Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar ‘Osmanlı, demokrasi talep eden bir coğrafyaydı’, Osmanlı cihan devleti, Osmanlı devleti, Osmanlı coğrafyası

        Alihan MESTÇİ/ ametci@haberturk.com

        Ondokuzuncu yüzyılın sonunda dünya, eski toplumların sonunu çoktan getirmişti. Çok milletli imparatorluklar, aşırı milliyetçilik akımlarıyla sarsılmış, I. Dünya Savaşı’yla da tarihe karışmışlardı. Kanadalı tarihçi Margaret MacMillan’a göre 1914’te başlayan savaş, asırlık bir barışı da sonlandırmıştı. 1918’den sonra ise dünya haritası yeniden çizildi. Cihan Harbi galiplerinin Paris Konferansı’nda verdikleri ihmalkâr kararlar, kesip biçerek çizdikleri yeni sınırlar, geriye bir türlü tedavi edilemeyen yaralarla bezeli bir dünya bıraktı. Çin, Japonya, Afrika ve Amerika’ya da ağır faturaları oldu. Ortadoğu’yu dinamitledi. Ve elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuydu. Pek çok tarihçi savaş olmasaydı dahi Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan muazzam bir coğrafyada Osmanlı İmparatorluğu’nun daha fazla ayakta kalamayacağı konusunda hemfikir. Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan da milliyetçilik akımlarının imparatorluğa verdiği tahribatın altını çiziyor. Alkan, Tanzimat’la başlayan Osmanlı milliyetçiliğinin, imparatorluğun sonuna dek yürürlükte kaldığını, hele ki koskoca bir coğrafyada, değişik din ve mezheplerden, toplamda 24 farklı etnisiteden mebusun toplandığı Osmanlı Parlamentosu’nun kaçırılmış büyük bir fırsat olduğunu söylüyor. “Bir tarihçi ve bu ülkede yaşayan bir insan olarak ‘keşke olmasaydı’ dediğim şeyler var” diyor. Alkan’la I. Dünya Savaşı’nın 100’üncü yıldönümünde, Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulan demokrasi tecrübesinin izlerini sürdük.

        ■ I. Dünya Savaşı kaçınılmaz mıydı?

        Başka seçenek yokmuş demek ki... Dolayısıyla olan da Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp dağılması... Savaşın çıkmasının üzerinden 100 yıl geçti. İmparatorluğun bıraktığı coğrafyanın sorunlarının bitmediğini görüyoruz.

        Çok uluslu bir meşruti monarşiden geçmiş, kozmopolit bir anayasal yapı kurabilmiş Osmanlı Devleti, AB benzeri farklı ulusların demokratik haklara sahip olduğu bir yapıya ulaşabilir miydi?

        Ulaşamadı. Ulaşamadığı için de parçalandı ve içinden Türkiye Cumhuriyeti çıktı. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı imparatorlukların çoğunda farklı etnik, dini, mezhebe dayalı unsurları birleştirecek ve o kimliklerin üzerinde bir şemsiye, birleştirici bir çimento görevi görecek bir kimlik arayışı var. Çok klasik bir üçlemedir Yusuf Akçura’dan beri: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük... Aslında bu her 3’ü de milliyetçilik. Bugünden geriye baktığımızda Osmanlıcılığı bir politika zannediyoruz. Hayır. Osmanlıcılık bugün bildiğimiz anlamda bir milliyetçiliğin ismi: Osmanlı milliyetçiliği.

        ‘ASIL FIRSATI 1878’DE KAYBETTİK’

        Neden böyle bir kimlik arayışındalar, bir birleştirici kavram peşindeler?

