Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Murakami’nin Anna Karenina’sı

        Gülenay BÖREKÇİ/ GAZETE HABERTÜRK

        Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder, “Ölüler uyuyamaz” diye şahane bir söz sarf etmiş. Hayranlarını her sene sükûtu hayale uğratan ve besbelli ilelebet “Gönüllerin Nobellisi” kalacak Haruki Murakami de onun gibi düşünüyor olmalı. Kat Menschik’in gece mavisi mürekkeple hazırladığı muazzam illüstrasyonlar eşliğinde yayınlanan nefis -ve korkunçnovella’sındaki yorgun anlatıcıyla tanıştığınızda, siz de anlayacaksınız: Uykusuzluk denen şey, günlerle gecelerin aynılaştığı tekdüze bir hayattan, daha doğrusu hayata falan da hiç benzemeyen “ölü” bir dirilikten başka bir şey değil... Ölümün ta kendisi!

        KOCASINI ÇİKOLATAYLA VE KİTAPLARLA ALDATAN KADIN

        “Uyku” adlı bu küçük güzel kitaba dair biraz daha ayrıntı vermeme müsaade edin... Murakami’nin 17 gündür uyuyamadığından yüzü bembeyaz olmuş, gözleri mor halkalarla çevrelenmiş kahramanı gündüzleri gayet normal bir hayat sürüyor. Sabah inanılmaz çirkin olduğunu bir şekilde öğrendiğimiz ama bu çirkinliğin tam olarak neye benzediği konusunda herhangi bir ipucu elde edemediğimiz diş hekimi kocasına bir fincan kahve yapıyor ve onu “Dikkatli ol” diyerek uğurluyor. Adam da her gün aynı kısa cevabı veriyor karısına: “Merak etme.” Sonrası da net bir şekilde önceden belirlenmiş sanki: Koca öğlen eve yemeğe geliyor, keyfi yerindeyse sevişiyorlar, kadın sevişirken tatmin olmasa da olmuş gibi yapıyor. Sonra koca, muayenehanesine, kadın da yüzmeye gidiyor. Akşamüstü okuldan dönen küçük oğlu biraz oyun oynuyor, biraz ders çalışıyor. Ardından ailecek yemeklerini yiyor ve yatıyorlar. Her şey normal... Ama işte kadın uyuyamıyor. Şimdi soruyorum: İnsan bu kadar sıkıcı, renksiz, ruhsuz bir hayat sürecekse, uykusuz kalmasının ne manası var? Neyse ki çok geçmeden anlatıcımızın hikâyesini ilgi çekici bulmaya başlıyoruz. Bir gece, kocası yattıktan sonra karşı koyamadığı bir arzuyla yıllardır ihmal ettiği kitaplığına bakıyor ve tek ihtiyacı olan şey buymuş gibi Tolstoy’un “Anna Karenina”sına uzanıyor.

        O an bir rüzgâr esecek, hayatı hızla değişecektir. Aynaya baktığında kendi yansımasında, daha önce hiç görmediği türden bir güzellik keşfedecektir mesela. Sonra iştahı açılacaktır ve sağlıklı beslenme tutkusundan vazgeçip konyak eşliğinde çikolata yemeğe başlayacaktır. Gelin görün ki bu değişimi fark eden bir kendidir, bir de biz, yani okur; kocasıyla oğlu için her şey hâlâ aynıdır. (Aklıma gelmişken; Murakami’nin kahramanıyla Tolstoy’un Anna’sı birbirine çok benzemiyor mu? Farklar yok değil elbette. Mesela Anna’nın gizli hayatında öldürücü bir yasak aşk var, Murakami’nin kahramanı ise gizli hayatında kitap okuyor. Ama sıkıcı koca, varlığıyla yokluğu belli olmayan oğul ve gündelik hayatın biteviyeliği tamamen aynı. Kadının kocasını konyak, çikolata ve kitaplarla aldatması konseptiyse Murakami’vâri apayrı bir güzellik.)

        UYANIKKEN ARZULARINI BASTIRIRSIN, DÜŞÜNDE ASLA!

        Birkaç mühim detay daha var aslında fakat onlardan bahsedersem, bu leziz novella’nın tadı kaçabilir. (Hem zaten eminim ki ilk sayfalarda karşımıza çıkan o tekinsiz görünümlü adam üzerine siz de düşüneceksiniz ve hikâye ilerledikçe sırrı çözecek anahtarın onun elinde bulunduğunu fark edeceksiniz.) Sırrı çözecek bir başka anahtar da yazarın “Sahilde Kafka” adlı romanındaki cümlelerde: “Bana sorarsan sen düş gücünden, bilhassa da düşlerinden korkuyorsun. Hatta belki esas korktuğun şey, düşlerinde üstlenmek zorunda kalacağın sorumluluklardır. Sonuçta uyanıkken hayallerini, arzularını yok saymaya devam edebilirsin ama düşlerini bastırman mümkün değil.”

