçının itiraflarını, hem Adalet Bakanı'nın açıklamalarını, hem de "görevden alınan savcıların" çevresinden yansıyanları geniş biçimde yayımlıyoruz.

        Bu gazete, bu olaydaki gerçekler ortaya çikana kadar sayfalarını her görüşe açacaktır, Adalet Bakanı'nın da, HSYK'nın da, savcılarm da yaptıklan her açıklama sayfalarda yerini alacaktır, "siyasetin hukuka elini uzatmadığına" ya da "uzatan biri varsa" o bunun hesabını verene kadar bu işin peşinde olacağız.

        Şimdi gelelim hayatı ertelememize neden otan o karanlık ve korkunç ölüme. Önce bizim Genelkurmay'dan başlayalım.

        PKK'nın Kandil'de "yedi sivil öldürüldü" iddiasını biz sürmanşetten vermiştik, Genelkurmay, "fotoğraflar ve krokilerle" yedi kişinin içinde bombalanarak öldüğü iddia edilen arabanın bulunduğu bölgeye bomba isabet etmediğini kanıtlamıştı, bunun üzerine PKK, "Bombalanan araba aşağıya uçtu onun için onun bulunduğu yerde bomba izi yok, yukarısında var" diyerek bir video yayınladı. Bunu da gazeteye koyduk.

        Genelkurmay, bu iddiayı da geçiştirmedi, demagoji yapmadı, hamasete sapmadı, özel görev verdiği bir uçakla "arabanın vurulduğu söylenen" yerin de resimlerini çektirip bize gönderdi ve "Orada da bomba izi yok, incecik duvar bile sağlam duruyor" dedi.

        Şimdi, "parçalanmış yedi kişinin" resimlerini yayınlayan PKK'nın buna bir cevap vermesi gerekiyor. Arabanın vurulduğu yerin resmini çekip gönderecekler. Hep birlikte bomba çukuru var mı yok mu göreceğiz, varsa yeniden Genelkurmay'a soracağız. Aralarında küçücük çocuklann da bulunduğu yedi kişiyi kimin öldürdüğünü bilmiyorum ama Genelkurmay'ın ciddiyetle, saygıdeğer ve güvenilir olmanın önemini kavrayarak çaba gösterdiğini ilk kez görüyorum.

        "Askeri vesayetin" bitmesi bu demek işte, ordunun, kendisiyle ilgili ağır bir iddiaya, bu iddiayı yayımlayanları tehditetmeye kalkışmadan, haklılığını kanıtlamak için belgeler ortaya koyarak cevap vermesi.

        Bu olay, Türkiye'nin "askeri vesayet" konusunda ciddi bir kavşağı döndüğünü gösteriyor ve sadece bu olaydaki tavrı bile Genelkurmay'a çeşitli skandallarla kaybettiği prestijini önemli ölçüde tamir etme fırsatı veriyor.

        Biz, "askeri vesayetten" çıkıyoruz ama Kürtler "ağır bir askeri vesayet" yaşıyorlar.

        PKK, Dersim'de "futbol oynayan" polislere yaptığı saldında göre göre, bile bile bir kadını öldürdü, Kandil'deki bombardımanda "siviller öldürüldü" diye bağıran bir örgüt gidip yakın mesafeden "sivil" bir kadını vurdu.

        Bir sivili, bir kadını, bir masumu öldürmek alçaklıktır.

        Böyle alçakça bir cinayeti devlet işlediğinde, devlet görevlileri maç seyreden bir Kürt kadınını öldürdüğünde bağıracak olanlar, bir Türk kadın öldürüldüğünde susarlarsa onlar da ikiyüzlü alçaklardır bence.

        Bizim bunu söylemeye hakkımız var.

        Biz, Ceylan'ından Canan'ına kadar Güneydoğu'da devlet tarafından alçakça öldürülen her çocuğa, her kadına, hersivile sahip çıktık, gücümüzyettiğince bağırdık, cinayetlerin hesabını sorduk.

