Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Memati'den itiraf!

        Çanakkale Zaferi’ni bu kez küçük insanların büyük hikâyeleriyle izliyoruz. Çanakkale Yolun Sonu filmi, 18 Mart öncesi vizyona yetişti. 40 günde 10 bin figüranla çekilen filmi Berrak Tüzünataç, Umut Kurt ve Gürkan Uygun anlattı

        Aysun ÖZ KAŞİ / HT CUMARTESİ

        18 Mart Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü geldi ve Serdar Akar’ın Çanakkale Yolun Sonu filmi vizyona girdi. Ancak bu kez destansı bir filmyok karşımızda... Küçük insanların büyük hikâyelerini anlatan görkemli bir hikâye var. Sadece insan hikâyeleriyle değil, efektler ve kullanılan tekniklerle de Hollywood’dan ilhamalan bu filmi başrol oyuncuları Gürkan Uygun, Umut Kurt ve Berrak Tüzünataç’la konuştuk...

        2 buçuk kilometrelik siperde; toz, toprak ve akrepler içinde çekilen, aralarında atların da olduğu 10 bin figüranlı filmin perde arkasını onlardan dinledik... 

        Niye yolun sonu?

        Gürkan Uygun: Bizim için başı ama düşman kuvvetleri için yolun sonu.

        Berrak Tüzünataç: Çanakkale geçilmiyor ya... Bu filmde destansı bir hikâye değil, insan hikâyeleri var...

        Umut Kurt: Detay bir hikâye anlatıyoruz. Birçok küçük insan ve hepsinin kendi hikâyesi var. İki kardeş Muhsin ve Hasan savaşmak istemiyor ama ailelerini bırakmak zorunda kalıyorlar. Tahsilli ve güzel Behice Hemşire de gönüllü olarak cepheye geliyor. Hepsinin tek amacı var, vatanı korumak. Canlandırdığım Hasan karakteri ava bile çıkamıyor. Bir hayvana zarar veremezken orada keskin nişancıya dönüşüyor. G.U.: Vatan sevgisinin dönüştürme gücü bu... Muhsin beslenebilmek için ava çıkıyor ama insan öldürmekten imtina ediyor. Konu vatan olunca iş değişiyor. Böyle insan hikâyeleri filmleri belgesel havasından çıkarıyor, daha samimi oluyor. Senaryoda birçok insanın duygularını karşılayacak bir duygu vardı. Bir annenin duygusu da bir aşk hikâyesi de...

        ‘DÜŞMAN BAHÇEMİZİ MAHVEDER!’

        Behice’nin hikâyesi de enteresan...

        B.T.: Behice, o yıllarda 4 dil bilen, tahsilli güzel bir kadın. Saldırı altında olan bir ulustan bahsediyoruz. Savunmaya geçme refleksi var herkeste. Behice çok daha konforlu ve rahat bir hayat yaşayabilecekken cephede olmayı tercih ediyor. Bu da Behice’nin idealist biri olduğunu gösteriyor.

        G.U.: Biri de sadece bahçesini korumak için geliyor. “Bahçemiz var, düşman ürünümüzü, hasadımızı mahveder” diyor. O duyguyla geliyor ama içinde yine toprak var. Bunun gibi karakterler hikâyeyi canlandırıyor. 

        Çok acı çekmiş bir memleketin insanlarıyız fakat dünyada öyle değilmiş gibi algılanıyor.

        G.U.: Bu hâlâ devam eden soğuk savaşın reaksiyonları... 1453’ten beri bu topraklar üzerinde bir hedef var. Doğu Roma’nın yıkılıp İstanbul’un Müslümanların eline geçmesi onlar için çok ağırdı. Çanakkale de çok kritik bir bölge.

        B.T: Barbar Türkler derler ya...

        G.U: Karşı taraftakilerin de yaşadıkları var.

        B.T.: Savaşta iki tarafın da kayıp vermemesi ve acı çekmemesi mümkün değil.

