Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bundan 66 sene evvel, 1955 yılı 6 Eylül Salı günü İstanbul’un Beyoğlu semtini, kazıktan kurtulmuş davar sürüsüne benzer bir çapulca sürüsü bastı, yağma ve yıkım 7 Eylül Çarşamba günü de devam etti; “büyük talandan” kısa süre sonra İstiklal Caddesi boydan boya adeta sokağa atılmış kumaşlarla kaplandı, o “büyük talanın” resmini bize gösteren fotoğrafların önemli bir bölümünü Ara Güler çekti.

        O gün Ara Güler sokakta Orhan Kemal’e rastlar, beraber Harbiye’ye kadar yürürler. O sırada İstiklal Caddesi’nde her tarafı yakıp yıkıyorlar. Onlara Mehmet Cemal de katılır, Cemal Paşa’nın torunudur Mehmet… Annesinin kuyumcu ve süs eşyalarını satan “Gilda” adında bir dükkanı var, dükkanı yakacakları sırada Mehmet Cemal engellemeye çalışır, “Dükkan Cemal Paşa'nın” der, dinleyen kim, dükkanın ismi “gavurcadır” yıkmaya başlarlar, o anı anlatan Ara Güler, “Eğer o olay bugün olsaydı, İstanbul’da yakılmayacak tek dükkan kalmazdı, zira hepsinin adı gavurca şimdi…”

        Kısa bir süre zarfında olay tam anlamıyla bir “talana” dönüşür. Şehrin her yerinden kafileler halinde insanlar Beyoğlu’na, Nişantaşı’na, Karaköy’e hücum ederler. Gelenler yağmaya geliyorlar. Aldıklarını alıyor, giydiklerini giyiyor, geride kalanları ateşe veriyorlar. Mağazalara giriyorlar, soyunuyorlar, eski püskü kıyafetlerini orada bırakıyor, gıcır gıcır kıyafetler giyip çıkıyorlar. Kundura satan mağazalara giriyorlar, yırtık pırtık ayakkabılarını orada bırakıp pırıl pırıl rugan pabuçları giyerek talana devam ediyorlar. O sırada olup bitenlerin fotoğraflarını çeken Ara Güler, “Herif nah böyle olmuş çünkü üst üste altı tane palto giymiş götürüyor.”

        Bir başkası omzuna bir sürü kadın kürkü atmış koşuyor.

        *

        “6-7 Eylül talanının” işaret fişeğini 1955 yılının ortalarına doğru Hürriyet Gazetesi ateşledi. O sıralarda bir soru üzerine Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin bir sorunu yoktur” demiş olmasına rağmen böyle bir “sorunun” varlığını Hürriyet gazetesi bütün memlekete kabul ettirdi. İşin özü, bugün esaslı sorunlarımızdan biri olan “Kıbrıs sorunu” Hürriyet’in “bulduğu” bir sorundur.

        O yıllarda dünyada “bağımsızlık ateşi” hâlâ her yerde gürdü. Kıbrıslılar da İngiliz egemenliğinden kurtulmaya çabalıyordu. Hatta EOKA’nın öncülüğündeki Rumlar “kurtulmaya” razı değil aynı zamanda Yunanistan’la birleşmek (Enosis) arzusundaydılar. Oradaki Türk nüfusa da kötü davranıyorlardı.

        Hürriyet gazetesi olayları daha çok abartarak haber yapmaya başladı. Kamuoyu Makarios, Givas gibi isimlerle tanıştı. “Enosis” kelimesini duymayan kalmadı böylece. Kısa sürede nur topu gibi bir “Kıbrıs sorunu”muz doğdu.

        Sağcı öğrenci dernekleri hemen “soruna” sahip çıktılar. Türk Talebe Federasyonu ve Milli Türk Talebe Birliği ayrı ayrı ve ortak mitingler düzenlemeye başladılar. Mitingler büyüdükçe büyüdü, kitlesel katılımlar oldu, halk galeyana geldi. Bir süre sonra mitingler devlet radyosunda canlı yayınlanmaya başlandı. Yürüyüşlerin temel iki sloganı vardı:

        “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacak” ve “Ya Taksim ya Ölüm.”

        *

        1955 yılının Eylül ayına giderken “özel harp dairesi” hummalı bir faaliyet içindeydi.

