Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Anıl Emre'nin yazı dizisi: ‘Baştan çıkarıcı büyük şeytan’la savaş

        Anıl EMRE /YAZI DİZİSİ 3/ GAZETE HABERTÜRK

        Seleficihatçı terörün, pek çoğumuzun belleğindeki ilk resmi, New York’un ortasında yanan iki kule olabilir. 11 Eylül 2001’de El Kaide terör örgütüne bağlı militanların, kaçırdıkları uçaklarla New York şehrindeki ikiz Dünya Ticaret Merkezi kulelerine ve ABD Savunma Bakanlığı’nın Virginia Eyaleti’nde yer alan ana merkezi Pentagon’a düzenledikleri saldırılarda, 3 bine yakın kişi hayatını kaybetmişti. Örgütün daha önce de Amerika dahil dünya çapında pek çok saldırısı olmuştu, ancak “Batı’nın kalbi”nde ilk defa bu kadar yüksek sayıda sivil ölümüyle sonuçlanan bir saldırı gerçekleştirmişlerdi.

        O günden beri cihatçı terör, dünyanın bir numaralı gündem maddesi olmaktan düşmüyor. Ancak modern anlamıyla Selefi cihatçılığın kökleri daha geride. Mısır’ın 3. Cumhurbaşkanı Enver Sedat’a 1981 yılında suikast düzenleyen El Cihat örgütünü ya da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü cihatçı akımının başlangıcı olarak sayan tarihçiler ve uzmanlar olsa da genel kabul, günümüzde görülen akımın tohumlarının Afganistan’da atıldığı.

        80’li yıllar boyunca Afganistan’daki Sovyet işgaline ve Sovyet yanlısı komünist yönetime karşı savaşmak için dünyanın birçok yerinden Afganistan’a giden, Amerika ve Körfez ülkeleri tarafından eğitilip finanse edilen 25 bin civarında savaşçı, modern cihadın ataları, bugünkü “savaşçılar”ın ilk jenerasyonu sayılabilir.

        FİLMİN SON SAHNESİ: HER ŞEYİ MAHVETTİK

        Ancak 10 yıl süren uzun ve yıkıcı bir savaşın ardından, Afganistan küllerinden doğmayı başaramadı. Başrolünde Tom Hanks’in oynadığı, Afgan mücahitlerine finansman sağlayan ABD’li senatör Charlie Wilson’ın hikâyesinin anlatıldığı 2007 yapımı “Charlie Wilson’ın Savaşı” adlı filmin son sahneleri, bugün karşılaşacağımız manzaranın habercisidir. Mücahitlerin eğitimi ve silahlanması için kaynak bulmayı başaran Wilson, savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşası için fon bulamaz. Politikacılar, Afganistan’ın kalkınmasıyla, ülkenin çocukları için okul, hastane yapımı gibi projelerle ilgilenmemektedir. Onlar için önemli olan, komünist Sovyetler’le savaşılmış ve kazanılmış olmasıdır. Wilson’ın final sahnesindeki sözleri çarpıcıdır: “Tüm bunlar oldu. Müthiş şeylerdi ve dünyayı değiştirdiler. Ama sonunda her şeyi mahvettik.”

        Savaş yorgunu olan ve otorite boşluğundan kaynaklanan aşiret çatışmalarının pençesindeki Afganistan, Molla Ömer’in liderliğindeki Taliban örgütünün yönetimine girdi. 2001 yılındaki ABD işgaline kadar, başta El Kaide olmak üzere, ülke birçok radikal örgüte ev sahipliği yaptı. Cihatçıların askeri eğitimi, ideolojik şekillenmesi, sayılarını artırmaları ve daha organize gruplar haline gelmelerinde Afganistan önemli rol oynadı. Aynı bugün Suriye’de olduğu gibi... Sovyetler’e karşı savaşmış mücahitler, 1990’larda da sahadaydılar. Bosna’da, Kosova’da, Çeçenistan’da savaştılar. Mobilize olarak, askeri eğitim ve becerilerini dünyanın her yerine taşıyabilecek bir profesyonel cihatçılar sınıfı oluşmuştu.