        G.U.: İşte o kadar hamaset yapmadan çekmek zorundasınız filmi. Samimiyet yaratmak için buna mecbursunuz. Duygu olmazsa esprisi yok. O zaman gidin kitaplardan okuyun, kim ne kadar kayıp vermiş... Bunlar senaryoda da örneklerle kurgulanmış. 500 bin insandan bahsediyoruz. Onların hikayesini parça parça anlatabilirsiniz. Eğer diyalektik bir duruma çevirirseniz belgesel oluyor. 

        Şimdiye kadar yanlış mı yaptık?

        U.K.: Senaryolar genelden yakına doğru geliyor. Hep böyle olur zaten...

        G.U.: Yavaş yavaş geliyoruz. Eskiden beri söylenir, “O kadar savaşımız var, anlatamıyoruz. Amerikalılar bir Vietnam’dan yüzlerce film yaptı” diye. Yerel hikâyelerin sıcak gelebileceğinin farkında değildik. Sektörün çıtası yükseldikçe ona doğru yöneliyoruz. Bundan 2 yıl önce çekilmiyordu, belgeselle bir geçiş yaptık. 

        Çıta yükseldikçe insan hikâyesine mi terfi ediyoruz?

        G.U.: Belki de hikâye bitiyor artık detaya iniliyor, bilmiyorum. Onun ötesinde dünyada da kalıplar belli, filmlerde ya intikam vardır ya kadın, bir de aşk...

        B.T.: Bizde de aşk var, ama bu bir kadına ulaşamama durumu... 

        Nasıl bir aşk var filmde?

        G.U.: Gerçekleşemeyen bir aşk.

        B.T.: Kendi aramızda da konuştuk bunu... Bir kere cephedesiniz. Aşk yaşamaya uygun bir zeminde değilsiniz. Yaralılar, cesetler... Hemşire olarak, hatta gönüllü bir hemşire olarak gitmiş Behice. Aşktan ziyade gerçekten bir yoldaşlık ve yakınlık hissi var. Çok az insanla iletişim kurulabilen bir ortam. Sadece Muhsin’le değil kardeşiyle de bir bağ var orada. O ortamda herkes hayat mücadelesi verirken iletişim kurabildiğin insanlar kıymetli. O atmosferde platonik kalan bir aşk bu. G.U.: Dokunamadan ayrılmış olmak güzel bence... O şartlarda gerçekçi olan da bu. Aşk başka bir duygu, günlük hayatın içine giriyor. Siperde de olsanız, insanlar ibadetlerini de yapıyorlar, mektuplarını da yazıyorlar. B.T.: O şartlarda, ordunun parçası olarak ne kadar romantik bir ilişki yaşanabilir?

        ‘AŞKIN BENDEKİ KARŞILIĞI AİDİYET’ 

        Her şeye rağmen aşk cephede de yeşeriyor. Ve aşk yaşama tutunmayı sağlıyor...

        G.U: Aşkın bendeki karşılığı aidiyet... Cephede yapayalnızsınız, herkes kendi gerçek ortamından ayrı, bambaşka bir yerde...

        B.T.: Dolayısıyla insan öyle durumlarda birden hayatın bütün gerçekliği oymuş duygusuna kapılıyor.. 

        Rolün içine ne kadar girebildiniz?

        B.T.: Bazen girer bazen girmezsiniz.

        G.U.: O size yaratılan imkânlarla alakalı... Kesintisiz performans sergilediğiniz sahnelerde kendinizi kaptırdığınız oluyor. Kayıt dendiğinde bir şekilde aradığım fotoğrafı doldurmaya çalışıyorum. Daha çok tiyatroda oluyor bu. 

        Kilometrelerce siper kazılmış, bu filmde role girmek için gerekli şartlar yaratılmış gibi görünüyor.

        G.U.: Şartlarımız iyiydi. Sonuçta profesyonel yapılan her iş benim için bir fırsat. Çocukken imkânsızlıklar içinde oynuyorduk şimdi her şeyimiz var. Sağ olsun sanat grupları gerekli ortamı sağlıyor. Biz de onların yarattığı kadar inandırıcılık içindeyiz. 

        Kendinizi keskin nişancı olarak hissettiniz mi?