        Önce Atatürk’ün Selanik’te bulunan müze evinde bir boma patladı. Bombayı oraya istihbarat elemanı Oktay Engin koymuştu.

        Bombanın haberini de aynı akşam İstanbul’da erken baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi patlattı.

        İstanbul Ekspres, 20 ile 30 bin satan bir gazeteydi. O gün iki ayrı baskı yaparak 290 bin bastı. Gazete hemen tükendi. Gazeteyi milliyetçi gençler her yerde elden dağıttılar. İstanbul dışında seçilmiş birçok işsiz güçsüz kamyonlara doldurularak İstanbul’a taşındı.

        Aynı günün öğleden sonrasında Taksim Meydanı’nda yapılan bir protesto yürüyüşünden sonra, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak, Rumlar ittir it kalacak” sloganlarıyla olaylar başladı.

        O gece sabaha kadar İstanbul sokakları aynı sloganla inledi. Beyoğlu, Kurtuluş, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Moda, Kuzguncuk ve Adalar’ın her yerini yangınlar sardı. Başta Rumların olmak üzere gayrimüslimlerin işyerlerine, evlerine, kiliselerine, okullarına ve mezarlıklarına hayasızca saldırıldı.

        O yıllarda Fenerbahçe’de “Ordünaryüs” lakabıyla fırtına gibi esen Lefter Küçükandonyadis adında efsane bir Rum futbolcu vardı. Büyükada’daki evine her gün harçlık verdiği gençler saldırdı, ailesiyle linçe uğradı, ölümden zor bela kurtuldu.

        Lefter yaşadıklarını daha sonra şöyle anlattı:

        “15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise taş ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan emniyet müdürü evime geldi. Gece gördüğü manzara karşısında ‘aman Allah'ım’ demişti. Çok sordular kim yaptı diye; ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

        Olayların tam ortasında kalmış Ermeni asıllı sinema oyuncusu Nubar Terziyan’ın anlatımı ise daha ayrıntılıdır:

        “… Karım mutfakta bulaşık yıkamakla meşguldü. Malum ya, kadınların kulakları hassas olur, birdenbire odaya hışımla girdi, bana doğru adeta koşarak geldi ve çok heyecanlı bir halde ‘Nubar galiba dışarıda bir şeyler oluyor, bir bakıver, yangın falan olmasın ne olur’ diye ısrar etti.

        Şöyle bir kulak kabarttım, evet bazı sesler duyuluyordu. Sesler yaklaştıkça kulakları sağır eden bağrışmalar giderek bizim eve doğru geliyordu. Sokak kapısını açıp dışarıya baktığım zaman kapının önünden geçen bir insan kalabalığı sel gibi akıyordu. Bu arada kalabalıktan çıkan koro halindeki ses dikkatimi çekti ‘Bayrak asın bayrak asın,’ diye bağırıyorlardı. Şaşkınlığım sürerken karım elinde tuttuğu bayrağı bana uzatarak, ‘Nubar bayrağı parmaklıklara asıver’ dedi. Birkaç dakika kapının önünde durup sel gibi akan kalabalıkları seyrettim. Bu kalabalık ne­reden çıkmıştı, nereye gidiyordu, bir türlü anlayamıyor­dum. Bu arada kırılan camların ve kepenklerin sesleri kulaklarıma geliyordu. Kalabalığın bir kısmı Şişli'den, bir kısmı Kurtuluş'tan geliyordu. Kervan gitgide uzuyordu. O zamanlar kız kardeşim Balıkpazarı'nda oturuyordu. Hemen eve girerek bir bayrak aldım. Kız kardeşime gitmeye karar vermiştim.