        Tanzimat döneminde çıktı Osmanlıcılık. II. Mahmut, Abdülmecid ve Tanzimat paşaları, Mustafa Reşid Paşa, Halid Paşa, Fuat Paşa döneminde... Bugün anladığımız anlamda millet yok Osmanlı’da. Onlar dini cemaat. Dini cemaatten ulus anlamında milli cemaate geçtiler. Tanzimat yöneticilerinin hepsi şunun farkında: Milliyetçilik diye bir akım var. Bu; altyapı-üstyapı, maddimanevi yeni bir şekillendirmeye sebep oluyor. Bunun en önemli yanı ayrılıkçı hareketler. Yani kendi kimliğini şekillendiren unsur, o milliyetçiliğini ifade edip kendine ait bir siyasal yönetim kurma peşinde; bu da bağımsızlık, imparatorluktan kopma demek. Bunu önlemenin yolu, etnik ve dini kimliklerin üzerinde bir siyasi kimlik kurmak. Aslında Tanzimat’la başlayan Osmanlı milliyetçiliği, imparatorluğun sonuna kadar resmi olarak devam etti. Anayasa’ya bile girdi. Etnik, dini kökeni ne olursa olsun Osmanlı coğrafyasında yaşayan herkes Osmanlı’ydı. 1856’da Müslümanlarla gayrimüslimlere dini eşitlik geldi; 1876 Anayasası’yla da hukuki eşitlik...

        Ve 24 farklı etnisiteden oluşan bir Osmanlı parlamentosu...

        Aslında 1876 Anayasası, yani Kanun-i Esasi ve ilk Osmanlı parlamentosu, yani Meclis-i Umumi’ye baktığımda çok büyük bir fırsat görüyorum ben. Kaçırılmış bir fırsat aslında... Bir tarihçi ve bu ülkede yaşayan bir insan olarak “Ah keşke devam etseydi” dediğim olguların başında birinci meclis (1877-1878) gelir. Çünkü o meclisteki temsil yeteneği çağdaşlarına göre daha yüksek. 1876 Anayasası’na göre Osmanlı Devleti’nin resmi dini İslam. Ama meclisin kompozisyonuna baktığımızda neredeyse 3’te 1’i gayrimüslim. Yani çok renkli... 115 mebus seçildi; 46’sı gayrimüslim, 69’u Müslüman mebuslardan oluşuyordu.

        ■ Bu çok unsurlu yapı, Osmanlı milliyetçiliğinin zaferiydi yani...

        Beni şu şaşırtıyor hâlâ: 1877 yılının meclisi Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarını algılamış, anlamış ve üstelik demokratik yöntemlerle çözüme yönelik önlemler alıyor. Örneğin basın konusunda mecliste hakikaten dönemine göre çok ileri, demokratik bir kanun tartışması yapıyor. Veya yerelin sorunlarını çözmeye yönelik bir belediye kanunu üzerine çalıştıklarını görüyorsunuz. Hazırladıkları seçim kanununa bakıyorsunuz. Aynı şey... Daha ilgincini söyleyeyim; Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan ediyor. Bu sırada Osmanlı meclisinde gayrimüslim mebuslar var. En çok onlar itiraz ediyorlar. “Kim bu Rusya? Nasıl yapabiliyor bunu? Rusya hangi hakla bizim haklarımızı dünyaya duyurmak üzere buraya gelir? Biz kendimizi duyurabiliyoruz, bizim meclisimiz var” gibi... Dolayısıyla, asıl büyük fırsatı imparatorluğun sona erdiği dönemde değil 18771878 meclisinin kapatılmasıyla kaybettik.

        O da 93 Harbi’yle oldu.

        14 Şubat 1878’de Abdülhamid meclisi feshetti. Osmanlı çok ağır bir yenilgi aldı. Bu ağır yenilginin hesabının sorulacağı anlaşılınca -çünkü meclis o hesabın sorulacağı yerlerden biriydiAbdülhamid ve dönemin yöneticileri hesap vermek istemediler. Meclis kapatıldı ve mebusların memleketlerine dönmeleri istendi. Ama meclis açık kalsaydı başka türlü bir tarih nasıl yazılırdı; çok değişkenli bir beyin jimnastiğinden başka bir şey değil bu.

        19. yüzyıl Osmanlı demokrasi deneyimi Fransa’daki kadar yoğun muydu mesela?