        "ÜMMETİ KORUMAK" MI, BATI NEFRETİ Mİ?

        Ancak o yılların motivasyonu Afganistan’da Sovyetler’e, Bosna ve Kosova’da Sırplara, Çeçenistan’da Ruslara karşı savaşarak “ümmeti korumak” olsa da, cihatçıların ana motivasyonu yerini zamanla Batı düşmanlığına bıraktı. El Kaide’nin 2011’de Pakistan’da Amerikan özel birlikleri tarafından öldürülen lideri Usame bin Ladin’in geçirdiği kişisel değişim de buna işaret ediyor. Araştırmacı Lawrence Wright, El Kaide’yi anlattığı “The Looming Tower” adlı kitabında, Bin Ladin’in, akıl hocası Abdullah Azzam ile Afgan cihadının bitiminden sonra görüş ayrılığına düştüğünü anlatıyor. Önceleri, “sivillere yönelik terörizmi İslam’a aykırı gören” Azzam’ın etkisinde olan Bin Ladin, sağ kolu ve bugün El Kaide’nin başındaki isim Ayman El-Zevahiri sayesinde, 1966’da Mısır’da idam edilen Seyyid Kutub’un öğretilerinin etkisinde kalmaya başladı. Kutub, Müslümanların en büyük düşmanını “Avrupa ve Amerika’daki beyaz adam” olarak görüyor, modernleşmenin ve Batı’nın değerlerinin İslam dünyasının önündeki en büyük tehlike olduğunu düşünüyordu. 20 yıl boyunca El Kaide terör örgütünün stratejisi, başta ABD’ye ait olmak üzere, askeri, ticari, sivil gözetmeksizin Batı’nın dünyanın her yerindeki hedeflerine saldırmak oldu. Afgan cihadı sonrası Bin Ladin’le birlikte cihadın yeni jenerasyonları intihar bombacıları, yeni yöntemi de terör olmuştu.

        MÜSLÜMANLARIN GÖZÜNDEKİ MÜFLİS: MODERNLEŞME

        Yaşayan en ünlü Ortadoğu tarihçisi kabul edilen Bernard Lewis, “köktendinciler”in, İslam dünyasının sorunlarının yeterince modernleşememekten değil, aşırı modernleşmekten kaynaklandığını düşündüklerini söylüyor: “Mücadeleleri, Batılı düşmana olduğu kadar, kendi ülkelerini Batılılaştıran düşmana karşı... ‘Kâfirce’ uygulamaları Batı’dan ithal edip Müslümanlara empoze edenlere karşı... Müslümanların görevini bu ‘kâfir liderler’i devirmek olarak görüyorlar. Bunu Batılı destekçilerini yenerek ve bölgeden kovarak, getirdikleri yasaları, kurumları, sosyal gelenekleri yok ederek, özünde yaşam tarzlarını yok ederek, tamamen İslami bir yaşam tarzına ülkelerini döndürerek yapmak istiyorlar.” Dolayısıyla Batı’ya olan nefret, Ortadoğu’daki varlığı kadar, temsil ettiği değerlerden de kaynaklanıyor. “Arap dünyasının demokrasiyle imtihanının hiç de parlak sonuçlar vermediğini” söyleyen Lewis, bunca “diktatörel” deneyimden sonra birçok Müslüman’ın modernleşmeyi “iflas etmiş bir model” olarak görmesinin sürpriz olmadığını belirtiyor: “Kutsal bir geçmişe dönüş adına modernleşmenin reddi de birçok radikal hareketin ortaya çıkmasını sağladı.”