        Bu arada ben de akıntıya kapılmıştım, yollarda kırılan ve parçalanan vitrin camlarına basarak ve her kafadan çı­kan seslerin temposuna ayak uydurarak Taksim Meyda­nı'na gelmiştim. Taksim Meydanı'na geldiğim zaman büyük bir insan topluluğu ile karşılaştım. Bunlar bizden ev­vel buraya gelen grupların birikmesi olmalıydı. Yan tara­fımdaki kalabalığa bakınca ellerindeki tenekeleri gördüm. Ne idi bu tenekelerin içindeki? Bağrışmalar giderek artar­ken, grubun ön tarafındaki bazı kişilerin ‘Şu karşıdaki iba­det kiliseyi yakalım’ diye bağırdıklarını duydum. Her şeyi anlamıştım. Ellerindeki tenekelerde dükkanlardan aldıkları gazlar vardı. Tenekelerin içindeki gazlarla bu binayı tutuşturmaktı istedikleri. Nasıl olduğunu bilme­den kendimi yerde duran gaz tenekelerinin arkasında bul­muştum. Bu insanlar göz göre göre bu mabedi (kilise) ya­kıp harabeye çevireceklerdi. Fakat ne yapabilirdim? Burada bir vazifem vardı, bu işe mani olmak. Derken yine bir dalgalanma oldu, bunu fırsat bilerek önümde duran tene­keye birdenbire ayağımla yüklendim, tenekenin içindeki gaz yere dökülmeye başladı. Şimdi sıra ikinciye gelmişti. İkinci tenekenin önünde adeta nöbet tutuyor, kimsenin te­nekeyi almasına müsaade etmiyordum. Bu arada birdenbi­re ortalık karıştı, ben de bunu fırsat bilerek ikinci tenekeyi devirdim. Benim tenekeleri döktüğümü görmüş olmalı­lar ki, durmadan beni gösteren ve elleriyle de işaret ede­rek; ‘İşte orada, bu, orada’ diye bağıran kişiler ellerindeki sopaları sallayarak bana doğru geliyorlardı. Sopalarla ba­na yaklaşanların ellerindeki sopaların kafama inmesine adeta saniyeler kalmıştı ki ellerinde tüfeklerle askerlerimizi görünce sevincimden onlara doğru koştum.”

        *

        6 Eylül gecesi şehirde ilan edilen sıkıyönetim, sabah kaldırıldı. Talan ve yağma 7 Eylül günü de devam edince yeniden kondu. O gece iki bin kişi suçüstü yakalandı. Ancak Menderes hükümeti ve her şeyi bilen necip Türk basınına göre gerçek suçlular, talancı güruh ve onları harekete geçiren provokatörler değil, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Müeyyet Boratav, Dr. Can Boratav, Dr. Nihat Sargın, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve İlhan Berktay gibi “komünist”lerdi. Liste önceden hazırdı, 7 Eylül günü “komünist avı” başladı, 44 kişiyi içeri aldılar, aylarca tutuklu kaldıktan sonra hepsini serbest bıraktılar.

        Mina Urgan, “Bir Dinozorun Anıları” kitabında hadiseyi şöyle anlattı:

        “Millî galeyan, millî felâkete dönüşmüştü ve Adnan Menderes, bunun suçlusunun komünistler olması gerektiğine karar verdi. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa, hemen o sabah, ‘6-7 Eylül suçlusu olarak, solcular, Sultanahmet meydanında salkım salkım asılacak’ diye buyurdu. Bunun üzerine elli komünistin hemen tutuklanması emredildi. Bunların arasında ölenler ya da yıllardır İstanbul’a ayak basmayanlar vardı. Bu yüzden ancak kırk dört kişi tutuklandı.”

        Ayhan Aktar olayların 50. yıldönümünde, 2005 yılında Sabah Gazetesi için yazdığı bir dizi yazıda şunları söyledi:

        “Olayların sorumluluğunu komünistlere yıkma işi o kadar acemice tezgahlanmıştır ki, olaydan altı ay önce ölmüş biri ile o günlerde Doğu illerimizin birinde askerliğini yapmakta olan bir başkası da sanık olarak gösterilmişti. Son derece kötü şartlarda uzun bir tutukluluk süresi geçiren bu insanlar 1955 yılı Aralık ayının sonunda serbest bırakıldılar. Tutuklu olan Kıbrıs Türk Cemiyeti üyelerinin ise hapishane şartları çok rahattır. Hatta polisler tarafından bedava maça götürülmekte ve akşamları meyhaneye gitmelerine izin verilmektedir.”

        Bu olay üzerine Türk basınının çıkan birbirinden “muhteşem” yorumların içinde müstesna bir yeri olan milliyetçi-muhafazakar Peyami Safa'nın 7 Eylül günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan “Tuh!” başlıklı makalesi ibret vercididr, bir bölümü şöyle:

        “A sefil palikaryalar, âr damarı patlamış, hâyâsız it sürüleri, Londra’da milletlerarası hukuk yoluyla elde edemeyeceğinizi anladığınız bir neticeyi müdafaasız ve boş bir eve saldırmakta mı aradınız? Onu baştanbaşa havaya uçursaydınız bile, Türk, Yunan münasebetleri tarihinden Atatürk’ün adını, namussuz istilânızın, hâyâsız kaçışınızın ve Türk topraklarında yok oluşunuzun kaydını silebilir miydiniz? Bu ne ahmaklık, bu ne kahbelik, bu ne söz, bu ne hiçbir sözlükte kelimesi olmayacak kadar aşağının bayağısı saldırış… Tuh!”

