Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İspanyol yönetmen Pedro Almodovar’ın 2 dalda Oscar’a aday olan yeni filmi ‘Paralel Anneler’ (Madres paralelas), stüdyoda gerçekleşen profesyonel fotoğraf çekimleriyle açılıyor. Objektifin arkasında Janis (Penélope Cruz), karşısında ise adli antropolog Arturo (Israel Elejalde) var. Almodovar’ın kısa ve seri planlarla kurguladığı şık bir jenerik seyrediyoruz. Ama Janis ile Arturo’nun çekim sonrası yaptığı sohbet esnasında film birden faz değiştiriyor. Janis, İspanya İç Savaşı’nın ilk yıllarından kalma bir toplu mezardan söz ediyor Arturo’ya.

        Sonraki sahnede Janis, büyük dedesinin açık havada çektiği siyah beyaz fotoğrafları Arturo’ya gösterdiğinde, açılışta tanık olduğumuz portre çekimleri geliyor aklımıza. Almodovar’ın kasten oluşturduğu sert bir kontrast bu… İspanya’nın geçmişiyle bugününü yan yana getirmek istediği belli. İki kameranın arkasında ve önünde farklı çağlar, farklı kuşaklar var. Dışardan baktığınızda gördüğümüz değişim, ne kadar büyük olursa olsun, nesilden nesle geçen acıların hep aynı kalacağını hissediyoruz. Böylelikle Almodovar, ‘Paralel Anneler’in politik çerçevesini en baştan çiziyor; geçmişin acılarıyla yüzleşmediğimiz sürece yüzümüzü geleceğe dönemeyiz, diyor. Ama İspanya’da herkesin böyle düşünmediğini de vurguluyor.

        Filmin bir yerinde Ana (Milena Smit), İspanya’da geçmişin acılarını unutup geleceğe odaklanmaktan yana olan babasından alıntı yaptığında, Janis öfkeyle herkesin İç Savaş’la yüzleşmesi gerektiğinden; insanların yıllar önce katledilen yakınlarını usulüne uygun şekilde toprağa verme hakkından söz ediyor. O an, Janis ve Ana’nın ailelerinin İç Savaş’ta karşı karşıya gelen iki farklı taraftan olduğunu seziyoruz...

        Janis ile Ana’nın bir hastanenin kadın doğum bölümünde başlayan arkadaşlık hikâyesine biraz da İspanya’nın geçmişi üzerinden bakmamızı istiyor Almodovar. Böylelikle ‘Paralel Anneler’in açılışı ve finaline damga vuran politik tarihsel çerçeve ile orta bölümdeki annelik öyküsü arasındaki bağ belirginleşiyor.

        REKLAM

        Almodovar 40’larındaki Janis ile henüz reşit dahi olmayan Ana’nın ‘bekar annelik’ serüvenleri üzerinden öncelikle kadın dayanışmasının altını çiziyor. Janis ve Ana’nın arkadaşlığı ilerledikçe iki farklı geçmiş çıkıyor karşımıza. Janis, yalnız annelerin çocuk büyüttüğü bir aileden geliyor. Adını Janis Joplin’den alan Janis’in aile geçmişi, İç Savaş’tan 1960’ların hippilerine kadar uzanıyor. Sonuçta, erkeksiz ve özgür kadınların yetiştirdiği biri Janis. Kaza ile hamile kaldığında biyolojik babayı sorumluluklarından azat etme cesaretini göstererek çocuğunu tek başına büyütme kararı alıyor. Ana ise babası tarafından oyuncu annesi Teresa’dan (Aitana Sánchez-Gijón) uzak tutularak büyütülen, kendi yolunu bulmakta zorlanan bir genç kız. Yüzünü hiç görmediğimiz Ana’nın babasının filmin kötü adamı olduğu dahi söylenebilir. Çünkü Ana’nın babası, erkekliğin bütün olumsuz özelliklerini gösteren bir karakter. Hamile kaldığında kızını yıllardır uzak tuttuğu annesi Teresa’nın yanına gönderdiğini, zor durumlarda onu hep yalnız bıraktığını, sorumluluk istemeyen bir baba olduğunu anlıyoruz. Hayatta her şeyden çok oyunculuğu sevdiğini söyleyen Teresa da filmin anahtar karakterlerinden biri… Lorca’nın bizde ‘Kız Kurusu Gül Hanım’ diye bilinen oyunundaki Dona Rosita rolünü alarak kariyerinde önemli bir sıçrama yapınca, istemeyerek de olsa annelik görevini ikinci plana atmak zorunda kalıyor. Almodovar onu yargılamıyor. Tam aksine, kariyerine önem verdiği için eski eşi tarafından nasıl cezalandırıldığının altını çiziyor.