        Kürtler de bizimle beraber bağırdı.

        Şimdi nerede o Kürt aydınları, siyasetçileri, niye sesleri çıkmıyor, niye susuyorlar, bu cinayeti çok mu haklı buluyorlar, çok mu "onurlu" bu cinayet?

        BDP Başkanı Demirtaş'ın kongredeki konuşmasını okudum, "Öcalan'la müzakereler başlasın" diyordu, bence de başlasın, bunda aynı fikirdeyiz, ayrıldığımız nokta bunu kimden talep edeceğimiz konusu.

        Devletle Apo'yla müzakereleri sürdürüyor muydu, evet, Apo "Müzakereler yapıyoruz, tarihi bir anlaşmaya yaklaştık" dedi mi, dedi, "Devrimci halk savaşına gerek yok, durun" dedi mi, dedi, Apo bunu söyledikten iki gün sonra kim otlar arasında uyuyan on üç askeri yakarak öldürdü, kim Çukurca'da elli kiloluk bombayla tuzak kurdu, kim Apo'yla müzakereleri, Apo'yu da kenara iterek berhava etti?

        Dürüstsen, müzakereleri kim durdurttuysa, onu açıkça söyler, başlamasını sağlamasını da ondan istersin.

        Ama korkarım Kürt siyasetçileri bunu yapamaz.

        Türkiye'de "askeri vesayet bitti" ama PKK'nın Kürtler üzerindeki askeri vesayeti sürüyor ve devlet ne yaptıysa onu taklit ediyor, sokakta insanları ensesinden vuruyor, kadınları öldürüyor, tam barış yapılacakken bir operasyonla barışı geriye itiyor, kendisini eleştirenleri aynı bizim "orducu medya" benzeri yandaş bir medyayla "hain" ilan ediyor.

        Ve Kürtler sesini çıkaramıyor.

        Kendi tecrübemize dayanarak şunu söyleyebilirim, "askeri vesayet" ancak demokratikve barışçı güçlerin cesaretiyle, her türlü eleştiriyi ve "kendi taraftarlannın tepkisini göze almasıyla biter, o cesaret yoksa o vesayet seni de geçer.

        Halı sahaya canlı kalkan yok mu şampiyonlar!

        MELİH ALTINOK

        Kürtlerin mazlumluğundan damıttığı, hatta üzerine su katıp çoğalttığı kinin bir zerresîni bile ziyan etmeyen PKK, hepimize "üç gün bayram fazla size" deyip sathı meşru müdafaalara soyundu yine. İşçilerin üzerine el bombası attı. Tunceli'de aileleriyle top oynamaya giden polislere halı sahada bile saldırdı. Bir komiseri ve eşini öldürdü, on kişiyi de yaraladı.

        "Vijdan kuaförü" ablalar, ağabeyler gibi "barış yani, polis vicdanımın kaba etine cop vurdu ama" diye yazacaklarına, oturup dönek, hain yaftası yemeyi göze alarak siyasilerin tırsak açıklamalarından büyüteçle çözüm iradesi devşirmeye çabalayanlarsa tutup sildîler yazdıklarını.

        Başka ne yapacaksın ki? Eskiden örnek aldığım bir yazarın "zamanındaki" tabiriyle, onlarınki ağıt yaktıkları savaşa can pazarlamaya denk düşüyorsa adressiz barış mektupları da düpedüz havanda su dövmek değil de nedir?

        Daha net olmalı. "Akan kan dursun, analar ağlamasın. Ben lafımı ortaya korum. Üstüne alan alır..." türünden soğukkanlı, sakin, sahte temennilerin korkaklık, dahası sahtekârlık olduğunu haykırmak lazım. Çünkü bu savaş biraz da diyemediklerimiz yüzünden sürüyor.

        Bîrincisî, istediğinizi söylediğiniz şey, yemeğinize biraz daha acı değil, bir insanın, gençlerin öldürülmemesi, Kan akmaması; kan bu kan. Diş fırçalarken musluktan akıp israf olan su değil; kan...