        G.U: Uzun süredir öyle hissediyorum zaten... (Gülüyor...)

        B.T.: Yıllar var ki öyle hissediyor. 

        Rollerinize hazırlanırken Gêrard Depardieu gibi hazırlık yapmadan rolü içinden çıkaranlardan mısınız yoksa Robert De Niro gibi sıkı bir hazırlık dönemi geçirenlerden mi?

        B. T.: Behice çok zorlanacak, zor çıkarılacak bir karakter değil. İdealist, eğitimli, şehirli, duygularını kontrol edebilen, öyle bir kriz ortamında ayakta durabilecek bir karakter. Beni zorlayan Almanca sahneler oldu. Söylemem gereken cümleleri doğru telaffuz etmek için çok uğraştım. Almanca konuşmak çok zor. Beni çok zorladı. U.K.: Hasan kıyabilen, öldürebilen bir çocuk değil. Ben de öyleyim. Daha içli, duygusal bir çocuk. Bir yandan da işe yaramak istiyor. Cephede geri göreve düştüğünde de işe yaramıyor diye hayıflanıyor. Ancak bu savaş böyle, birileri önde savaşacak birileri arkada mühimmat taşıyacak. O mühimmat taşırken tuzağa düşüyor, istemese de silahı kullanmak zorunda kalıyor ve keskin nişancı olduğunu gösteriyor. G.U.: Depardieu’ya katılmıyorum. Umut silahla bir hazırlık dönemi geçirdi ve bir gün öyle bir hareket yaptı ki bir demirci ustası ancak öyle silah tutabilirdi. Hasan’ın tavrına cuk oturdu. Filmler parça parça çekiliyor, yaptığınız küçük bir hareket büyük hareketten daha etkili olabilir. Onları bulmak için çalışmak gerek. Ben Depardieu usta kadar güvenmiyorum kendime.

        FİLMDE HEMŞİREYİ CANLANDIRAN BERRAK TÜZÜNATAÇ:

        ‘Ajda’nın da hemşireyi oynadığını bilmiyordum’

        Genelkurmay Başkanlığı’nın desteğiyle çekilen ilk Çanakkale filminde Ajda Pekkan bir hemşireyi oynamıştı...

        B.T.: Duymadım, izlemedim. Ajda Pekkan’ın böyle bir filmde oynadığını bilmiyordum, sizden öğrendim.

        Oyunculukta ısrarlı mısınız?

        Gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum. Karşıma çıkacak seçenekler arasında beni en çok heyecanlandıran şeyleri değerlendirmek isterim.

        Ne heyecanlandırır sizi?

        Pek çok hayalim var, her şey olabilir. Bir şey okurum, birden en çok oynamak istediğim karakter o olabilir. Böyle sorulara net cevaplar hazırımda yok.

        Yurtdışı planları var mı?

        Bu soru hoşuma gitmiyor, Hollywood’a gidecek bir teklif çıkarsa değerlendiririm...

        Bunun için çaba sarf eden, görüşmeler yapanlar var.

        Sizin böyle bir çalışmalarınız var mı onu merak ediyorum. Olursa haberdar edeceğim.

        Diziler için bölüm başına 30 bin lira istediğinizi, saat 18.00’den sonra çalışmayacağınızı söylemişsiniz. Var mı gerçekten böyle kanunlarınız?

        Ne güzelmiş ama kişisel olarak böyle bir kanun deklarasyonum yok. Genel olarak toplu bir hareket olmalı ki herkes iyi şartlarda çalışsın. Böyle bir şey yaparsam çok bencilce olur ve bundan sonuç çıkmaz. Sendikaya üyeyim, oyuncu olarak yapmam gereken şeylere dahilim. Üstelik ekip daha çok çalışıyor. Sadece bir kişinin kendi rahatını sağlamasıyla değişmez, hepimizi içine alan bir durum var. Birden olabilecek bir şey de değil. Reklam verenden kanala kadar bütün kurulu düzenin baştan inşası gerekiyor. O da vakit alacaktır.

