Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Edebiyat Alsem Charles Roidi: Bir yarış atının etrafında kaybetmemek zorundakilerin hikâyesi...

        Rosa’nın doğum sahnesiyle başlıyor Yegâne. Gerçek, soluksuz, gergin, göz yaşartıcı ve hepsi iki sayfada... Rosa bir at, Yegâne’nin annesi... Romanda her yeni bölüm başka tarih ve yerlerde geçen, farklı karakterlerin hikâyelerine açılıyor. Bir transseksüelin, bir hayat kadınına âşık aile babasının, o hayat kadınının, bir sanat galerisi sahibinin ya da 1864’te Kafkasya’da at üstünde savaşan bir askerin hikâyesi kesitler halinde birbirine karışıyor. Hepsinin yolu bir şekilde yarış atı Yegâne’yle kesişiyor; tüm bu kesitler zaman kuyusunda küçücük kalan insanın yegâne sorusuna çıkıyor: Kader nasıl tecelli eder? Kendisi de at yetiştiriciliğinden gelen Alsem Charles Roidi’nin (34) kaleminden çıkan Yegâne kendi deyimiyle “bir yarış atının etrafında kaybetmemek zorundakilerin hikâyesi...” Ayrıca 2016 sonunda kurulan Kaplumbaa Yayınevi’nin ilk kitabı... Dolayısıyla bu söyleşi, Yegâne’nin olduğu kadar bir yazarın ve bir yayınevinin de doğum hikâyesi...HT Pazar'dan Alihan Mestci'nin haberi...

        REKLAM

        İsminizin bir hikâyesi var...

        Babamın adı Alfred. Annemin adı Sema. Alfred’in “Al”ı, Sema’nın “Sem”i, Alsem... İsimde mutabakat sağlanamayınca... Bir de Charles gelmiş, dedemin adı. Dedemin babası buraya Şark Ekspresi’nin istasyon şefi olarak gelmiş. “Yegâne” bazı kitabevlerinde çeviri edebiyatı bölümüne sokuluyor. (Gülüyor.)

        Bakırköy doğumlusunuz. Atlarla hep iç içe miydiniz?

        1988’de babam ilk atını aldı. 4 yaşımdan sonra her hafta sonu hipodromdaydım.

        Yazıyla da haşır neşir miydiniz her zaman?

        17 yaşına kadar serserilik... Sonra okuma merakım başladı. 19 yaşında yazar olduğumu anladım ama yazmıyordum. 26 yaşında “Kaderim bu” dedim. Yayımlamadığım bir romanım var. Kendimi buna adamazsam kendimi affetmeyecektim.

        'ORTADA KALDIM'

        Yegâne’ye nasıl başladınız?

        Bir at yarışı gazetesi çıkmıştı. “Bize her hafta bir öykü yaz” dediler, “Renk olsun”. 2013... Ben de ilk hikâyeyi yazdım; doğum hikâyesini... “Tefrika edeyim” dedim. Nasıl olsa kimse okumayacak, kendimi denerim. 7 hafta oldu, küfür falan var diye kovdular beni. Elimde 7 bölümle kaldım. Bireysel yayıncılık yapacağım derken Levent’le (Özata) yayınevini kurduk. Ekim 2016...

        REKLAM

        Atlarla ilgili yazmak tesadüfi oldu yani...

        Tamamen tesadüfi. Bana talep edilene talepte bulundum, ortada kaldım ve olaylar buraya geldi.

        Ama atların dünyasının içindeydiniz zaten...

        Bakırköy’de yazın plaja, çay bahçesine veya hipodroma gidersin. Bütün Bakırköylü çocuklar burada ekmek bulur. Bakırköylüye sor; atçı değilse yakın arkadaşı atçıdır, hipodroma gelmişlerdir, altılı tutturamamışlardır.

        Romanda çok karakter var ve kaderleri birbirine bağlanıyor. Kadere inanıyorsunuz yani...

        Hiçbir şey boşu boşuna olmaz. Her seferinde yeniden örülen bir ağ olduğunu düşünüyorum kaderin. Bazı şeylerin önüne geçilemeyebilir ama senin hamlen yok mu, var. Sistematize ederek anlatılabilecek bir şey değil, büyülü bir şey.

        Hikâye çok sinematografik ilerliyor. Sürekli plan geçişleri var. Hikâyelere bir kadrajla mı bakıyorsunuz?

        Benim kültürel birikimimden mümkün olduğu kadar arınmış bir sahne kuruyorum. Sen sahneye bak ve kendin yorumla. Orada benim duygularım yok. Dış ses hiç konuşmuyor, yorum yapmıyor. Kurmak istediğim edebiyat bu yalınlık üzerine kurulu. Ben bir sahneyi kurarım, olması gereken etmenleri koyarım artık bütün hepsi sana, okuyana aittir. Orada benim ideolojim olduğu zaman bu başka bir edebiyat oluyor.

        REKLAM

        Ama sonuçta bir şeyi koymayı seçiyorsunuz. İdeoloji, fikir bir şekilde katılıyor...