        REKLAM

        Teresa bir sahnede Janis’e tiyatro dünyasındaki solculardan ve kendi apolitik duruşundan bahsediyor. Konuşma sırasında Janis için bu tür tanımların çok şey ifade etmediğini fark ediyoruz. Çünkü Janis için büyük dedesini usulüne uygun şekilde toprağa vermek, erkeklere muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durmak, politize olmanın ötesinde öncelikle insani tercihler. Teresa’nın ‘Bende yok’ dediği annelik içgüdüsüyle öylesine bütünleşmiş durumda ki içgüdüsünün farkında bile görünmüyor. Hatta, Ana’ya annelik yaptığını fark etmediği dahi söylenebilir.

        Janis ve Ana’nın Janis Joplin’in yorumuyla ‘Summertime’ şarkısını dinledikleri, Janis’in bebekken hippi annesiyle çektirdikleri fotoğrafa baktıkları sahnenin filmde anahtar niteliği taşıdığını düşünüyorum. Almodovar, hikâyenin önemli anlarından biri olan bu sahnede hippilerin özgür yaşam tarzıyla Janis ve Ana’nın ‘alternatif aile’si arasında bağ kuruyor.

        Janis filmde, mükemmel karakter olarak çizilmiyor. Janis sezgisel olarak yanlış kararlar alabiliyor; gerçeklerden kaçabiliyor. Duyguları ve içgüdüleriyle yaşayan, katılıktan uzak esnek bir karakter... Politik duruşunu ise bir sahnede giydiği tişörtün üzerindeki yazı özetliyor: ‘Hepimiz feminist olmalıyız’…

        Bu sloganın, Almodovar’ın da paylaştığı bir görüş olduğunu hissetmemek mümkün değil. ‘Paralel Anneler’de olduğu gibi feminizmi, erkekleri de içine çeken geniş kapsamlı bir kadın dayanışması, hatta bir ruh hali olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Özellikle Janis’i, annesini ve büyük büyükannesini düşündüğümüzde, kadın dayanışmasıyla erkeksiz yetiştirilen birkaç kuşak çıkıyor karşımıza. Öte yandan, İç Savaş’ta kaybedilen erkekleri kaybetmenin acısı hiç dinmiyor. Hatta filmin temelde bu kayıp duygusu üzerinde şekillendiği söylenebilir. Almodovar özellikle son sahnede toplu mezarın üstünde yükselen kamerasıyla faşistlerin öldürdüğü insanlara göz yaşartıcı bir saygı duruşunda bulunuyor. O noktada, toplu mezarlarda veya benzer koşullarda hayatını kaybedenler geliyor aklınıza.

        ‘Paralel Anneler’in sürprizlerle ilerleyen, yer yer dağınık gibi görünen, birkaç yıla yayılan bir hikâye örgüsü var. Sadece annelik ve kayıplar üzerine bir film seyretmiyoruz. İşin içinde aşk, kıskançlık, ilişkiler ve ahlaki ikilemler var. Filmi sevmeyen birinin, Almodovar’ın öykünün içine çok şeyi boca ettiğini ve ipin ucunu kaçırdığını söylemesi mümkün. Filmi seyrederken ben de biraz öyle hissettim. Ama üzerine düşündükçe daha çok sevdim.

        Bir yerden sonra öyküye damgasını vuran ‘sürpriz’ açıkçası zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi bana. Buna karşılık, Janis’in bu sürprize verdiği tepkiyi inandırıcı ve anlamlı buldum. Çünkü Janis, tam da bu nedenle unutulmaz bir film karakteri haline geliyor. Özellikle, telefonun numarasını değiştirmesi çarpıcı. Sürpriz haberi öğrenince beklediğimiz gibi peş peşe 3 kişiyi arıyor. Kimseyi bulamayınca ve kendisiyle baş başa kalınca beklemediğimiz bir karar alıyor. Kendini dış etkenlere kapatıp, sadece işine ve anneliğe odaklanmaya karar veriyor. O noktada, anneliğin Janis için ne anlama geldiğini daha iyi anlıyoruz.

