Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ‘Titane’, ‘hoşça’ vakit geçirmek için seyredilecek filmlerden değil. Sadece seyri zor, kanlı şiddet sahnelerinden söz etmiyorum. Asıl sorun, yönetmenin rahatsız edici bir film yapma niyetinden kaynaklanıyor. İlk filmi ‘Raw’ (2016) ile tanınan Fransız yönetmen Julia Ducournau, Michael Haneke’nin özellikle ilk dönem filmlerinde sıkça karşılaştığımız türden, ‘seyircinin konforunu hedef alan’ agresif bir sinema hedefliyor. Öte yandan, Haneke’nin o renksiz ve donuk kasvetinden nerdeyse hiçbir iz yok sinemasında. Tam aksine, tür sinemasına yakın bir yönetmen. Hem agresif hem biçimci tarzıyla benim aklıma daha çok Gaspar Noe’yi getiriyor.

        Hikâyesindeki sinemasal referanslar ise çok daha açık adreslere yönlendiriyor bizi. İlk önce David Cronenberg’in J.G. Ballard’ın romanından uyarladığı ‘Crash’ (1996) filmi geliyor aklımıza… ‘Crash’te sadece libidoyla otomobil kazaları arasında bağlar kurulmaz. Daha derinde, insan eti ile metalin birleşmesine duyulan tuhaf, açıklanamaz arzu vardır. O arzunun özellikle Ballard’daki kökenlerine bakmak için ‘Güneş İmparatorluğu’ romanını da okumak gerekir. Japon esir kampında anne - babasız kalmış kafası karışık bir çocuğun uçaklara duyduğu özlemde de o metal tutkusunun izini sürebiliriz. Ayrıca, çocukların oyun sırasında motorlu araçları taklit ettiğini unutmamak gerek. ‘Titane’da içinde olduğu otomobilin motorundan gelen sesin ritmiyle bütünleşmek isteyen bir kız çocuğunun görüntüsüyle açılıyor.

        REKLAM

        Japon sinemacı Shin'ya Tsukamoto’nun yazıp yönettiği 1989 yapımı ‘Tetsuo’da ise insan ile metal arasında arzudan ziyade, neredeyse kaçınılmaz bir geçişkenlik gözleriz. ‘Crash’ ve Tetsuo’daki her şeyin kökeninde otomobil kazası vardır.

        ‘Titane’ da bir otomobil kazasıyla başlıyor. Babasının gereksiz öfkesi ve sorumsuz davranışı nedeniyle gerçekleşen kazadan sonra küçük Alexia’nın kafatasına ömrünün sonuna kadar taşıyacağı titanyumdan metal bir plaka yerleştiriliyor. Hastaneden çıkınca annesi ve babasına değil, koşup otomobile sarılmasına pek anlam veremiyoruz… Ama yetişkinlik çağına geçtiğimiz sonraki sahnelerde Alexia’nın (Agathe Rousselle) otomobil ve metalle kurduğu ‘ilişki’ biraz daha netleşiyor.

        ‘Titane’ın hikâyesindeki doğaüstü yanları filmi seyretmeyen birine anlattığınızda açıkçası biraz komik kaçabilir. Kaldı ki, ‘Alexia ile otomobil arasındaki ilişki’den melodram soslu absürt bir komedi çıkması bile olası. Ama Julia Ducournau’nun anlatımında mizah duygusundan hiç eser yok. Hatta tam aksine, John Carpenter’ın Stephen King’den uyarladığı ‘Christine’ (1983) filmini akla getiren o ‘doğaüstü karşılaşmayı’ etkileyici bir korku – gerilim sahnesi olarak tasarlayıp çektiğini görüyoruz. Gördüklerimize anlam vermekte zorlandığımız bu tuhaf erotik deneyimin sert, kanlı cinayet mizansenlerinin arasına yerleştirilmesi kuşkusuz tesadüf değil.

        Ducournau ilk bölümdeki tüm bu sahneler dahil film boyunca her şeyi işitsel ve görsel bir şok gibi yaşamamızı istiyor; aklımızdan çok duyularımıza ve duygularımıza sesleniyor.