        Kamerayı nereye koyduğun tabii ki ideolojik ama bundan fazlasını yaptığında “Böyle düşünsenize siz de”ye geliyor. Onu yapmak istemiyorum. Sinemayla edebiyatın daha fazla iç içe geçeceğini düşünüyorum. Biz kurmaca dünyasını sadece okuyarak oluşturmuş insanlar değiliz eski jenerasyon gibi. Ben dizilerden, bilgisayar oyunlarından da etkilendim. Artık ben Call of Duty’yi düşünmeden savaş sahnesi yazamam, gerçeklik algımda o da var. “Kanlar sıçrıyordu” yetmiyor artık. Aynı anda beş yüz şey oluyor mesela Er Ryan’ı Kurtarmak’taki savaş sahnesinde... Sen de onu yazıda yansıtmak zorundasın.

        Metin de bu yüzden daha hızlı kitapta...

        Tabii...

        Kitaptaki insan hikâyeleri karanlık...

        Hepsi travmatik tipler, gittikçe aydınlanıyor...

        Otobiyografik bir yanı da var mı bu hikâyelerin?

        Yok ama bende karanlık yerlere gitme vardır. Kendim gitmem ama bir adam eroinmansa falan konuşmak isterim yani. Kitap için batakhaneleri gezdim. Transseksüel bir arkadaşımla uzun uzun konuştum. Uçlarda yaşayan insanların hikâyesinde daha çok acı var ve edebiyat da acının olduğu yerlerde oluyor.

        Travmatik insanların hikâyelerini atlarınkiyle birleştirmenizin sebebi ne peki? Atların hikâyesi insanlarınkinin yanında epey naif kalıyor...

        Veliefendi’de at yarışıyla çeşitli uçta yaşayan hayatlar bir araya gelir, çünkü bir sığınaktır burası. Devamlı güvensiz durumda yaşayan insanlar, burada bir şekilde atın yanında kendini güvende hissediyor. İhanete uğramış insanlar, ata inandıklarında bu bana ihanet etmeyecek hissi oluyor.

        REKLAM

        Sadakat yani...

        Ata insanın atfettiği duygular bunlar. “Beni seviyor” mesela. Aslında dış koşullar hoşuna gidiyor atın, tehlikesiz doğasını seviyor.

        At dünyası Yegâne’deki gibi karanlık mı aslında?

        Yegâne atların dünyasının karanlık tarafı. At sahiplerinin çoğu, karanlık yerlerden gelmez. Ama karanlık yerlerden gelen insanlar buraya gelir. Bu, bir at yarışı temposunda geçen bir at yarışı romanı. O yüzden yüksek tempoda yaşayan insanlara ihtiyacım vardı. Ben buraya bir aile babası koydum ama o aile babası bir hayat kadınına âşık oluyor. Başka bir aile babası koysam onun hayatının temposu bu romanın temposuna uyamazdı.

        'BURAYA GELDİKTEN SONRA ÇIKAMAZSIN'

        Romandan atçılık jargonu ve argosunu da öğreniyoruz...

        Buranın (Veliefendi’nin) kendine has bir kültürü vardır, şu an yitirmekte olduğumuz. Para çok gelir, hiç gelmez. Devamlı adrenalin. Fırlama olmayan aşağılanır. Hızlı yaşayacaksın, cesur olacaksın. Dil sürekli değişir. Gerginlik yaratıcılığa sebep olur. İçinde olmadan anlayacağın bir şey değil. Bu onların kendi alt kültürü. Burada insanlar evlerini, işlerini kaybediyor, oluyor yani ama burada çok insan var her şeyini kaybetmiş, bir daha kazanıyor, yine buraya geliyor. Burası bipolar bir yer. Buradaki adrenalinin başka bir yerde karşılığı yok. Buraya girdikten sonra çıkamazsın. Burası travmatik insanların yeri. Paran var, başka bir ev al, tatile çık mesela. Niye burası? Ayda 5 bin lira masrafı var atların. Niye geliyorsun? Ama geliyorsun, inadına geliyorsun. Burada bir laf vardır, “At kendi kazandırdığı parayı başkasına yedirmez”. At kendine baktırır yani.

        REKLAM

        Şu an neler yazıyorsunuz?

        Bilimkurgu. Seneye bu zamanlar çıkar diye düşünüyorum.

        Ayrıca bir iş yapıyor musunuz?

        Lüleburgaz’da bir yerimiz var. Orada düğün organize ediyorum, kahvaltı veriyorum. Ceviz yetiştiriciliği, çiftçilik yapıyorum. Bekliyoruz. (Gülüyor)... Yarış atı yetiştiriyordum, şu an cevizci oldum.

        ‘Yegâne’yi Alsem Charles Roidi daha önce internet üzerinden tefrika etmişti. Aralık 2017’de Kaplumbaa Yayınevi’nden çıkan ilk roman oldu. Cep boyutundaki kitabın tasarımı Okay Karadayılar’a, kapak çizimi Ahmet Doğu İpek’e ait. Genç bir yayınevi olan “Kaplumbaa”nın ortağı Levent Özata, Türkiye’de çok tanınmamış ama anlatısı, yazı dili kuvvetli, genç yazarlarla çalışacaklarını söylüyor. “1980 başı ve sonu doğumlu jenerasyonda çok fazla yeni yazar yok. Türkiye’den çıkan, Türkçe yazan insan arıyoruz...”

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