        Ama seslerinî boğazlarını acıtacak kadar yükseltmemelerinin, haykırışının temposunu bol amalı şerhlerle sürekli düşürmelerinin bir nedeni var elbet. Çünkü dillerinden "barışı" eksik etmeyenlerin de tıpkı öte yakadaki faşistter gîbi tuttukları ölüleri var. Bu savaşı "kirli" diye nitelendirseler de onlar da düpedüz simetrik taraflardan.

        Onlarda yalan söylüyor.

        Böyle dan dan söyleyince rahatsızedici geliyor biliyorum ama yeter artık kandırmayalım birbirimizi. Hadi itiraf edin, siz özel sohbetlerde hangi "takımı" pohpohluyorsunuz? Tamam, belki eski "taraftarlık" defterleri kapatıp insanlığına terfi edenlerdenseniz. Artık geleceğe "döndünüz" ve ölümlerden ölüm beğenmiyorsunuz. O zaman niye açık konuşmuyorsunuz, yazmıyorsunuz?

        Ekranlarda, yazılarınızda "Cihangir'de yüz yüze bakıyoruz. Diyarbakır'daki panele aynı uçakla gidiyoruz olur mu canım" deyip ağabeylere, ablalara kefîl olarak, vantrilokluk yaparak geciktirdiğlmiz su faturanız değil, yokluğu her an bircana mal olan barış.

        Hangi merhabanın kefareti kaldırabilirbu yükü.

        Bu kez de mi yüz yüze baktığımz kapı komşunuzla huzursuzluk çıkmasın diye, ancak evlerinin ışıklarmı gördüğünüz karşı mahalledeki umacıları lanetlemekle yetineceksiniz? Etmediğinîz beddua mı kaldı ki onlara da yenîlerinden medet umuyorsunuz? Allahın günü "barış mitingi" düzenleyip hatta sesleri gür"çıksın" dîye ses bombası bile kullanan dostlar, ne zaman kurtulacaklar bu riyakârlıktan.

        Tıpkı Türk ulusalcıları gibi, kongrelerinde "marşları"okunurken ayağa kalkmayan gazetecileri yuhalamakla uğraşacaklarına, sırtını sıvazladıkları "our boys"larına amasız bir sitem de mi etmeyecekler?

        Politik ortam müsait değil gerekçesiyle Meclîs'e dönmeyeceklerini açıklayan Sayın Demirtaş, aileleriyle futbol maçına giden polislerin öldürülmesinin, ortamın iyileşmeye nasıl bir katkı sağlayacağını şöyle açık açık, ağız dolusu soramaz mı mesela? Tamam, "öldürme" demeyi "devlet ağzı" sayıyorlarsa, "Silahın miadı doldu" diyen Baydemir hizaya sokan "realiteden" ürküyorlarsa, buyursunlar kendilerine özbeöz "halk ağzı".

        Saldırının hemen ardından avukat bir arkadaşımın Tvvitter mesajındaki sorusunu direk aktarsınlar muhataplarına, "demokrat Türkiye kamuoyu bile şu soruyu soruyor bize diye: "Canlı kalkan mı gerekiyordu halı sahanın etrafına?"

        Kürtlerin Ertürk Yöndemleri

        YILDIRAY OĞUR

        Bir zamanlar Türklerin Ertürk Yöndemleri vardı. En yeteneklisi, en profesyoneli, en apoletlisi o olduğu için değil, en perde önünde kalmış olanı, en aculü, en yeteneksizi o olduğu için Ertürk Yöndem'in şahsında tecessüm ediyor o yöntem.

        Yoksa işlerinin tam adı şuydu: Gerçek bükücülük. İş tanımları da şöyle yapılabilirdi: Gerçeği eğip bükmek, boku süslemek, katilin silahını silmek, olay mahallini temizlemek, beynimize masaj yapmak, vicdanlarımızın saçını kabartmak...

        Türklerin vijdan kuaförleriydi onlar.