        Her toplumsal hareket kendi doğup büyüdüğü coğrafyasının hem entelektüel hem maddi koşullarından etkileniyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda bir şehirleşme başlamış. Bu şehirleşmenin bir eseri olarak eskiden kompartımanlar halinde, farklı mahallelerde yaşayan dini cemaatler kaynaşmaya başlamışlar. Yeni bir kent, yeni bir burjuva kültürü ortaya çıkmış. Tabii ki Batı’daki kadar güçlü değil. Ama sonuçta ortaya yeni bir şehir kültürü kimyası çıkıyor. Bu, özellikle ve en başta İstanbul’da oluşan bir kent kültürü. Öyle bir kültür ki bu; İstanbul’dan Yunanistan’a giden Rum Yunanistan’ı küçümser, “Ben İstanbulluyum” diye. Çünkü İstanbul, ona üst kültür, Yunanistan alt kültür gelir. İstanbul’dan İsrail’e giden bir Yahudi, İsrail’i; Arabistan’a giden Müslüman, Arap coğrafyasını küçümser. Aynı şekilde İstanbul’dan Erivan’a giden Ermeni, İstanbullu olduğunu söyleyerek ve düşünerek Erivan’ı küçümser. Çünkü İstanbul’da, Osmanlı başkentinde özellikle Tanzimat’la ve 1856’da dini eşitliğin gelmesiyle yaratılan ortak bir üst rafine şehir kültürü var.

        Bu kültür, sanata, yani hayata da yansıyor.

        Tiyatroya yansıyor; Güllü Agop’u biliyoruz. Basına yansıyor; özellikle Rum matbaacılığı... Kültür hayatına, resme yansıyor. Bugün İstanbul’u süsleyen Mimar Sinan camiileri ve sonraki camiiler hariç, yapılan binaların çoğu Tanzimat’tan sonraki ve çoğu Osmanlı Ermeni’si Balyan ve Dadyan Ailesi ya da bir Levanten olan Alexandre Vallaury gibi isimlerin eserleri... Dolayısıyla bu kıpırdanmaya başlayan, kozmopolit şehir kültürünü görebiliyoruz. Fakat iki konu bunu dağıttı. Bir tanesi milliyetçilik; yeni kültürel kimyayı tarumar etti özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra. İkincisi, Osmanlı Devleti’nin güvenlik algısı. Çünkü, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Yeşilköy’e Rus ordusunun gelmesi büyük bir travma. Ardından parlamentonun kapanması ve 30 yıllık bir istibdat parantezi...

        Yarım asır bile sürmeyen kozmopolit ‘kıpırdanma’ müthiş bereketli olmuş.

        Şunu da unutmamak lazım ki; II. Abdülhamid döneminde Osmanlı tarihinin gördüğü en yoğun modernleşme yaşandı. Burada muhafazakâr bir modernleşme var. Tanzimat’la başlayan dönüşümü, kimyayı devam ettiren de bir dönem. Mesela Sultanahmet’te bugün Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan Alexandre Vallaury’nin Asarı Atika Müzesi veya eski Haydarpaşa Tıp Fakültesi, şimdi Marmara Üniversitesi binası olarak kullanılan o müthiş bina... Bu rüzgârın devam ettiğini görüyoruz. O rüzgâr mimari anlamında II. Meşrutiyet’te de, hatta Cumhuriyet’in başına kadar devam edecek... Bugünkü karmaşa içinde farkında değiliz ama Eminönü ve Sirkeci anıt binalarla dolu. Ama işgal ve tabela tahribatı altındalar.

        ‘Dönemin insanları sorunlarını parlamentoda çözmek istedi’

        İstibdat altındaki modernleşmeden dünya savaşına ve dolayısıyla imparatorluğun sonuna geliyoruz.

        Abdülhamid döneminde Jön Türk hareketi çıktı. İttihat Terakki’nin yola çıkışında şöyle bir mantığı vardı: “Osmanlı istibdat altında. Böyle giderse devlet çökecek. Bunu ayakta ve bir arada tutmak zorundayız. Peki nasıl?” İttihat Terakki’nin kurucularına veya çıkardığı Osmanlı adlı gazetenin yazarlarına baktığımızda değişik etnik ve dini kökenlerden insanlar görüyoruz. Bir numaralı kurucusu İbrahim Temo, Arnavut. Bir diğeri Katolik Arap, bir diğeri Kürt, bir diğeri Müslüman Türk, bir diğeri Rum... O kozmopolitliğin mesajını alıyoruz buradan: “Biz farklı kökenlerden gelen insanlarız. Ne istiyoruz? Anayasa...” Millet nasıl bir arada kalabilir diye bakıyorlar. “Bir, Anayasa ve temel hak ve özgürlüklerin ilanıyla devletin sınırlandırılması ve istibdadın önlenmesi... İki, herkesin fikrinin, sosyal sınıfının iyi kötü temsil edildiği bir parlamentonun oluşması.”