        Oysa Atatürk’ün evine saldıran provokatörün adı ne Aziz Nesin ne de Kemal Tahir’di, bombayı patlatan “özel harp elemanı” Oktay Engin’di. Yunanistan’da yakalanmış, yargılanmış, ceza almıştı.

        Daha sonra da Türkiye’ye geldi, hukuk tahsili gördü, avukat stajından sonra Çankaya ve Marmaris kaymakamlığı yaptı, 1961’den sonra emniyet istihbaratında çalışmaya başladı, siyasi cinayetlerin ayyuka çıktığı 12 Eylül darbesine kadar kilit noktalarda görev yaptı, nihayet Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı'nın ardından Eskişehir ve Nevşehir Valiliği görevlerinde bulunduktan sonra emekli oldu.

        Halkı galeyana getiren “İstanbul Ekspres” gazetesinin sahibi Mithat Perin Demokrat Parti’den milletvekili, Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu ise Fransa’da uluslararası bir ajansın sahibi oldu.

        O dönemde Özel Harp Birimi’nde görevli bir subay olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği mülakatta “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size, muhteşem örgütlenme değil miydi?” diye sordu.

        “6-7 Eylül” talanı İstanbul’daki bilançosu 3 ölü, 30 yaralı olarak geçer kayıtlara. Mahkeme kayıtlarına göre, saldırılar sırasında 4 bin 340 atölye ve mağaza, 2 bin ev, 10 lokanta, 83 kilise, 27 eczane, 21 fabrika, 12 otel, 11 klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası ve 2 mezarlık yakılıp, yağmalandı. O zamanın parasıyla 150 milyon maddi hasar meydana geldi.

        Evet bu rakamlara bakınca gerçekten de “muhteşem” bir örgütlenme olduğu belli!

        *

        6-7 Eylül talanı, hakkıyla Türk edebiyatına yansımadı. Belki de hayatın gerçeğinin sanatın gerçeği karşısındaki çaresizliğindendir bilinmez… Bir papazı sokak ortasında sünnet etmeye kalkışmışlardı, buna okurunu inandırmak bir yazar için ne kadar zor olsa gerek.

        Sadece; o günleri yaşamış olan Orhan Kemal “Gurbet Kuşları” romanında genişçe yer verdi hadiseye. Sonradan Yılmaz Karakoyun’lu “Güz Sancısı”nı yazdı, filmini de yaptılar, yakın dönemde bir parça da Ahmet Ümit ve başkaları yer verdi romanlarında, o kadar…

        *

        Köyden kente göçün romanıdır “Gurbet Kuşları”, romanın kahramanı İflahsızın Mehmet de o “kuşlardan” birisidir.

        İflahsızın Mehmet, kendisinden önce şehre gelmiş işçi arkadaşı Kastamonulu Mehmet ile İstanbul’u gezmeye çıkarlar, yolları İstiklal Caddesine düşer, olayları bilen Kastamonulu o günleri İflahsıza anlatır:

        “…Millet kıyamet. Polisler bir yandan arka olur, millet coşmuş, kudurmuş. İnsanın aklı başından gidiyor. Dükkan kepenkleri mukavva gibi yırtılıyor. Kim yırtıyor? Belli değil. En korkak, en zayıf insan olmuş yedi başlı dev! O koca koca buzdolapları, o caanım avizeler, top top kumaşlar, o tabaklar, sürahiler… Şu bastığımız yerler kaldırımlar yok mu, tekmil ipekli yünlü serili. Bastığın yerler ipekli yünlü!