        90'lar boyunca Kürt illerinde bağıranların, ağlayanların, öfkelilerin seslerini rejilerden kıstılar, kurgu masalarını, haber masalarnı kanaat tezgâhına çevirdiler. O tezgâhlarda gerçeği boğazladılar. Biz Türkler o yıllarda Diyarbakır'da, Batman'da, Hakkâri'de olan biteni Anadolu'dan Görünüm'de bir asker tüfeğinin merceğinden göründüğü kadar gördük, hakikat bir perdenin arkasında kaldı hep.

        Perdenin önünde ise Türk olduklarını haykıran, devletine bağlı Kürtler, dizi dizi dizilmiş PKK'lı cesetleri, devletin şefkatli kollanna koşup gelmiş yüzü mozaikli itirafçılar vardı. Abdullah Öcalan'ın gerçek adı Agop Agopyan'dı, etkisiz hale getirilen PKK'lıların çoğu da sünnetsiz. Kürtler PKK'dan nefret ettiği için ancak dış güçlerin oyunu olabilirdi bu üç beş çapulcu. Kürt Sorunu diyen vatan hainleriyle mahkemelerde, çocuklarının cesedini arayan annelerle ancak cumartesileri Galatasaray Lisesi önünde polis tarafindan zorla dağıtılırken karşılaştık.

        90'ların ortasında birden bire arka mahallemize taşınan Kürtlerin çocuklarıyla da annemiz onlarla konuşmamızı yasakladığı için köylerinin neden yakıldığına uzanan sohbetler edemedik. 90'lar boyunca ortalama bir Türk'ün vicdanı hep rahattı bu yüzden. Ölü ele geçirilenler, etkisîz hale getirilenler ülkemizi bölmeye çalışan, dış güçlerin maşası, sünnetsiz ön-insanlardı. Onların sivil mi silahlı mı olduğu üzerinde düşünmek bile aklımıza gelmedi. Skor tabelaları bu ayrımı yapmayacak kadar ilkel bir vicdan teknolojisiyle çalışmaktaydı. İşte böyle bir mutluluk ve haklılık perdesi çekti gözümüzün önüne bu gerçek bükücüler. O Ertürk Yöndemler gerçeği Türklerin göz zevkine, damak tadına uygun hale getirdiler, o vijdan kuaförleri hakikat denen o saçı başı dağılmış, gözü morarmış mağdur kadının saçına fön çekip, yüzüne makyajlarattırdılar...

        Kötü iş çıkardılar. O taşra kuaförü işi makyajlar döküldü, el yordamıyla bükülen gerçekler düzelmeye başladı. Ertürk Yöndem artık Yonca Evcimik klipleriyle birlikte YouTube'a linkleri paylaşılan bir 90'lar esprisi. Onun yaptığı işi yapmak da ancak semer tamirciliği kadar itibar gören bir meslek. Ama o göz çıkaran makyaj takımı, o bitli kuaför alet edevatı hâlâ elden ele dolaşmakta. Şimdi o takım taklavat Kürtlerin gerçek bükücülerinin elinde.

        PKK silahta direndikçe, haklılığından gelen meşruiyetine saldırdıkça o gerçek bükücüler, Kürtler için hakikati bükmeye başlıyor. Mağduriyet gerekçesi üretme fabrikası silahın hükmünün geçtiği hakkındaki bir iç muhasebeye karşı gece gündüz çalışıyor. Kürtlerin Ertürk Yöndemleri sadece PKK'nın TRT'si ROJ TV'deki Kürdistan'dan Görünüm programlarında, Perde Arkası'nın Kürtçe versiyonlarında görünür olmuyor.

        Ülkenin en prestijli üniversitelerinden birindeki ünlü solcu akademisyenlerinden biri, ülkenin en prestijli başka bir üniversitesindeki solcu akademisyen tarafindan sırf PKK şiddetine karşı herkesi mesafe koymaya çağırdığı için ince milliyetçilik yapmakla suçlandı geçen hafta. Bu genç popüler Boğaziçili sosyalist yazara göre bir ülkede mağdur da en çok akıl verilenmiş. Bu tarife göre ülkenin en mağdurları sırasıyla TSK, Erdoğan ve CHP olurken, dünyanın en mağdurları da ABD ve İsrail.