        II. Meşrutiyet’e kadar sürekli bunun mücadelesi mi verildi?

        İttihat ve Terakki çok merkezli, çok liderli ve kesintili bir harekettir. Son büyük dalga 1905-1907 arasında geldi ve istibdada son verdi. 23 Temmuz 1908’in literatürdeki adı “İlan-ı Hürriyet”, yani hürriyetin ilanı... II. Meşrutiyet başlamış, Anayasa yeniden yürürlüğe girmiş ve 5-6 ay sonra seçimler yapılıp yeni parlamento açılmış. O parlamentoda da Rum, Ermeni, Arnavut, Kürt, Çerkes gibi çok değişik etnik, dini kökenlerden mebuslar var. Ve örneğin Rumlar ve Ermeniler 1908 seçimlerinde nüfusları oranlarında temsil edilmedikleri için memnun değiller. Bir açıdan “Tamam temsilcileri varmış, daha ne istiyorlar” diye düşünebilirsiniz. Ama bu bana başka bir gösterge oluşturuyor: Demokrasi talep eden bir coğrafyadan söz ediyoruz. Yani o dönemin insanları, aydınları sorunlarını parlamento ve Anayasa aracılığıyla çözmek istiyor ve buna önem veriyor. Dolayısıyla, II. Meşrutiyet böyle bir “iyi niyetli” girişimin de başlangıcı. Fakat çok çabuk 1909 gibi bir tarihte hüsrana uğruyor. Akla ilk 31 Mart olayları gelir ancak 1909’da aynı zamanda bir Ermeni felaketi yaşanmıştır. Bu Ermeni milliyetçilerinin açtığı bir problemdir; fakat müthiş bir felaketle sonuçlanmıştır: Adana’daki Ermeni katliamıyla... İttihat ve Terakki söz verdiği halde bu konuda üzerine düşeni yapmadı, failleri bulmadı. Zaten bir anlamda 18951896’da ve 1909’da adeta 1915’in provası olmuş oldu.

        Peki ya 1909’dan 1914’e?

        1909’dan sonra artık bir konuda şöyle ikili bir arayış başladı: “Unsurlarınmilliyetlerin birliğini, yani ‘ittihad-ı anasır’ı nasıl sağlarız?Anayasa’yla ve parlamentoyla sağlayabiliriz ama bir üst kimlik lazım.” Bu, Osmanlı kimliği olarak bir türlü inşa edilemiyor. Çünkü, milliyetçilik artık devreye girmiş, herkes etnik kimliğini siyasi bir kimlik olarak ifade etmek derdinde. Yani, Ermeniliğini ifade ederken, Ermeni olmaktan kaynaklanan bir yönetim, temsil veya kolluk kuvveti hakkı gibi bir talepte de bulunuyor. O dönemdeki milliyetçiliklere baktığımızda “Ermeniler, Rumlar, Yahudiler şunları istiyordu” diye bir genelleme yapamayız. Bir kısmı tamamen Osmanlı kimliği altında yaşamaları gerektiğini düşünüyor. Bir başka grup, özerklik yanlısı. “Etnik ve dini kimliğimizin önemi var ama bu Osmanlı’dan ayrılacak kadar önemli değil” diyorlar, temsil hakkı istiyorlar. Üçüncü grupsa, ayrı bir yapı kurmak istiyor. 1908, 1912 ve hatta 1914 meclislerinde bu farklı görüşlerin ifade edildiğini, karşılık bulduğunu görüyoruz.

        ‘Cihan Harbi son cihaddır’

        Arada bir de Balkan Harbi var...