        "ASIL AMAÇ PSİKOLOJİK ZAFER"

        Bernard Lewis, İran İslami devrimi lideri Ayetullah Humeyni’nin Amerika’yı “büyük şeytan” olarak nitelemesinin önemine dikkat çekiyor: “Kuran’a baktığınızda, şeytanın, ‘insanın kalbine fısıldayan sinsi baştan çıkarıcı’ olarak tarif edildiğini görürsünüz. Ne bir işgalci ne de bir sömürgecidir, aslen bir baştan çıkarıcıdır. Ve El Kaide gibi örgütler için de Müslümanlara empoze etmek istedikleri İslam anlayışına en büyük tehdit, Amerika’nın baştan çıkarıcılığıdır.” Bunu, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın, son Paris saldırıları sonrasındaki sözlerinde de görmek mümkün: “Bu saldırılar Fransa’ya karşı yapıldı, ülkemizde ve dünyanın her yerinde savunduğumuz değerlere karşı, kimliğimize karşı yapıldı. Yani özgür bir ülkeye, tüm dünya için anlam ifade eden bir özgürlüğe karşı.” Lewis, 2000’li yıllarda medyanın gücünün de teröre hedef değiştirttiğini düşünüyor: “Artık sadece çeşitli düşmanlar değil, dünya kamuoyunun düşünceleri, kanaatleri hedef alınıyor. Asıl amaç düşmanı yenmek ya da askeri açıdan zayıflatmaktan öte kamuoyu yaratmak, psikolojik bir zafer.” Paris saldırısı sonrası, bu sözlerin yeni bir anlam kazandığı söylenebilir. Parislilerin gündelik yaşamını hedef alan teröristler; yayınladıkları mesajlarda, sadece bu şehrin sakinlerinin değil tüm Avrupa’nın artık “süpermarkete giderken bile korkacaklarını” vurguluyorlardı.

        "YAŞAM TARZI" TERÖRİZMİ

        Bugün cihatçı terörün ana motivasyonunun Batı düşmanlığı olduğunu, radikalizmin dindarlıktan çok Batı karşıtlığı üzerinden kurgulandığını tespit etmek mümkün. İslam konusundaki bilgileri kısıtlı olan, dindar bir yaşam tarzı sahibi olmayan birçok “Batılı” kişinin de bu örgütlere katıldığı düşünüldüğünde, bunları motive eden güçlü faktörün Selefi cihatçı bir İslami dürtü değil, içinde yaşadıkları ancak bir parçası olamadıkları Batılı yaşam tarzından “intikam” alma isteği olduğu öne çıkıyor. Radikalleşen Avrupalı Müslümanların neredeyse tamamı, topluma entegre olamamış, kendilerini dışladığını düşündükleri yaşam tarzına karşı “bilenen” gençler... Paris’teki saldırıların bistrolara, restoranlara, konser salonuna yönelik olması da Batılı yaşam tarzının hedef alındığını gösteriyor. Cihatçı Selefi bir İslam anlayışı kadar; bundan daha çok da Batı’yı, politikalarını, değerlerini reddetmek; tüm bu örgüt ve akımları bağlayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. 1800’lerin sonunda Hindistan’ı işgal eden İngilizlerin eğitim anlayışlarını empoze etmelerine isyan olarak ortaya çıkan ve Taliban lideri Molla Ömer’den Mumbai’de Oberoi Oteli’ne saldıran Lashkar e-Taiba militanlarına kadar birçok teröristin yetiştiği Deobandi medreselerini; Müslümanların en büyük düşmanını “Batılı beyaz adamın değerleri” olarak gören Seyid Kutub’u; Nijerya’da okul yakan ve öğrenci kaçıran, anlamı “Batılı eğitim haramdır” anlamına gelen Boko Haram’ı ve Paris’teki saldırılardan sonra “fuhuşun ve müstehcenliğin başkentinin vurulduğunu” açıklayan DAEŞ’i birleştiren ortak payda, batı düşmanlığı. Terör örgütlerinin, özellikle de DAEŞ’in saldırılarından sonra, “Batı’nın elini Ortadoğu’dan çekmesi gerektiği, yoksa bu saldırıların devam edeceği” tarzında tehditler savrulsa da mesele sadece Batı’yı hizaya getirmek değil, nefret duyulan “Batılı yaşam tarzı”na da saldırmak.

        YARIN: ‘SELF SERVİS’ TERÖR... AVRUPA’NIN BEYRUT’U... RADİKALİZMLE MÜCADELE...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