        Küçük Ertürk Yöndem olmaya en yakın aday, Kürtleri PKK'nın aslında insan öldürmediği konusunda rahatlatma enstitüsünün başkanı, nam-ı diğer vijdan kuaförü ise berbat manşeti yüzünden Yeni Şafak'tan Ali Bayramoğlu'na yöneltti oklarını geçen hafta. O manşetten daha fenasının, daha ırkçısının, kaç bin yıldır yazdığı gazetesinin sahibi, maaşının kırmızı düğmesini elinde tutan patronun büyük gazetesînde her gün Türkiye Türklerindir diye çıktığını unutarak. O logoyu bir kez bile neden diline dolayamadığını açıklamadan.

        PKK'nın sokak ortasında JİTEM taktiğiyle kaprili yoksul çavuşları öldürdüğünü, beyaz arabalarla JİTEM gibi adam kaçırdığını, halı sahada maç oynayan polisleri aileleriyle birlikte taradığını, askerleri mayınla paramparça ettiğini, Orhan Miroğlu'nu, Şivan Pervver'i, Muhsin Kızılkaya'yı açıkça tehdit ettiğini, Kandil'de yedi sivilin öldürülmesi olayında şaibeden kurtulamadığını göstermiyor bu yeni Ertürk Yöndemler Kürtlere.

        9o'larda Kürtlerin çektiği acıları çekmeyen bu kanallar, 2011'lerde Türklerin çektiği acıları çekmiyor bu kez. Bu cızırtılı yayın bizim başımızı çok ağrıttı. Bari siz kapatın şu kanalı...

        Kürt siyaseti şiddete teslim

        KURTULUŞ TAYİZ

        Tunceli'de futbol maçı yapan polislere, onları izleyen ailelerine yönelik silahlı saldırı, PKK'nın tırmandırdığı şiddetin nitelik ve boyut değiştirmekte olduğunu gösteriyor. Asker ve polisler kadar aileleri, karakol ve askerî noktalar kadar sosyal mekânları da silahın hedefi haline gelmiştir. PKK duraksamadan, çekinmeden, ahlaki bir kural tanımadan şiddetî tırmandırmaktadır. Bu şiddet en azından şimdiden Güneydoğu'da, tüm sosyal hayatı tehdit etmeye başlamıştır. Belki yarın Türkiye'nin büyük şehirlerini de tehdit eder hale gelir.

        PKK'nın gözükara bir şekilde tırmandırdığı bu şiddetin ne Türklere ne Kürtlere bir faydası olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Günümüz dünyasında gayrı insani yöntemlerle, yani şiddetle elde edilecek siyasal kazanımlar bile meşruiyet sorunu yaşamaktadır. Sîvilleri katlederek elde edilecek bir siyasal gücün, otoritenin, kurumun herhangi bir değer taşımayacaği ortadadır.

        Bugün yaşadığımız sorunlar daha çok Kürt siyasetinin şiddet ile siyaset arasındaki bağlantıyı doğru kuramamasından kaynaklanmaktadır.

        Kabul edelim ki Kiirt siyaseti yekvücut bu şiddetten medet ummaktadır. PKK bu siyasetin, sadece silahlı birtezahürüdür. Bu zihniyetin oluşmasında geçmişteki ortak deneyimlerin etkisi büyüktür. Silahlı isyan olmadan devletin ve Türk siyasetinin Kürt realitesinin varlığını kabule yanaşmayacağı fikri, yaygın bir tecrübenin sonucudur. Yaygın olarak kabul gören bu yargı, Kürt siyasetinin en büyük önyargılarından birine dönüşmüştür.