        Balkan Savaşı aslında Balkan Müslümanları açısından tam bir felaket oldu. Milyonlarca insan sırf Müslüman oldukları için gadre uğradı, İstanbul’a doğru hareket etti. Bir kısmı bulundukları yerde öldürüldüler. Bir kısmı yolda öldü. Bir kısmı salgın hastalıkla... Perişan halde İstanbul’a gelmek zorunda kaldılar 1912, 1913 yıllarında. Onların başına gelenler sadece Müslüman oldukları içindi. Hepsi Müslüman’dı ama etnik kökenleri farklıydı. Arnavut’u, Pomak’ı, Makedon’u, Torbeş’i, Kosova’dan Goralı’sı, Saraybosna’dan Boşnak’ı geldi. İçlerinde elbette Türkler de vardı. Balkan Savaşı milliyetçiliğin geri dönülmez bir biçimde yürürlüğe girdiğinin de işaretiydi. Bu noktada, gayriresmi olarak İttihat Terakki de bir Türklük kimliği yaratmaya başladı. Dönemin ders kitaplarında ilk defa bir asker resminin altında “Osmanlı askeri” değil de “Türk askeri” yazıyor.

        Bir Türk kimliği inşa etmek gibi bir alternatif oluşmuş.

        Fakat, kime Türk denecek? O ayrı bir kimlik inşası süreci ki İttihat Terakki onu beceremedi. Onu beceren Cumhuriyet oldu. Etnik kökenleri tahrip ederek, bir örnek, homojen, yeni bir yurttaş yaratmak 1930’ların projesiydi. Bunun sıkıntıları günümüzde de çekiliyor. İttihat Terakki açısından açmaz olan nokta şuydu: İttihat Terakki göreli olarak laik bir parti. Hatta, I. Dünya Savaşı çıkmasa, 1924 ve sonrası Cumhuriyet Halk Partisi’nin militan laikliğini muhtemelen İttihat Terakki hayata geçirecekti.

        Ama geçiremedi...

        Bunu bir sebepten yapamadı. Balkan Savaşı İttihat Terakki’ye şunu gösterdi: “Kitleyi nasıl mobilize edeceksiniz? Kitleyi savaşa nasıl yüreklendirecek ve yönlendireceksiniz?” Onun cevabı dinde, İslam’da yatıyor. Balkan Savaşları’nda bu durum açıkça ortaya çıktı. O sırada bir milli kimlik için ölmeye kimse yanaşmaz ama dini kimlik için ölmeye yanaşır; yani Müslüman olduğu için.

        “Osmanlı için ölmezler ama İslamiyet için ölürler” diye mi düşündüler?

        Evet. Çünkü İslam inancıyla ona şehadet, şehitlik ve öbür dünyada çok ayrıcalıklı bir yer vaat etmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla, İslam’ın seferber edici bir yanı var. İkincisi, değişik etnik kökenlerden gelen insanları birleştirici bir yanı var. İttihat Terakki, kurucularının bir kısmının ateist olmasına, Fransa’nın laiklik politikalarından etkilenmelerine rağmen pratikte İslamiyet’i hep kullandı. I. Dünya Savaşı son büyük cihaddır. Ve resmi cihaddır. İttihat Terakki, o cihadı dünyaya ilân eden partidir.

        I. Dünya Savaşı’yla Osmanlı demokrasi deneyimi ve bu birikim tedavülden kalktı mı?

        Tanzimat’la beraber ortaya çıkan şehir kültürünün bütün unsurlarını biz kaybettik. Cumhuriyet’e geldiğimizde, hele hele mübadeleyle Rumların da gitmesinden sonra zaten Türkiye’de yaşayan azınlıkların sayısı çok çok azdı. Onlar da seslerini çıkaramazdı. Artık Türk milliyetçiliği yürürlüğe girmişti. O Türk milliyetçiliği herkesi bir örnek, homojen bir yurttaş haline getirmek derdindeydi.

        Rusya, milliyetçiliğin gazabından kurtulabildi

        19. yüzyılın azgın milliyetçiliğinden sıyrılmayı başarabilen oldu mu?