        ‘Memati’den sonra bu bir ilk, tedirginim’

        Kurtlar Vadisi’ndeki Memati karakteriyle gelen geniş bir hayran kitleniz var. Filmin fragmanı Youtube’da tıklanma rekorları kırıyor. Bunda ne kadar payınız var?

        İnsanlar Memati’den dolayı ilgileniyor olabilir. Beni seçerken Memati duygusuyla değil de popülaritemden hareket edilmiştir muhakkak. Ancak ne kadar faydası var bilmiyorum. Rolü beğendim. Köylü olması, Memati’ye zıt bir karakter olması, başka duygular peşinde koşacak olması beni çok etkiledi.

        Bu sizin için bir risk olabilir?

        Başka bir duyguyla çektim. Sektördeki insanların baktıklarında ne hissedeceklerini merak ediyorum. Kült bir rolden sonra yeni bir maceraya açıldığım için benim adıma önemli.

        Tedirgin misiniz?

        Tedirgin etti. 10 yıldır aynı rolü oynuyorum, farklı şeyler da yapmadım. Tedirginim tabii...

        ‘Yeni nesil bir şey bilmiyor!’

        Memati’den dolayı Gürkan Uygun yıllardır elinden silahı düşürmüyor ama Umut Bey, siz elinize silah almış mıydınız?

        U.K.: Hiç elime silah almadım.

        G.U.: Yeni nesil böyle, bir şey bilmiyor! (Gülüyor...)

        U.K.: Bir süre çalıştık silah kullanma konusunda.

        Yüzlerce insanı öldüren gerçek silahlarla çalışmak da başka bir duygudur...

        U.K.: Silah birkaç gün odamda kaldı. Birini öldürmek fikri her koşulda can sıkıcı... En haklı olduğunuz davada bile birini öldürmek demek davanın bir şey ifade etmemesi demek. Kim icat ettiyse dövmek lazım. Ancak Remington kullanıyorduk, söker takarım şu an.

        Askerliğinizi yaptınız mı?

        U.K.: Girmeyelim o konuya. Postaydım ben. Okuduğumuz için... Öyle denk geldi.

        Hasan karakteri o kadar sessiz sakin biriyken silahı ilk eline aldığında keskin nişancı kesiliyor. Türk erkeklerinin genlerinde mi var yani, bunu mu anlatmak istiyorsunuz?

        U.K.: Savaşçı milletiz, tarihimiz savaşlarla geçmiş.

        G.U.: At, avrat, silah...

        U.K: Karacı bir toplumuz... Çanakkale daha çok bir deniz savaşı aslında... Sonuç itibarıyla denizden gelen bir saldırıyı savuşturuyoruz. O dönemde elinde deniz kuv ve ti olan dün ya ya hâ kim olu yor. Gü nü müz de de öy le... Ame ri ka ’nın ge nelkurmay başkanı deniz kuvvetlerindendir. Bu anlamda da özel bir önemi var. Tabii bir de Mustafa Kemal’in büyük zekâsı... Hasan ve Muhsin de ilk büyük kaybı verdirebilmek için cephaneliği patlatıyor...

        ‘Çabuk çektik’

        40 iş günü çalışmışsınız bu film için... Az de ğil mi?

        B.T.: Bu film için çok kısa. Kocaman bir savaş filmi çekiyorsunuz. İnsanüstü bir çalışma.

        U. K.: Bir sürü karakter vardı, çok büyük bir çaba...

        G.U.: Serdar Akar’la Kurtlar Vadisi’ni 35 iş gününde çektik. Bunu da Serdar Akar’ın reji ekibi çekti ama senaryoyu gördüğümde 2 buçuk ayda ancak biter demiştim. Bu kadar kısa süreceğini düşünmedim. Sadece 1 gün ara verdik.

        B.T.: O kadar çok yağmur yağdı ki... Benim olduğum mekâna ulaşmak için derenin içinden, taşların üstünden atlayarak geçiyorduk. Yağmur öyle bir bastırdı ki taşacak ve mahsur kalacağız diye çekim o gün iptal edildi.

        Ödül beklentisi var mı?

        G.U.: İnsanlar beğendikten sonra ödülümü almış olurum.