        MURAKAMİ, KAPADOKYA VE YERİNDE BİR KARAR

        Geçen hafta fonda peribacaları, öndeyse dünyanın dört bir yanından gelen ve yörenin eşsiz güzellikteki vadilerinde, tepelerinde gece ve gündüz toplam 110 kilometre koşan 1000 atletle birlikte Kapadokya’daydım. Japon yazar Murakami’nin orada ne aradığını merak ediyorsanız, lütfen okuyun.

        Dik kayalıkları aşıp Zemi Vadisi patikalarından yumuşak zeminli platolara geliyor, Güvercinlik Vadisi’ni takip ederek tamamen doğal Uçhisar Kalesi’ne tırmanıyor, önce Aşk Vadisi’ne iniyor ardından Akvadi üzerindeki patika ve toprak yollardan geçerek Göreme’ye varıyorlar. Arada düz yollardan da geçiyorlar elbette ve sonra peri bacalarının en iyi izlenebildiği Kızılçukur ve Güllüdere vadilerini takip ederek terk edilmiş köylerdeki eski Rum evlerinin arasından geçiyor, Çavuşin üzerinden Akdağ’a çıkarak Ürgüp’teki son etaba ulaşıyorlar. 24-25 Ekim’de The North Face® Kapadokya Ultra Trail için 44 ülkeden gelen 1000 atletten bahsediyorum. Üstelik aralarında arkadaşlarım var. Mesela Ayçağ Bıçakcı, Aslı Öktener ve İnci Döndaş...

        Ama n’aparsınız ki onlar koşuyor, ben seyrediyorum. 30, 60 ve 110 km’lik 3 parkurda düzenlenen ve toplam 3360 m tırmanışı da kapsayan Ultra Trail’in bazı etaplarını izlerken hem nefesimi tutuyor hem de açık açık, resmen, utanmadan imreniyorum. İyi ki yanıma Murakami’lerimi almışım. Yalnız kalınca elimi çantama atıp “Koşmasaydım Yazamazdım”ı çıkarıyorum. Hani yazarın en büyük iki tutkusunu birbiriyle uzlaştırdığı şu ilginç otobiyografiyi. Okurların sıklıkla sorduğu bir soruyla başlıyor kitap: “Murakami Bey, insan sizin kadar sağlıklı bir hayat sürünce zamanla roman yazamaz hale gelmez mi?” Eh, “Murakami Bey”, nasıl cevaplıyor acaba bu soruyu? “Koşmasaydım Yazamazdım”dan okuyorum: “Roman yazmaya çalışırken, insanlığın temelinde bulunan zehir gibi bir şeyi istemesek de saklandığı yerden çekip çıkarır, görünür kılarız. Yazarlar az ya da çok maruz kalır bu zehre. Hem o olmasa, gerçek anlamda bir yaratıcılık eylemi de ortaya konulamaz. (Balonbalığının zehirli kısmının aynı zamanda en lezzetli kısmı olmasına tıpatıp benzeyen bir durum olmalı.) Ama benim bir tezim var: Gerçekten sağlıksız olan şeylerle uğraşmak isteyen insan mümkün olduğunca sağlıklı kalmak zorundadır. Yani sağlıksız bir ruh bile sağlıklı vücuda gereksinim duyar. İşte ben, bu yüzden koşmayı sürdürüyorum.” Ne kadar güzel, öyle değil mi? Uzatmayayım; koşmasaydı yazamayacak hatta belki yaşayamayacak olan Murakami’den ve dünyanın dört bir yanından Kapadokya’ya koşmaya gelen atletlerden ilhamla bu hafta ben de spora başladım.

        Şimdilik bir spor salonunda, koşu bandının güvenli zemininde... (HT Ekler’in görsel yönetmeni olan arkadaşım Didem Yılmaz’ın yaptığı baskıların da payı olmuştur belki.) Belli mi olur, seneye The North Face® Kapadokya Ultra Trail’in 110 değilse bile 30 km’lik parkurunda karşılaşabiliriz. Murakami’nin bahsettiği şu “zehir” konusuyla o zaman ilgilenmeye başlayabilirim.