        Bütün imparatorluklar dağılırken bu çatırdamadan ideolojik ve idari olarak kendini kurtaran Çarlık Rusya’sı oldu. Çarlık Rusya’sında sosyalizmin ortaya çıkması -belki beklenen kadar başarılı ve barışçı olmadı amaaslında bir üst birleştirici kimlik ve şemsiyeydi. Milliyetçiliğin tahrip edici doğasını gemlemeye, milliyetçiliğin kimlik veren yanını şekillendirmeye yönelik bir şemsiyeydi. “Azeri, Gürcü, Ermeni, Kazak ya da Rus olabilirsiniz ama etnik, dini kökeniniz ne olursa olsun hepimiz sosyalistiz. Sovyetler aracılığıyla, işçisinden köylüsüne herkesin katılımıyla biz bu coğrafyayı yöneteceğiz. Sosyalizm hepimizi birleştiren ortak bir payda...” Bunu 1917 Ekim Devrimi başardı.

        Osmanlı’da niye olmadı?

        Burada onu yaratacak ekonomik ve siyasi birikim yoktu. Bir güçsüzlük vardı. Rusya, o dönemde hem entelektüel hem sanat hem bilim olarak baktığınızda Osmanlı’dan gayet ileriydi. O sırada iki tane slogan var. Biri, izleyen dönemde kapitalizmin simgesi olacak ABD; diğeri, sosyalizmin simgesi olacak Sovyetler Birliği’nden. Wilson Prensipleri, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” der. Lenin, “Halkların kendi kaderini tayin hakkı” diyor. İnsanların hangi kimlikle, hangi ortak paydayla bir arada yaşayacağının cevabını sosyalizm ayrı, kapitalizm ayrı verdi.

        İmparatorluktan milli devlete devrolan sorunlar nedir?

        Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkarttığı sorunların rüzgârını ve sıcaklığını hâlâ yaşıyoruz. İsrail’in kurulması, Filistin’e yapılan büyük haksızlık, Suriye’nin ve Irak’ın sınırları... İkincisi, Ermeni meselesi. Üzerine konuşamadığımız, tartışamadığımız ama sonuçta 500 bin üzerindeki sayıyı izah edemediğimiz yani büyük felaketi örtbas edemeyecek bir trajediyle karşı karşıyayız. Bir başka konu Kürt meselesi oldu.

        Gençlik bayramları I. Dünya Savaşı’ndan miras

        ‘İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devrolan olgulardan biri de bayramlar! I. Dünya Savaşı gösterdi ki ne kadar çok askeriniz ölmeye hazırsa, gücünüz o kadar artıyor. Kitle imha silahlarının icat edilmesinin sebebi de bu... Ordunuzun kalabalık olması için ergenlikten itibaren çok geniş bir kitleyi savaşa hazır hale getirmeniz gerekiyor. O yüzden İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Osmanlı’da dünya tarihinde ilk defa gençler hiç olmadığı bir şekilde önem kazanıyor. İzcilik ortaya çıkıyor mesela. İzcilik aracılığıyla gençliğe çok erken yaşlardan itibaren yarı militer bir askerlik eğitimi veriliyor. Komutlara alıştırılıyorlar. Osmanlı’da I. Dünya Savaşı’ndan önce Türk Gücü Cemiyeti, Osmanlı Güç Dernekleri, Osmanlı Genç Dernekleri ve onun altında da Gürbüz Dernekleri, Dinç Dernekleri var. Bu organizasyonlara bütün gençlik zorunlu olarak katılıyor. Diyelim, Osmanlı Güç Dernekleri’ne girdiniz. Sizi muhakkak poligona götürüyorlar. Sancak kapmaca, esir almaca gibi militaristik oyunlar oynatıyorlar. Böyle bir hazırlık beraberinde komutla hareket eden bir gösterinin başlamasına sebep oluyor. Onun adı da “Osmanlı İdman Bayramı”. 1916’da, Osmanlı Güç Dernekleri’nin başındaki Alman Von Hoff Paşa’nın da etkisiyle ilk defa İstanbul Kadıköy’de Papazın Çayırı İttihat Kulübü’nde öğretmen okulu öğrencileriyle başlayan bir bayram bu. 1936-38’den sonra biz bunu Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlamaya başladık. Ama bunun icadı, gençliğin militarize edilmesi, komutlarla hareket ettirilmesi bile I. Dünya Savaşı’na dayanıyor. Buradan Cumhuriyet’e devroluyor.’

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