        ‘İlk perde’deki huzursuzluk sadece anlatımdan değil, ana karakter Alexia’nın acımasızlığından geliyor. Alexia, planlı cinayet işleyen seri katillerden ziyade korku filmlerindeki Michael Myers ve Jason gibi anlık dürtülerle, sadece içgüdüleriyle öldüren biri. Bıraksanız hiç durmadan cinayet işleyecek bir makineyi andırıyor. Ama filmin ‘ikinci perdesi’ cinayetler üzerinden değil, Alexia’nın başka birinin yerine geçmek istemesi üzerinden gelişiyor. İlk anda bunu polisten kaçmak istediği için yaptığını düşünüyoruz. 10 yıl önce kaybolmuş ve fiziksel değişime uğramış bir çocuğun yerine geçmek istemesi, çok mantıksız gelmiyor bize. Tam da burada ‘Martin Guerre’in Dönüşü’ (Le retour de Martin Guerre - 1982) filmini hatırlamamak mümkün değil. Ducournau, o filmin kalbindeki asıl meseleyi nerdeyse birebir alıyor. Hollywood’un da yeniden çevrimini yaptığı o filmde ‘kendinden kaçmak isteyen ile kavuşmayı özleyen’ bir araya geldiğinde kimin kim olduğu veya gerçek kimlikler önemini tümüyle kaybeder; herkes kendi hayatındaki eksikliği gidermeye, ruhundaki boşluğu doldurmaya çalışır. Burada da benzer bir sürecin içinde buluyoruz kendimizi. Vincent (Vincent Lindon), görür görmez hiç sorgulamadan Alexia’yı kayıp oğlu Adrien olarak kabul ediyor. Alexia ise içten içe çocukluğundan beri bulamadığı ideal babayı arıyor.

        Alexia’nın Vincent ile ilişkisi üzerinden geçmiş hikâyesi üzerine de düşünüyoruz. Sözgelimi, filmin açılış sahnesinde babasının soğukluğu, sevgisizliği ve hoşgörüsüzlüğü geliyor aklımıza. Yetişkinlik yıllarında da babasıyla arası çok soğuk. Vincent ile ilişkisi geliştikçe Alexia’nın asıl ihtiyacının koşulsuz bir sevgi ve kabullenme olduğunu; ama anne ve babasından bunu göremediğini hissediyoruz. Vincent’ın sevgisi ve hoşgörüsü, Alexia’nın ve bizim tahmin edemediğimiz noktalara doğru ilerledikçe, filmin odağındaki mesele de netleşiyor. Sonuçta, her şey babasından sınırsız sevgi ve hoşgörü isteyen ama bulamayan bir kız çocuğunun travmalarıyla ilgili. İşte o noktada, Alexia’nın istasyondaki o gece neden başka birine değil de kayıp oğul Adrien’in yerine geçmek istediğini daha iyi anlıyoruz. Belli ki Alexia özlenen, hasret duyulan evlat olmanın nasıl bir duygu olduğunu en azından bir süreliğine deneyimlemek istiyor.

        Kuşkusuz itfaiyeci Vincent’ın genç erkekler dünyasında lider ve ‘baba’ konumundaki ‘alfa erkek’ olması da onu etkiliyor. Vincent’ın itfaiyeci olması tesadüf değil. Alexia, evini ve geçmişini yaktıktan, birçok insan öldürdükten sonra karşılaşıyor onunla… Vincent’ın evsiz Alexia’ya sıcak bir yuva vermenin ötesinde, yangınları söndürmek ve hayat kurtarmak gibi görevleri olması, ikisini ilk başta karşıt konumlara yerleştiriyor. Ortak noktaları ise bedenleriyle yaşadıkları sorunlar. Vincent yaşlanmayı, Alexia ise bedenindeki değişimi durdurmak istiyor.

        ‘Slow motion’ çekilen ve erkeklerin hep birlikte dans ettiği sahnede Vincent’ın onu bir çocuk gibi sırtına alması ve Alexia’nın bu deneyimden keyif alması, atlanmaması gereken bir detay. Alexia özellikle bu sahneden sonra onu, yıllarca eksikliğini hissettiği ‘baba’sı olarak kabul ediyor… Bir başka dans sahnesinde ise Alexia, bu kez grup içindeki erkek davranış kodlarına meydan okuyarak ve kendisi gibi davranarak, Vincent’ın hoşgörüsünün sınırlarını test ediyor. Bu sahnede, Alexia’nın çocukluğu ve gençliğinde neden mutlu olamadığını daha iyi anlıyoruz. Belli ki kendi olma şansı verilmemiş bir çocuk o… Kendisine cinsel ilgi duyan insanları öldürmek istemesi ise daha derindeki başka travmaları işaret ediyor ama film o bölgeleri karanlıkta bırakmayı tercih ediyor.

        Otomobille yaşadığı ‘cinsel deneyim’in ardından geçirdiği fiziksel değişim ve bedensel deformasyon, David Cronenberg’in ustası olduğu biyolojik korku filmlerini akla getiriyor hiç kuşkusuz. ‘Titane’ın ilk bölümünde Alexia’nın başka insanlara yaptıkları, bizi rahatsız ediyor ama bir noktadan sonra kendi bedenine yaptıkları ve bedenindeki değişim, rahatsız edici olmaya başlıyor. ‘Titane’ işte tam da buralarda özellikle Alexia’nın kendi bedeninden duyduğu korkuyla David Lynch’in ‘Eraserhead’ (1977) adlı filmini de düşündürüyor.

