2010'lu yılların en iyi 15 bilimkurgusu
2010'lu yılları geride bırakmaya yaklaştığımız şu günlerde film eleştirmenleri en iyilerini açıklamaya çoktan başladı. Bilimkurgu, 2010'lu yılların en gözde ve bereketli türlerinden biri oldu. Bu yüzden, birçok eleştirmen sayıları giderek artan süper kahraman filmlerini artık ayrı bir başlıkta değerlendirmekten yana... Son 10 yılda çekilen bilimkurgu filmlerinin neredeyse tümü, türün hayranları arasında çok keskin tartışmalara yol açtı. "Arrival", "Interstellar" gibi önemli filmler, bilimkurgu fanlarını ikiye böldü... Yeni Star Wars serisini sevenler ve sevmeyenler arasındaki "savaş" ise hâlâ sürüyor... Dolayısıyla, bilimkurgu sevenlerin üstünde anlaştığı filmlerin sayısı çok fazla değil. İşte Habertürk sinema yazarı Mehmet Açar'a göre 2010'lu yılların süper kahramansız en iyi 15 bilimkurgu filmi...

Jeff VanderMeer'in aynı adlı romanından Alex Garland'ın yazıp yönettiği film, içlerinde bir biyoloğun (Natalie Portman) da olduğu bir grup kadının yaptığı keşif gezisini anlatıyor... “Stalker” ve “Solaris” gibi bilimkurgu klasikleriyle akraba olan “Annihilation”, gizemli ve dünya dışı bölgede geçen benzer filmler arasında farkını hemen ortaya koyan, derinlikli ve sağlam bir iş... Sadece ABD, Kanada ve Çin'de gösterime giren Netflix yapımı film, Türkiye dahil birçok ülkede internetten yayınlanmıştı.

8. Mad Max Fury Road 2015
Yönetmen: George Miller
Max (Tom Hardy), çölün derinliklerinde “yalnız kovboy” misali takılırken Ölümsüz Joe'nun yönettiği yarı vahşi bir toplumun avcıları tarafından yakalanır. Daha sonra kendini, Ölümsüz Joe’nun haremiyle birlikte Yeşil Diyar’a kaçmaya çalışan Furiosa (Charlize Theron) ve onu takip edenler arasındaki kanlı bir kaçma kovalamacanın orta yerinde bulur. İktidardakiler, kadınları ve savaşçıları sömüren hastalıklı, çirkin, deforme erkeklerden oluşur. Fiziksel deformasyon ve hastalık, sembolik olarak hem iktidarı hem toplumu sarmış durumdadır.

Toplum, dini fanatizm ve militarizmle ayakta tutulur. Furiosa’nın kaçırmaya çalıştığı genç, güzel ve sağlıklı kadınlar ise kıyametin orta yerinde insanlığın umudu ve geleceğini temsil ederler. Max’i etkileyen, kadınların iktidara baş kaldırma cesareti ve geleceğe duydukları inançtır. Filme asıl ruhunu veren ise görsel atmosfer ve bütün imgeler... İnsanlıktan çıkmış vaziyetteki Max’in, çölün ortasında kadınları gördüğü sahne filmin anahtar imgelerinden biri. Süt veren ve ana tanrıça heykellerini andıran kadınları da unutmayalım. Nefes nefese ilerleyen bir aksiyon olan “Mad Max: Fury Road’, Junkie XL imzalı müziklerin katkısıyla çölde geçen vahşi bir rock operası tadı veriyor...

7. Star Wars: Güç Uyanıyor 2015
(Star Wars: The Force Awakens) Yönetmen: J. J. Abrams
Altıncı bölümden yaklaşık 30 yıl sonrası... Darth Vader, Luke Skywalker, Han Solo ve Prenses Leia'nın efsane haline geldiği bir dönem... Jedi'ların gerçek olup olmadığından bile kuşkulananlar var. Galaksi ilk 6 filme oranla çok daha karanlık ve kötü günlerden geçiyor. Kendine “İlk Düzen” adını veren dikta rejimi, cumhuriyet ve demokrasiyi yok etmeye kararlı. İsyancılar ise en çok Jedi'ların manevi önderliğine ihtiyaç duyuyorlar. Film yeni tanıştığımız üç karakteri itibarıyla “genç olmak”, “büyümek” ve “seçim yapmak”la ilgili görünüyor. Hikâyenin her yanında gençlik çağı sorunları dolaşıyor. Aidiyet, kimlik ve baba kompleksi öne çıkıyor. İçlerinde ebeveynlerine isyan edip farklı yola girenler de var. Anne baba özlemiyle yaşayan yetimler de... Her üçü de kaçmak, savaşmak ya da tarafını belirlemek gibi kritik seçimlerle karşı karşıya...

