Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        François Ozon en başından beri sürprizlerle dolu verimli bir yönetmendir. Daha ilk filmlerinden, alışageldiğimiz anlamda bir ‘art-house’ yönetmeni olmayacağı bellidir. Filmografisi, anlatım ve temalarıyla birbirinden çok farklı işler içerse de Ozon temelde ‘auteur sineması’ yapar. Filmleri üzerine derinlemesine çalışanların, ikiyüzlü konformist ahlak eleştirisi dahil birçok ortak nokta bulması mümkündür.

        Ozon’un dikkat çeken bir başka yanı, arada postmodern bir yaklaşımla anaakım sinema formlarından yola çıktığı, ‘Sekiz Kadın’ (8 femmes – 2002) ve ‘Kadın İsterse’ (Potiche – 2010) gibi, kadınların merkezde yer aldığı eğlenceli filmlere imza atmasıdır. Pascaline Chavenne imzalı kostümlerin öne çıktığı canlı, dinamik ve renkli dönem filmleridir bunlar. Yeni filmi ‘Suç Bende’ (Mon Crime), ‘aynı seri’nin üçüncü halkası gibi…

        Film, 1935 yılında Paris’te geçer. Aynı daireyi paylaşan Madeleine (Nadia Tereszkiewicz) ve Pauline (Rebecca Marder) aylardır kiralarını ödeyemeyen iki yakın arkadaştır. Madeleine oyuncu, Pauline ise avukattır ve her ikisi de işsizdir. Madeleine lastik fabrikatörünün oğlu André Bonnard (Édouard Sulpice) ile birliktedir. Ama babası, oğlunun ilişkisini onaylamaz. André ekonomik olarak tümüyle babasına bağımlıdır. Çalışıp para kazanmak gibi bir planı yoktur. Babasının ayarladığı kişiyle evlendikten sonra maddi açıdan rahatlamayı hedefler. Dolayısıyla, Madeleine’e evlenmeyi değil metresi olmasını önerir. Ancak bu sayede maddi açıdan ferahlayacaklarını söyler.

        REKLAM

        Üstelik, Madeleine büyük umutlarla gittiği iş görüşmesinde ünlü film yapımcısının tacizine uğramıştır. Aynı yapımcının Madeleine’in evden çıkmasının hemen ardından öldürülmesiyle hikâye şekillenmeye başlar. Olayı bir an önce çözmek isteyen soruşturma yargıcı Gustave Rabusset (Fabrice Luchini), Madeleine’i ifade vermesi için çağırır. Olaylar öyle bir şekilde gelişir ki Madeleine, avukatı Pauline’in onayıyla suçu üstlenmeye karar verir. Cinayeti, güçlü yapımcının tacizine uğrayan genç ve güzel bir kadın oyuncunun nefsi müdafaası olarak sunarlar. Her ikisi için de mesleklerinde ilerleme, yeni işler bulma fırsatıdır bu… Dönemin medyasını kullanarak olayı, ülke çapında bir habere dönüştürmeyi ve herkesin tarafını seçtiği bir tartışmaya çevirmeyi başarırlar. Kısa sürede sonuçlanan mahkeme süreci, filmin sadece belirli bir bölümünü kapsar. Hikâye, mahkeme sonrası sürpriz gelişmelerle devam eder. Madeleine ve Pauline karşılarına çıkan her sorunu ve krizi yeni planlarla çözerek ilerlerler…