        İstanbul çığlık çığlık, İstanbul alev alev. Herkes sokaklara dökülmüştü. Yemi yiyeceği kimin gözü görüyordu? Fırlamışlardı. Koşuyor, koşuyorlardı. Herkesin gözü Beyoğlu’ndaydı. Ne varsa Beyoğlu’nda. Yıllar yılı bakılıp imrenilip ama ulaşılamayan, ulaşılamayacağı bilinen her şey Beyoğlu’nun koca vitrinlerinde (…)

        Günlerden beri kim kimler tarafından kulaklarında sokulup duran bu yağma bu yakıp yıkmayı çağırı sürüp gitmişti. İstanbullular daha çok da Anadolu’dan İstanbul’un yıkım yapım işlerinde çalışıp birkaç kuruşun yoluna bakmağa gelmiş dışarılıların kulaklarına fısıldanılmıştı. Radyolar dolusu tahrik radyolar dolusu köpük köpük heyecan İstanbulluların kanını alev alev bayrak bayrak coşturmuş, Türk milleti Ortaçağ’dan bile önceki Vandalizm’in Tahrip şuuruna itilmişti. İstanbul tahrip ediliyordu. İstanbul yaktırılıyor, yıktırılıyor yağma ettiriliyordu. Efendisini dövemeyenin uşağını tokatlaması cinsinden bir kin radyolar dolusu kusulup millete radyolar dolusu aktarılmış ‘Tahrip’ bir ‘Millî namus’ haline getirilmişti.

        Millet tavındaydı o gece. Ortaçağ ve ondan öncenin karanlıkları öne çıkmış dönen gözlerin salladığı kazmalar İstanbul’u İstanbullulara belki de yüzyıllarca boyu utanç verebilecek bir şuursuzlukla yıktırıyordu. Beyoğlu’ndan yükselen alev alev çığlıklar Kumkapı, Yenikapı, Samatya ve başka yerlerinkine karışıyor, İstanbul beş yüz yıl önceki gibi Fatih Sultan Mehmet’in askerlerinin ayakları altında kalmışçasına alev alev haykırıyordu.”

        Kastamonulu bunları anlatınca, olup bitenleri heyecanla dinleyen şehre yeni gelmiş İflahsızın Mehmet talandan pay kapmak için, “Ah be, dedi. Bilsem o yıl gelirdim..”der.

        Kastamonulu arkadaşının “hayıflanmasına” şöyle cevap verir:

        “İnsan en iyisi helalinden bir şeylere sahip olmalı. Helalinden olmadı mı yaramaz. Ne varsa helalinde var. İnsan çalışmalı, hep çalışmalı, yükselmeli. Kendi kazancın gibi yok!”

        6-7 Eylül talanı romanın bütün ruhuna sinmiştir. Başka bir sahnede, gecekonduda oturan bir aile arasında hadiseye tekrar döner Orhan Kemal, o da şöyle:

        “Ayaklarının yıkanması bitmişti. Karsının getirdiği bezle kurulayıp, 6-7 Eylül gecesi Beyoğlu talanından Zeytinburnu’ya getirilip el altından satılırken ucuza satın aldığı, Maçka, Şişli, Nişantaşı apartmanlarındaki beyefendilerin giydiği zarif terliklerini ayaklarına geçirdi.”

        Benzer bir sahneyi Murat Belge vaktiyle yazdığı bir yazıda şöyle anlatır:

        “Amiralis ayakkabıcı mağazası vardı Beyoğlu’nda. Bu olaydan bir iki hafta sonra yolum düşmüştü. Geniş mağazanın ortasına tahta bir kerevet yapıp kondurmuşlar, üstüne eski, yırtık, patlak ayakkabılar yığmışlardı. Mağazayı basıp raflardan, kutulardan ayakkabıları alıp giyenlerin geride bıraktıkları eski ayakkabıları... Herhalde ‘Ya Taksim ya ölüm!’ ya da ‘Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!’ sloganlarını haykırırken ayaklarına giydikleri şeylerin daha bir pırıltılı görünmesini istemişlerdi.

        Talan üzerine hadisenin müsebbibi olarak tutuklanan Aziz Nesin de “Salkım Salkım Asılacak Adamlar” kitabında hem “talandan” hem de başına gelenlerden bahseder o muhteşem mizahi üslubuyla ve hadiseyi tek cümleye özetler:

        “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak, çaldığım kürk hanımda kalacak.”

        *

        6-7 Eylül 1955’ten itibaren İstanbul’un Beyoğlu semti bir kültür-sanat merkezi olmaktan çıkıtı, o günden bugüne bir daha da belini doğrultamadı.

        Diğer Yazılar