        Bunda elde silahı tutanların güçlerini ve hayatta edindikleri rollerden vazgeçmeye niyetli olmamalarının da etkisi bulunmaktadır. Silahı sürekli fetişleştirmek aslında sürekli bir iktidar üretme çabasıdır. Şiddet sürekli bir yayılma eğilimi gösterir; tatminsizdir, silahı kontrol eden aklı da etkisi altına alır. PKK şiddetinin tüm çekincelerinden sıyrılarak, insani ve vicdani kaygılardan uzak bir şekilde tırmanmasını ben başka türlü açıklayamıyorum; hiçbir siyasal-toplumsal amaç silahsız güçleri ve sivilleri hedef alan bir şiddeti meşrulaştıramaz. Şiddetin bu türü, silahı fetişleştirmenin kaçınılmaz bîr sonucudur. Siyaset bir kere şiddetin biüyüsüne teslim olduğunda kaçınılmaz olarak silahın nesnesi haline geliyor. Sivil-silahlı ayrımı yapamayacak bir şiddet sarmalına sürükleniyor. Bu sarmalda silah ne sivil, ne silahlı ayrımı yapar. Kendi dogası gereği şiddet gözükara bir şekilde ölümü arar...

        Bu kadar kana bulaşan hareketlerin buradan hiçbir şey olmamış gibi temiz çıkması kolay değildir; hele siyasallaşması, yasal bir statü kazanmazı çok zordur. Barış süreçlerini en fazla bu durum etkiler. Tekrar Kürt siyasetinin şiddet ile siyaset arasındaki bu öliimcül tangosuna dönmek istiyorum. BDP önceki gün Ankara'da bir kongre gerçekleştirdi, Bu kongrenin çarpıcı kararlarından biri de "Meclis'e dönüş koşultarının oluşmadığı" yönündeki tesbitti. Ama gerçekte bu karar daha çok BDP'nin siyasetle arasında koyduğu mesafeyi yansıtmaktadır.

        BDP'nin Meclis'e gitmeme tutumu, protestoyla sınırlı olsaydı, buna hak verebilirdim. Ama önceleri protesto niteliği taşıyan bu tutum, maalesef şimdi Kürt hareketinin "ayrılık" görüntüsü veren bir şantajına dönüştü. Yani, Kürt siyasetinin her fırsatta artık sanlmaya başladığı, aba altından gösterdiği o ürkütücü "duygusal kopuş", "bölünme"sopasıdır. Burada şunu da hatırlatmakta fayda var, zira basında PKK'nın şiddetine tavır alamayan BDP için hep "tabanları aynı" argümanı seslendirilmektedir. Gerçekten sorun bu mudur? Durum bana göre pekde böyle değil; -bütün Kürt siyasetçileri dâhil edemesek de- Kürt siyasetinin ruhu PKK şiddetine içten içe onay vermektedir. Kürt tarafı, AKP ile içinden çıkamadıkları, çözemedikleri problemleri, aradan çekilerek, PKK'ya havale etmekten sanırım birzevk alıyorlar. Burada AKP'yle siyasi mücadelelerinde ne kadar hırçın veya ne kadar agresif olduklannı ben önemsemiyorum; sadece aradan çekilerek, işte böyle Meclis'e gitmeyerek PKK'yave dolayısıyla şiddete sonuna kadar pirim verrmiş oluyorlar. Elbette PKK'ya lafları geçmez, sorunun kaynağı onlar değil; Demirtaş'ın söylediği gibi PKK'yı dağa BDP çıkarmadi; ama samimi olmak gerekirse - bence önemli olan da işin bu yani- BDP, PKK'nın gözü kara şiddetine içten ve insani bir tepki koymadı bugüne kadar. Kürt siyaseti şiddete onay vermeseydi PKK da bu kadar kolay kolay, her fırsatta şiddete rahatlıkla sarılmaz, hatta savaş ahlakından yoksun olarak Tunceli'de olduğu gibi, futbol maçı yapan polislere ve ailelerine yine çok rahatlıkla kurşun ve bomba yağdırmazdı. PKK'nın şiddetle ve şiddetin bu türüyle siyasal bir başarı elde etmesi zordur; Kürt meselesini giderekGordion Düğümü'ne dönüştürerek daha fazla kan ve gözyaşı akmasına neden olmaktadır. BDP de keza öyle; bu şiddete tavır almadan varlığını kuşkusuz sürdürür, seçmen sayısını da belki arttırır; ama günümüz dünyasında hiçbir siyasi parti gayrı insani yöntemlerle edinilmiş siyasi başarılann üzerine oturamaz. Bunun farkına varmadan Kürt siyasetinin kendisini şiddetten arındırmasını beklemek hayal olur.