        ‘Suç Bende’ daha ilk dakikalardan kendini gösteren bir ironi duygusuna sahip. Özellikle, Andre’nin yapacağı anlaşmalı evliliği Madeleine’e ‘romantik bir bağlamda’ sunması, filmin mizah duygusu hakkında fikir veren ilk sahnelerden biri. Daha önce yaptığı adli hatalarıyla tanınan özgüvensiz soruşturma yargıcı Rabusset’nin başarısız olma korkusuyla karşısına çıkan ilk cinayet senaryosuna atlaması, yine hoş bir komedi sahnesine vesile oluyor. Jüri üyeleri dahil herkesin erkek olduğu bir adalet sistemini yansıtan mahkeme süreci için de aynısı geçerli… ‘Suç Bende’, gerçekte işlenmeyen suçu üstlenmenin giderek daha eğlenceli olduğu yerlere geliyor ikinci yarısında. İmajın her şeyin önüne geçtiği, ahlaki değerler ve maddi çıkarların bir şekilde uzlaştırıldığı olaylar peş peşe yaşanıyor. Filmin mizahının önemli unsurlarından biri olan bu olay örgüsü, benzerine çok rastlamadığımız, nerdeyse alternatif bir suç öyküsü izlememize vesile oluyor.

        REKLAM

        Dönemin erkek egemen toplumuyla ilgili hoş gözlemler içeren filmin en başından itibaren gerçekçilik gibi bir hedefi olmadığını görmek mümkün. Öte yandan, Madeleine’in suçu üstlenmesi ile 1933’de yaşanan ve dönemin Fransız basınında uzun süre manşetlerden inmeyen iki gerçek cinayet vakası arasında tarihsel bağ kurulduğunu söylememiz gerek. Evet, ilk bakışta Ozon’un MeToo çağını hayali düzlemde 1930’ların Fransa’sında başlattığı bir film gibi geliyor bize… Ama tam da o yıllarda, çalıştıkları evin hanımıyla kızını öldüren Christine ve Léa Papin kardeşlere farklı açıdan bakan entelektüeller vardı Fransa’da. Toplumun dikkatini cinayetin arkasındaki sınıfsal öfkeye çekmeye çalışıyorlardı. Kendisini taciz eden babasını öldüren Violette Noziere de aynı dönemin çok konuşulan ve benzer tartışmaların odağında yer alan bir ismiydi.

        Soruşturma yargıcının ağzından ‘beraat’ olasılığını duyar duymaz Madeleine ve Pauline’i, suçu üstlenmeye götüren süreçte bu vakaların tüm Fransa’yı meşgul eden adli vakalar olmasının payı büyük… İki genç kadın, sadece suçun getireceği şöhreti değil, neden olacakları tartışma ortamını da önceden kestirebiliyorlar. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka nokta, Ozon’un 1930’ları MeToo ruhunun estiği sosyal ortamlardan biri olarak görmesi… Cinayet faillerine kurban olarak bakanların, toplumda yaygın kabul görmemelerine karşın Madeleine ve Pauline için sosyal zemini hazırladığını ima ediyor. 1930’lardaki bu gerçek vakaların, gazete manşetleri ve siyah beyaz kurmaca haber filmleriyle bize hatırlatılmasının ‘Suç Bende’yi gerçekçi kılmadığını belirtelim.

        Ozon göze hoş gelen stilize edilmiş, turistik Paris imajlarıyla geliyor karşımıza. Sözgelimi, Madeleine ve Pauline, Amerikan filmleri ve dizilerinde hâlâ tercih edilen tarzda, her şeyiyle Paris kokan bir dairede yaşıyorlar. Aynı yaklaşımı dış mekânlarda da görüyoruz. İki dünya savaşı arasında sürüp giden ekonomik sorunların varlığını hissediyoruz belki ama baştan sona rengarenk, ferah ve aydınlık bir film seyrediyoruz. Birçok dönem filminde karşımıza çıkan 1930’lara özgü kasvet ve karanlıktan iz yok. Dolayısıyla, tüm filmin François Ozon’un tasarladığı gerçeklikten uzak bir Paris dekorunda geçtiği söylenebilir.