Yeni film, serinin önceki örneklerine göre daha soluk ve pastel renklere ağırlık veren bir görsel atmosfere sahip. Hatta distopik filmleri andıran bir yanı olduğu söylenebilir. Sözgelimi Rey, kıyamet sonrasını andıran bir dünyanın tek başına ayakta kalmayı öğrenmiş yetim ve yoksul çocuklarından biri. Yaşadığı, savaş atıklarıyla dolu çöl gezegen de Ortadoğu veya Kuzey Afrika'yı hatırlatıyor. General Hux'ın (Domhnall Gleeson) ordularına seslendiği sahne ise Naziler başta olmak üzere faşist rejimlerin yansımalarını akla getiriyor.

6. Star Wars: Son Jedi 2017
(Star Wars: The Last Jedi) Yönetmen: Rian Johnson
Film, isyancıların İlk Düzen'in baskısı altında çıkış yolu aradığı karanlık bir dönemde geçiyor... Kylo Ren (Adam Driver), duygusal çelişkileri ve içgüdüsel kararlarıyla filmin en şaşırtıcı karakteri. Snoke (Andy Serkis), Kylo Ren ve Rey (Daisy Ridley) üçgeni, bizi öykünün karanlık noktalarına götürürken Luke Skywalker'ın (Mark Hamill) inzivaya çekilmesi, isyana katılmaktaki gönülsüzlüğü anlamlı bir yere bağlanıyor. Serinin Seçilmiş Kişi motifi tersyüz edilerek yeni bir anlam kazanıyor. Politika bu kez daha geride ama savaşın gizli galibi silah tüccarlarına yapılan vurgu dikkat çekici. Bir yanda özgürlük için savaşanlar, diğer yanda savaşın kaymağını yiyenler var... İsyancılar, etnik çeşitlilikleriyle İlk Düzen'in Nazileri andıran kırmızı – siyah askeri dünyasına karşı bir alternatif oluşturuyorlar.

Poe'nun (Oscar Isaac) klasik “erkek kahraman refleksleri”ne karşı Leia (Carrie Fisher) ve Holdo (Laura Dern) gibi kadın liderlerin mütevazı sabrı ve insan hayatını savunan tavırları, filmin can damarlarından biri... “Nefret ettiklerimizi yok etmek için değil, birbirimizi kurtarmak için savaşırız” cümlesi bir kadından geliyor. Uzaydaki savaş sahneleri ve İlk Düzen'in ölümcül takibi, filme sağlam bir gerilim omurgası veriyor. Çürüyen bedeniyle biraz Gollum'u andıran Snoke'un taht salonundaki ışın kılıcı düelloları da unutulacak gibi değil. Kumar cenneti Canto Bight'taki kovalamaca ve maden gezegeni Crait'teki “kızıl – beyaz kara savaşı” sahneleri grafik olarak hayli etkileyici.

5. Blade Runner 2049
Yönetmen: Denis Villeneuve
1982 tarihli bilimkurgu başyapıtı “Blade Runner”ın devamı niteliğindeki film, ilkinin gölgesinde kalmıyor. Film boyunca herkes “mucize”nin peşinde... Öylesine karanlık, umutsuz bir gelecekteyiz ki, mucize daha iyi bir geleceğe duyulan inancın tohumu anlamına geliyor. “Bilimkurgu bugünü anlatır” fikrinden hareket edersek “Blade Runner 2049”, günümüzü acı dolu bir geçiş dönemi olarak görüyor. Köleleştirilmiş çocuk işçiler, çöplüklerde yaşayan “sistem dışı” kanunsuzlar, gökdelenlerin daracık dairelerinde yaşayan yoksullarıyla dünya cehennemi bir yer. Zenginler ise başka gezegenlere kaçmışlar... İnsana değil, insanlığa dair bir umut var filmde.