        Bahar Ortadoğu'da kanatır

        GÜRBÜZ ÖZALTINLI

        BDP Meclis'e dönmüyor.

        Bu karar doğrusu şaşırtmadı. Katı politik pozisyonlar îçinden bağıranlardan değilseniz eğer, seçimlerden hemen sonra hızla sertleşen Kürt sîyasetine anlam vermeniz çok zor.

        Hatip Dicle olayı, KCK tutuklusu milletvekillerinin Meclis'e gelememiş olması argümanları, izlenen MyeniN Kürt politikasını açıklamak Için çokzayıf kalıyor.

        Kuşkusuz, Dicle'ye ve diğer KCK tutuklusu milletvekillerine yönelik uygulamanm kabul edilir tarafı yoktur.

        Özerklik talepleri de her yönüyle tartışılmalıdır.

        Evet, ama bu haklı taleplerin arkasına toplumsal destek alabilmek için mi siyaset üretiliyor şimdi? Yapılan açıkça barış masasını imha etmektir. PKK (en azından belli ki etkfli olabilen bir odak) savaşa karar vermiştir. Karayılan dâhil kim ne derse desin bu Öcalan'ın iradesiyle olmamıştır. Öcalan'ın "Kürt tarihinin en büyük anlaşmasını yapıyoruz. 15 Temmuz tarihinin blr anlamı kalmamıştır" açıklamasımn hemen ertesinde Kürt tarihinin en ciddi asker katliamlarından birisinin gerçekleşmesi herşeyi yeterince anlatıyor.

        Kürt liderler akılsız olmadığı gibi biz de gördüğümüzü anlayabilecek durumdayız.

        Asker kaçırmayla başlayan bu yeni savaş tırmamşı hergün kanlı olaylar eklenerek bugüne geldi. PKK'nın bariz politika değişikliğini görmezden gelerek, "Silvan'dan önce herşey sütliman mıydi; zaten devlet şiddeti barışı bozuyordu" gibi savunmaları kanımca ciddiye almak mümkün değil.

        Hükümetin yaptıklarını biliyoruz. Oyalayıcı, kararsız tutumlarını izliyoruz. Ancak açık söylemek gerekir: Bu hükümet savaşı sona erdirmek istiyor. Bu gün tartıştığımız savaş kararını o vermedi.

        Savaşa PKK karar verdi. Bu kadar net...

        Neden böyle oldu?

        Bu soru çok tartışıldı. Sorunu Ortadoğu'daki değişim merceğinden okuyan tezler sanırım daha inandıncı.

        Türkiye, Kürt barışına doğru ilerlerken komşularıyla geliştirdiği iyi ilişkilerden yararlandı. Erdoğan ekibi, Kürt sorununda "komşu" desteği almaksızın yol kat edemeyeceğini doğru gördü. Ve "Arap baharınna kadar herşey yolunda

        ilerledi. Şam ve Irak Kürt yönetimi Türkiye'nin sorunu çözmesinde kolaylaştırıcı rollerüstlenmeyi kabul ettiler. Bu durum,sorunun Türk ve Kürt taraflar açısından bir "iç" sorun olarak görülmesini sağladı. İç koşullar ise savaşı iyice anlamsız kılıyordu.