        Top, tüfek, atlar ve akrepler

        600 figüranla aynı anda oynamışsınız...

        U.K.: Bir ara ayaklandılar bile. Bu kadar büyük kostüm çadırları hiç görmedim. İnanılmazdı. Ceset yapabilmek için maketler, silahlar, toplar, ağır makineliler, araçlar, atlar, eşekler...

        G.U.: Atlar da sorun çıkardı. Yanlış geliyor, sağa sapıyor, sola sapıyor... O şartlarda atı değiştirmek zorunda kalıyorsunuz.

        B.T.: Ben hep çadır içindeydim. Yaralara pansuman zordu ama en zoru Almanca’ydı. Almanca hocasının peşinden koşturmakla geçti zaman.

        G.U.: Beni zorlayan rüzgâr ve toz oldu. Sürekli siper içindeydim, keyfim yerindeydi.

        U.K.: Çok zorlayan bir durum yoktu. Tozun toprağın içindesiniz. Büyük çalışma, yüksek konsantrasyon gerektiriyor. Alan büyük, planlar büyük, hata yaptığınızda 500 kişi ve atlar tekrar ediyor sahneyi.

        B.T.: Figüranlar çok zorlandı. 12 saat çalışıyorlar. Bekliyorlar... Akrep var, yılan var... Birden “Ah” diye sesler geliyor... Akrep sokmuş.

        İlerledi mi bari Almanca’nız?

        B.T.: Almanca gibi bir lisanı öğrenmek mümkün değil, canımla uğraşarak ezberlemeye çalıştım. Almanca, narkozu bildiğimi söylüyorum. Bir de eğer vatani duygularımla oynarlarsa gerekli cevabı vermeyi biliyorum.

        U.K.: Çok iyi olmuş ama...

        G.K.: Gerçekten iyi olmuş.

        B.T.: Danke...

        ‘2 buçuk kilometre siper ne demek biliyor musunuz?’

        Filmin tanıtımlarında Hollywood tekniğiyle çekildiğinden bahsediliyor. Nedir bu teknik, diğer filmlerden farkı neydi?

        G.U.: Bazı gece sahnelerini gündüz çektik, Hollywood’da kullanılıyor bu. Gece arkanızda deniz olduğunu gösterebilmeniz için çok fazla ışık gerekiyor. Bu da vakit ve nakit kaybı... Gündüz çekiyorsunuz, istediğiniz gibi karartıyorsunuz, daha kolay.

        U.K: Görsel efektler çok başarılı kullanıldı. Çok ve detaylı bir işçilik var. Efekt olmadığı zaman filmin duygusu kayboluyor. Benim için en büyük işlerden biriydi bu anlamda. 2 buçuk kilometre siper ne demek biliyor musunuz? Maslak’tan Levent’e kadar 4 metreenin de tünel kazdığınızı düşünün. Sanat yönetmeni Erol Taştan’ ın çok büyük emeği var, inanılmaz bir iş çıkardı. Sanat, görüntü ve kostüm grubumuz büyük iş başardı. Bu kadar büyük bir ekip ve bu kadar çok figüranı idare edebilmek kolay iş değil.

        ‘Üçüncü dünya ülkesiyiz...’

        Hollywood’la yarışır mı filminiz?

        G.U.: Bütçelerle yarışma şansınız yok ama gişelere baktığınızda insanlar yabancı filmleri evlerinde izliyor.

        B.T: Onların pazarı bütün dünya. O yüzden bütçelerde büyük fark var.

        Argo İstanbul’da çekildi Oscar aldı...

        U.K.: Adamlar günde sadece 4 plan çekiyor. Biz çektiklerimizi sayamayız bile.

        O kadar mı kötü durumdayız; hani Türk sineması gelişiyordu?

        G.U.: Kelebeğin Rüyası filminin ilgi çekmesi güzel; emeği görüyor insanlar... Her bir filmle sinemamız kıymet kazanıyor. Eşkıya’dan önce film müziğinin bir önemi yoktu. Her yapılan iş bize bir şey öğretiyor. Biz üçüncü dünya ülkesiyiz, bir şeyler bize geç geliyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