Aşk, dostluk, dayanışma, vicdan, özveri, ahlak gibi tüm insani değerleri replikantlar ve yapay zekâlar yaşatıyor... İlk filmin renk paletleri ve müziğinden esinler olsa da “Blade Runner 2049” “başka bir kafa”nın ürünü... Sis, pus, yağmur ve kar altındaki Los Angeles'ta gökyüzü hep gri... Usta görüntü yönetmeni Roger Deakins, bir zamanlar Doğu blokundaki sinemacıların kullandığı renk paletlerini hatırlatan bir kış atmosferi kuruyor. Bir devam filmi, sevdiğiniz dünyaya ve karakterlere geri dönüş fırsatıdır. “Blade Runner 2049” daha fazlasını başarıyor. Kendi dünyası ve kendi karakterleriyle hikâyeyi sürdürüyor, farklı şeyler söylüyor.

4. Geliş 2016
(Arrival) Yönetmen: Denis Villeneuve
Uzaylıların dünyayı ziyaret ettiği filmlerin çoğu, ilk bölümlerinde korku ve iletişimle ilgilidir. İstila filmleri bu safhayı çabuk geçer; savaş ya da direnişi anlatırlar. “Arrival”ın onlardan farkı, iletişim ve paranoya arasındaki çelişkiyi derinlemesine işlemesi... Louise (Amy Adams) bir dil uzmanı. Dünyanın 12 noktasına iniş yapan uzaylılarla iletişim kurması için Albay Weber (Forest Whitaker) tarafından görevlendiriliyor. Amacı, teorik fizikçi Ian (Jeremy Renner) ile birlikte uzaylıların geliş amacını anlamak... Uzaylılarla iletişim, askeri bir operasyona dönüşmüş durumda. Bu arada, uzaylı paranoyasının dünyayı rayından çıkardığına da şahit oluyoruz.

“Arrival” bir yanıyla, dünyanın bugünki haliyle ilgili bir film. Çağımızın çok kutuplu dünyasında ulusların ilişkilerini, işbirliğinden ziyade karşılıklı güvensizlik ve endişenin belirlediğini söylüyor. Her ulus tek başına ve birbirine karşı! Paranoya militarizmi besliyor ve dünya gerçekten rayından çıkıyor... Yönetmen Denis Villeneuve filmde hafıza, sevgi, iletişim ve zaman boyutu arasında daha önce benzerini pek görmediğimiz görsel bağlar kuruyor. Bizi filmin ilk cümlesine götüren sürpriz final bir yana, ben daha çok Louise ile uzaylılar arasında kurulan iletişimin lineer zaman akışının ötesine geçmesinden etkilendim.. Uzaylıların yuvarlak şekiller üzerindeki lekelerden oluşan ve sesleri değil düşünceleri, ifadeleri yansıtan dili de etkileyici...

3. Yerçekimi 2013
(Gravity) Yönetmen: Alfonso Cuaron
Günümüzde geçmesi itibarıyla bu filmi bilimkurgu kabul etmeyenler de çıkabilir ama Cuaron'un bilimkurguyla yaşamda kalma (survival movies) türlerini harmanladığı çok açık... Ana fikir ise hepimizi ilgilendiren cinsten. Teslim olmak ya da savaşı sürdürmek arasındaki meselelerle ilgili bir film bu... Tecrübeli astronot Matt Kowalski (George Clooney), mizah duygusu, iyimserliği ve pozitif tavırlarıyla hayata yakın bir karakter. Medikal mühendis Ryan Stone (Sandra Bullock) ise tam tersine, deneyimsiz, gergin ve endişeli...