        KULAĞA KÜPE

        “İmkânsızın Şarkısı”, “Zemberekkuşu’nun Güncesi”, “Yaban Koyununun İzinde”, “Sahilde Kafka”, “Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu”, “1Q84” ve “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” adlı romanların yaratıcısı Haruki Murakami’yi Gönül Abla olarak hayal edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum. Daha doğrusu bir süre öncesine kadar edemezdim. Fakat belki hatırlarsınız; yazarımız 2015’in başlarında “Mr. Murakami’nin Sarayı” diye bir blog açmış ve bir süreliğine okurlarının Gönül Abla’lığına soyunmuştu. (Yanlış anlaşılmasın, Gönül Abla lafını, bizde insanların şahsi dertlerini okuyup onlara çözüm konusunda yardımcı olan yazarlara verilen genel ad bu olduğu için, ben yakıştırdım; boş yere başka manalar aramayınız.)

        Neticede röportaj vermeyi sevmeyen, en yakın dostları kediler olan, üstelik hayatta katıldığı en faal etkinlik tek başına müzik dinlemek ve -evet, elbette tek başına- koşmak olan bir yazardan söz ediyoruz, o yüzden bu dert dinleme hadisesi bana ilginç geldi. Sağda solda yayınlanan soru ve cevapları da haliyle dikkatle okudum. Çok genç bir okuruna verdiği cevap en güzelleridendi: “Yetişkinlik hiç de harikulade bir şey sayılmaz. Bu kavram daha ziyade içi boş bir kutu gibidir ve onu neyle dolduracağın tamamen senin sorumluluğundadır. Başarıya gelince, pek de kolay elde edilmez. Ama ne acelen var ki! Sen yetişkin olma halinin içini azar azar doldurdukça hayaline biraz daha yaklaşacaksın; sabırlı ol.” Açıkçası spora gözüm korka korka başladığım günlerde bunları kulağa küpe niyetine okuyorum.

        DENEME

        Elias Canetti başyapıtı “Körleşme”yi yazdığında henüz 26’sındaydı. Nazi Almanya’sında yasaklanan bu eseri bir başka dev eser, “Kitle ve İktidar” izledi... Sel Yayıncılık’ın, başka büyük yazarların yanı sıra, 1981’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Canetti’nin bütün eserlerini yayınlama kararı alması son yıllarda yayıncılığımızın başına gelen en iyi şeylerden. “Sözcüklerin Bilinci” adlı bu kitapta toplanan denemeler de hem bugün de okunmayı hak edecek kadar önemli hem de Canetti’nin bir felsefeci ve yazar olarak değerini kuvvetle ortaya koyan çalışmalar. Kitapta yazarın Kafka, Tolstoy, Kraus ve Büchner gibi edebiyatçılara, Hitler gibi siyasi şahsiyetlere ve Hiroşima gibi insanlığın şahit olduğu korkunç yıkımlara dair makaleleri yer alıyor.

        ROMAN

        “Fenerden Taşınan Işık”, “ Lataşiba: İki Kentin Arasında”, “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” adlı kitaplarıyla tanıdığımız İrem Uşar’ın ilk romanı “Ben Ayrıkotu” aslında 2008’de yayımlanmıştı. Gözden geçirilmiş baskısıyla şimdi yeniden raflarda. ON8 Yayınları etiketli romanda gerçekle hayal arasındaki gölgeli alanlarda dolaşan yazar kendini kimseye ait hissedemeyen bir gencin tanımadığı insanlara, en tehlikesiz yol olan yazıyla ulaşma ve imzasız mektuplar aracılığıyla o insanlarla iletişime geçme çabasını anlatıyor. 19 yaşındaki kahramanımız her gün evden çıkar, apartmanların zillerine bakıp içlerinden hoşuna giden isimleri seçer, ardından o kişilere imzasız mektuplar gönderir. Kimseye söyleyemediklerini herkese anlatmak için. Ta ki sonunda hiç beklemediği birine yakalanana dek...

        BİYOGRAFİ

        JoseSaramago, Sylvia Plath ve Virginia Woolf, Kırmızı Kedi’nin listesinde parlayan mücevherlerden birkaçı. “Varolma Anları”, mavi ya da eflatun kapaklı Virginia Woolf serisinin en yenisi. Dosyalarda kalmış, çoğunlukla otobiyografik ama yazarın hayattayken yayımlatmadığı yazılardan oluşuyor. “Gerek üslupları, gerekse açıklıkla ve içtenlikle kâğıda dökülüşleri açısından kitaptaki metinler, Woolf’un günlüklerinde kendi hakkında anlattıklarının çok ötesine gidiyor, çok daha derinlere iniyor.

        Yaşasaydı, her zaman yaptığı gibi bu yazıların da üzerinden mutlaka tekrar tekrar geçer, onları bir kitap bütünlüğüne getirirdi” diyor çevirmeni İlknur Özdemir. Öte yandan, Woolf serisinin bütün kitaplarını çeviren Özdemir’e göre “Varolma Anları”, yazarın ölümünden sonra yayınlanmış en önemli eseri.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