        Filmin kalbindeki asıl mesele, iki genç kadının erkeklerin yönettiği bir dünyada karşılarına çıkan sorunları zekâ ve beceriyle çözmeleri; her seferinde eril iktidarı alt etmenin yollarını bulmaları… Risk almaktan hiç kaçınmıyorlar ve açıkçası filmdeki erkeklerin çoğundan daha akıllılar. Asıl önemlisi, medyayı da yönlendirmesini biliyorlar. Ozon burada erkekleri alt eden sezgisel güce övgü düzüyor. Sonuçta, kadınlığın gücü ve dayanışması üzerine bir film bu... Ama Madeleine ve Pauline’in zengin veya başarılı olmaktan ziyade başlangıçta sadece geçim mücadelesi verdiklerini unutmamak gerek. Anaakım senaryo kurallarına pek uymayan şekilde, filmin ilerleyen bölümlerinde aniden ortaya çıkan aktris Odette Chaumette (Isabelle Huppert) için de aynısı geçerli. O da aslında ‘sahneye çıkmak’tan ziyade hayata tutunmaya çalışıyor. Yıllar önce film endüstrisine dahil ettiği erkeğin zengin bir yapımcı haline gelmesi, onun ise efsane bir yıldız olmasına karşın maddi sıkıntılarla boğuşması, Ozon’un önümüze sunduğu detaylardan sadece biri.

        REKLAM

        Adını daha ilk sahnelerde duyduğumuz lastik fabrikatörü Bonnard (André Dussollier) da filme sonlara doğru dahil oluyor. Ozon, Fransız sinemasının iki yıldız oyuncusunu filmin ikinci yarısında ‘sahaya sürerek’ seyirciye adeta göz kırpıyor. Madeleine – Pauline ikilisinin dönemin efsane starı Sarah Bernhard’ı akla getiren Odette Chaumette ile Bonnard’ı buluşturma ve sorunları çözme planları, son bölümün hikâye örgüsüne damga vuruyor ve merak öğesini ayakta tutuyor. En başından itibaren yapımcının öldürülmesinden memnun olduğunu hiç saklamayan Palmarède’in (Dany Boon) de kızlara verdiği destekle öne çıkan, dramatik klişelere pek uymayan bir karakter olduğunu söylemek gerek.

        Ozon senaryoyu, 1934 tarihli, Georges Berr ve Louis Verneuil imzalı bir tiyatro oyunundan esinlenerek Philippe Piazzo ile birlikte yazmış. ‘True Confession (1937) ve ‘Cross My Heart’ (1946) adlı iki Amerikan filmine de esin kaynağı olan oyunun açıkçası filmin hikâyesiyle bağı zayıf. Ozon’un asıl esin kaynağı, kendisinin de söylediği gibi 1930’lu yılların Amerikan ‘screwball’ komedileri ve Ernst Lubitsch filmleri… Dönemin anaakım Hollywood sinemasında kendisine özgü gedikler açarak şaşırtıcı filmlere imza atan Lubitsch etkisini hissetmek mümkün. Aynı şekilde incelikli sosyal taşlama uzmanı Billy Wilder’ın mizahi yaklaşımını da hissediyorsunuz. Öte yandan, birçok sahnenin iç mekânlarda uzun diyaloglarla gelişmesi ve oyunculuğun öne çıkması, bende tiyatro duygusu da uyandırdı. Özellikle de ‘bulvar komedileri’ denen oyunları hatırladım. Ki finalde film gibi başlayıp tiyatro salonunda sona eren sahneyi unutmamak gerek.

        François Ozon, 2000’li yılların en iyi Fransız yönetmenleri arasındadır benim için. Belki ileride en iyi filmlerinden biri olarak anılmayacak ama ‘Suç Bende’yi 1930’lu yıllarda yaşanan benzer olaylarla kurduğu bağlar, işlenmeyen suçu üstlenme üzerine şekillenen hikâyesi, dönemin Amerikan sinemasına yaptığı göndermeler, ironi duygusu, komedinin tadını çıkaran oyuncuları ve Ozon’un zengin anlatımıyla baştan sona ilgiyle izlediğimi söyleyebilirim.

        7/10

        Diğer Yazılar