Cuaron, seyircide tam da “orada”ymış hissini yaratıyor. Bunu sadece elindeki teknolojiyle değil yönetmenlik sanatıyla, kamerayla, kadrajla, ışıkla ve renkle yapıyor. Etkileyici olan da bu zaten... Kamera sanki asla sabitlenmiyor ve astronotlar gibi yerçekimsiz ortamda süzülüyor. Açılıştaki kaza sahnesi sadece çekimi ve özel efektleriyle değil, baştan sona bütün mizanseni ve koreografisiyle nefes kesici. Ses efektlerinin olmadığı bu sahnede hipnotize edici olan şey hareket ve grafik. Yani, saf sinema... İki astronotun birbirlerini yakalamaya ya da uzay istasyonunda bir yerlere tutunmaya çalıştıkları sahneler de kusursuz. Cuaron bu sahnelerde tutunma ve bağlanmanın yaşam; boşlukta kalmanın ise ölüm olduğu bir çeşit uzay trapezi etkisi yaratıyor.

2. Aşk 2013
(Her) Yönetmen: Spike Jonze
Theodore'u (Joaquin Phoenix) biraz tanıyınca; dinlediği melankolik şarkılara ya da yalnızlığına tanık olunca, Scarlett Johansson'un sesiyle konuşan işletim sistemi Samantha'ya âşık olmasını garip karşılamıyorsunuz. O da bilgisayarıyla vakit geçirirken yalnızlaştığını fark etmeyen insanlardan biri... Theodore'un Samantha ile ilk “çıktığı” günler, akıllı telefonlarla ilişkimizi akla getiriyor. Çevremiz artık tek başına dolaşırken konuşan, gülen, eğlenen insanlarla dolu değil mi?
Spike Jonze mutluluğu başkalarıyla bulmak konusundaki sosyal tembelliğe çekiyor dikkatimizi. Theodore'un telefonda bir yabancıyla yaptığı “seks”, sadece “ses”ten oluşan bir partnere çoktan hazır olduğunu gösteriyor. Arkadaşlarının ayarladığı kadınla (Olivia Wilde) buluştuğunda ise birbirlerine dokunana kadar her şey yolunda gidiyor. Cinsel hazzın hayali, cinsel ilişkinin kendisinden daha güçlü bir arzuya dönüşmüş durumda.

Spike Jonze, bu hüzünlü ve gerçekçi aşk öyküsünü sıcak, rengarenk bir gelecek dekorunda anlatıyor. Gökdelenlerin yükseldiği, yayaların trafik gürültüsünden uzakta yürüdüğü bu şehrin güzelliği, iç dünyaların sefaletiyle tam bir tezat teşkil ediyor. Hafif puslu, melankolik gelecek görüntüleri, doğal renkli sade kostümler ve iç mekânlarla birleşip, Arcade Fire'ın dokunaklı, lirik müziğine karışıyor....

1. Başlangıç 2010
(Inception)Yönetmen: Christopher Nolan
Nolan, insan zihnini çağdaş bir aksiyon filminin temel malzemesi haline getirirken rüyalarda dolaşan bir adamın trajedisiyle bir soygun öyküsünü birleştiriyor. “Başlangıç”ın ilk katmanında, hafif ve harika bir soygun filmi duruyor. İkincide, Cobb’un (Leonardo DiCaprio) ailevi ve kişisel sorunlarını işleyen bir psikolojik dram... Cobb, Yunan tragedyalarındaki gibi affedilmeyecek suçlar işlemiş bir kahraman...

Üçüncü katmanda ise Nolan, rüyaları alıp onları unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Film bazı sahneleri itibarıyla sinema, mimari ve resim sanatı arasındaki akrabalığı işleyen bir çağdaş sanat gösterisi gibi... Gösterinin teması “yıkım ve şiddet”. Esin kaynakları Salvador Dali başta olmak üzere gerçeküstü resim, Escher tabloları ve modernist şehir mimarisi... Bu üçüncü katmanda Nolan, rüyalar aracılığıyla bağ kuruyor seyirciyle. Bu filmde yıkılan ve çöken sadece rüyalar değil, gerçeklik zemini de kaybediliyor. Nolan, gerçeklikten koparak, sanal dünyalara sığınan günümüz insanına dair bir şeyler söylemek istiyor sanki... Cobb’un rüya dünyasındaki o terk edilmiş modern ve sanal şehir, kıyamet sonrasını hatırlatmıyor mu? “Başlangıç” biraz da bilinçdışımızda kopan kıyamet üzerine bir film.