        REKLAM

        Her iki filmde de doğaüstü, bilinçdışındaki korkuların bir yansıması olarak çıkar karşımıza. ‘Eraserhead’ rüya ile gerçek arasında, bilinçdışında geçen bir kâbusu andırır. ‘Titane’daki doğaüstü motifleri de Alexia’nın kâbuslarına bağlamak mümkün.

        ‘Titane’ rahatsız edici film ama Julia Ducournau, biçimci yanıyla denge sağlıyor ve Titane’ı birçok sahnesinde özellikle müzik sayesinde keyif verici hale getirebiliyor. Her biri, hikâyede kritik önem taşıyan dans sahneleri mesela. Dans sahnelerinde şarkılar daha çok ritimleriyle filmin havasını değiştiriyorlar. Profesyonel dansçı Alexia’yı da saran ritimler bunlar. Öyle ki, hayatta asıl aradığı şey sanki o ritim. Açılış sahnesindeki küçük Alexia’nın da kendini otomobilin ritmine kaptırdığını görüyoruz. Babasının sürücü koltuğunu tekmelemesinin de belki bu ritim duygusuyla bağı var. Özetle, ritim ve dans, Alexia’nın bilinçdışının açığa çıktığı bir dil gibi… Vincent ile ilişkileri aslında biraz da ritim üzerinden gelişiyor. ‘Macarena’ şarkısıyla hayat kurtardıkları sahneyi unutmamak gerek.

        Ducournau, Jim Williams’ın özgün müziğini filmi adeta başka boyutlara taşımak ve yönetmen olarak varlığını hissettirmek için kullanıyor. Öyle ki bazı sahnelerde Dario Argento, bazen de Sergio Leone filmlerindeki müzikleri hatırlıyoruz. Ducournau, birçok sahnede kullandığı baskın renklerle de Argento’yu akla getiriyor.

        Ducournau, kuşkusuz biçimci bir yönetmen ama ‘Titane’ın çok stilize bir film olduğu söylenemez. Asıl hedefi, daha önce de belirttiğim gibi filmi seyirci için öncelikle duyusal bir deneyime dönüştürmek. Günümüz sinemasında birçok yeni kuşak yönetmenin yapmak istediği bir sinema bu… Yoğun müzik kullanımı, sıcak renklerin baskın olduğu görsel atmosfer dışında bazı sahnelerde uzun çekimleri de tercih ediyor Ducournau… Sözgelimi, Alexia’nın gençliğine geçtiğimiz ilk sahne uzun bir kamera hareketiyle başlıyor.

        REKLAM

        ‘Titane’ sert, karanlık rahatsız edici bir film ama final sahnesi itibarıyla özünde naif, duygusal bir yanı var. Sonuçta, her şey sevgi, şefkat ve kabullenme arayışına bağlanıyor.

        Seyirciyi rahatsız etmeye yönelik agresif sinema yapan yönetmenlerle aram çok iyi değildir. Ama ‘Titane’ın tek derdi rahatsız etmek değil; güçlü bir tematik odağı var. Ayrıca görsel olarak sağlam bir iş ve yönetmenlik iyi. Ama ‘Titane’ın özellikle ilk yarısında yönetmenin rahatsız edici film çekme arzusu galiba biraz öne çıkıyor. Aynı tavır ‘Irreversible’ (2002) ve ‘Funny Games’de (1997) de vardır. Seyirciye işkence çektirme arzusu hikâyenin önüne geçip görünür olduğunda, sizi bilmem ama benim filmle aramdaki mesafe açılmaya başlar. ‘Titane’ın ilk bölümünde de bunu sıkça yaşadım. Ne var ki, Vincent karakterinin dahil olduğu ikinci bölümle birlikte film giderek daha çok ilgimi çekmeye başladı.

        Her şey bittiğinde, Alexia’nın merhametsiz bir cinayet makinesi olması, fikri biraz abartılı, hatta gereksiz geldi bana. Çünkü filmden çıkardığımız arka plan hikâyesinin o karanlık bölgenin öyküsünü yazmamıza pek izin vermediğini düşünüyorum.

        Son olarak, tecrübeli Vincent Lindon ve ilk filminde gösterdiği sıra dışı performansla genç Agathe Rousselle’in oyunculuklarıyla filme çok şey kattığını belirtmem gerek.

        Beğenmediğim yanlarına rağmen ‘Titane’ın son tahlilde ilgiye değer ve akılda kalıcı bir film olduğunu düşünüyorum.

        7/10

        Diğer Yazılar