        Janis’in mezarın açılması talebiyle vakfa başvurması ve bu başvuruya yanıt gelmesi arasında yaşadıkları, aslında eski usul Yeşilçam filmlerindeki hızlı olay akışını akla getirmiyor değil. Ülke ve kültür fark etmeksizin tüm melodramların akraba olduğunu kabul edersek, Almodovar’ın amacının tam da bu olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hikâye, Janis’in yaşadığı ve bir türlü dinmeyen duygusal karmaşa üzerinden şekilleniyor. Fotoğraf merakını devraldığı büyük dedesinin cenazesine ulaşmak isterken hayat onu sürekli sınıyor: Kazayla hamile kaldığını öğreniyor, peş peşe önemli kararlar alıyor ve bebeğini doğurduktan sonra daha zor ikilemlerle yüzleşiyor. Bebeğine iyi bakamayan ve onun merhametine sığınmak isteyen İrlandalı üniversite öğrencisi bile onu tercihe zorluyor. Ama sezgileri, duyguları, esnekliği ve annelik içgüdüsü sayesinde her şeyle baş etmenin yolunu buluyor. Almodovar’ın, ‘Paralel Anneler’i hepimize umut veren sahici ve güçlü bir kadın portresi çizmek için çektiğini düşünüyorum.

        Penélope Cruz’un da Almodovar’ın önüne koyduğu fırsatı değerlendirdiğini ve kariyerinin en iyi performanslarından birini çıkararak haklı bir Oscar adaylığı aldığına inanıyorum. Ayrıca Ana rolünde Milena Smit ve Teresa’da Aitana Sánchez-Gijón da gayet iyiler… Janis’in yakın arkadaşı Elena’yı canlandıran Rossy de Palma’yı ve onun filme renk getiren varlığını unutmayalım.

        Filmin ikinci Oscar adaylığını da isabetli buluyorum. Hitchcock filmlerindeki Bernard Herrmann müziklerini akla getiren eski usul Hollywood tarzını sever Almodovar. Film müziğini, ‘Paralel Anneler’de olduğu gibi fon olmanın ötesine taşıyarak ‘noktalama işareti’ ve kontrpuan olarak kullanır genellikle. Dolayısıyla, filmlerinin müziğini yapan bestecilere geniş bir alan açar. Oscar’a aday olan Alberto Iglesias’ın bu alanı kreatif şekilde değerlendirdiği kesin.

        Filmin montajından da söz etmek gerekiyor. Kurgucu Teresa Font ve Almodovar, aralarında uzun süre olan zaman kesitlerini bazen basit kesmeyle birbirlerine bağlıyorlar. Ancak sahne ilerledikçe, aslında aradan uzun zaman geçmiş olduğunu anlıyoruz. Sevişme sahnesinden kesmeyle hastanenin kadın doğum bölümündeki sancılara geçmemiz mesela… İlerleyen bölümlerde sık sık karşımıza çıkıyor benzer geçişler. Janis’in evinde Arturo’yu beklediği sahnede, kapının çalmasının ardından sürpriz bir ‘flash-back’in içinde olduğumuzu fark ediyoruz. Kurgu derslerinde öğrencilere anlatılacak, ana karakterin ruh halleriyle bağlantılı hoş ve anlamlı denemeler bunlar.

        Almodovar filmlerinde evlerin iç mekân olarak karakterin ruhunu yansıtan görsel enerjisini severim. ‘Paralel Anneler’de kendini çok açık etmeyen ama profesyonellerin gözünden kaçmayacak denli sağlam, Antxón Gómez imzalı başarılı bir prodüksiyon tasarımı var. Özellikle Janis’in evi, her türlü sorunun üstesinden gelecek feminen enerjiyi yansıtan sıcak ve canlı bir mekân olarak geliyor karşımıza. Sözgelimi, Teresa’nın eve girer girmez konyak isteyerek hiç nazlanmadan kalbini Janis’e açmasına hiç şaşırmıyoruz. Janis’le Ana’nın mutfakta patatesli omlet yaptıkları sahnenin duygusu da akılda kalıcı.

        Son olarak, görüntü yönetmeni José Luis Alcaine’in de Almodovar’ın görsel dünyasına mükemmel şekilde hizmet eden sıcak, canlı ve gerçekçi resimlerle film önemli bir katkıda bulunduğunun altını çizelim.

        ‘Paralel Anneler’i sevdim. Ama kendinizi ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’, ‘Annem Hakkında Her Şey’ gibi bir Almodovar başyapıtına hazırlamayın, derim ben. Çünkü biraz hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Ama giderseniz her karesiyle Almodovar ruhu taşıyan sıcak ve mütevazı bir film bekliyor sizi.

        7/10

        Diğer Yazılar