        Ortadoğu desteği kesilmiş bir PKK'nın barış yerine savaşı zorlamasının saçmalığını görebilmek için "uzman" olmaya gerek yok. Hükümetin de istikrarı yok eden

        bu savaştan kurtulmak istediği çok açık.

        Beklendiği gibi bu dönem Kürt siyasi hareketinin de barışçı politikaiarı öne çıkardığı, parlamentoyu önemsediği, müzakerelere şans tanıdığı, ateşkeslerle geçen bir dönem oldu. Ve sonunda İmralı'dan ses geldi: "Kürt tarihinin en büyük anlaşmasını yapıyoruz"

        Ama, bu arada alkış kıyamet ilerleyen Arap baharı geldi Şam'da Esad'ın kapısına dayandı. Beşşar Esad, Ortadoğu'nun en acımasızşiddet aygıtlarından birisi olan Suriye Devletini halkının üstüne sürdü. Aylardır gözümüzün önünde, son diktatörlerden birisinin tiksindirici terörü yaşanıyor. Türkiye Esad'la dayanışma şansını yitirdi. İlişkilerde ibre hızla ters döndü. Belli ki, Esad rejiminin tasfiyesi sürecinde, Türkiye'nin rolü Batı tarafından önemseniyor. Ayrıca, Ortadoğu'da etkin bir güç olabilmek için Arap halklarının sempatisinin çok değerli olduğuna karar vermiş bir hükümet var. Sonuçta; hükümet, Şam'ın Kürt barışını bozma riskini göze alarak ona cephe almayı seçti.

        İşte sanırım şimdi karşılığı verilen budur.

        PKK, politika üretirken, Türkiye içi dengeleri değil; yeniden Ortadoğu'nun "geniş imkânlar" penceresinden gördüklerini esas alıyor. PKK'nın "İç aktör" olmasıyla, Ortadoğu "oyuncusu" olması arasındaki farkı bu coğrafyaya "kan" olarak döndü.

        Hangi reel politik etkenlerle olursa olsun, hükümetin Esad terörüne cephe açması doğru bir politikadır. Kürt kartından ürkerek Suriye halkını yalnız ve desteksiz bırakmak ahlaki zemini olmayan bir dış politika olurdu.

        Hükümet dış politikada değil iç politikada yanlış yapıyor. Daha doğrusu, dış politikaya dönük olarak geliştirdiği çizgi içerde kötü sonuçlar doğuruyor. Hükümetin "resti görme" kararı bence PKK'dan çok "dışarıya" dair bir karardı. Kandil'egönderilen uçaklar üzerinden, PKK ile olduğundan daha çok "Ortadoğu" ile konuşuluyor gibi geliyor bana. Erdoğan "savaşsa savaş" anlamına gelen restleşmeleryaptığında, basında devletin Hakkâri çevresindeki PKK etkinliğini kırmayı planladığu "içerde" operasyonlara hazırlandığı yazıldı. 0 günlerden sonra "içerde" belirgin bir operasyon görülmedi. Ama, Kandil'e ağır saldırılarda bulunuldu.

        Bu, "savaşsa savaş" politikasının PKK'yı Ortadoğu rollerine davet eden "dışarısı" üzerinde ne kadar etkili olacağını kestirmek zor.

        Ancak, içerdeki etkisi son derece yıkıcı. PKK'nın savaşı zorlayan tutumu, buna teslim olmayı gerektirmiyor. Bu savaşın PKK tarafından istendiği ve meşru olmadığı düşüncesi, Kürt siyasi hareketine desteğîni esirgememiş çevrelerde de ilkkez bu kadar yaygın.

        Bu, bütün savaş zorlamalarına rağmen, toplumda hükümetin geliştireceği silahsız politikalara çok geniş birdesteğin hazır olduğunu gösteriyor. Sağduyuya güvenmek lazım.

        Meşruiyeti yenebilecek bir silah bulunamadı. Ve savaş artık meşru değil.

        Hükümet bombaların sesiyle değil barışın diliyle konuşmalıdır.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