Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar ‘Bu hikâyeler benim paralel evrenim’ / Gülenay Börekçi'nin yazısı

        Gülenay BÖREKÇİ/ GAZETE HABERTÜRK-PAZAR

        Kutlukhan Perker haftalık mizah dergisi Penguen’de çıkmış çizgi öykülerini “Öyle Bir Geçer Zaman ki” adıyla kitap olarak bir araya getirdi. Perker’in çizgi romanlarından, uzun soluklu işlerinden farklı olarak bu çok kısa öykülerde onun hayatından anılar, kişiler, olaylar var... Kimi zaman çocukluğunu, ailesiyle, arkadaşlarıyla arasında geçen matrak olayları okuyoruz, kimi zaman da “Çorbacıda Bitsin Bütün Sabahlar” serisinde olduğu gibi dergide, meslektaşlarıyla yaşadıklarını... Perker’le dergi için gecelediği bir günün sabahında buluşup Getto Yayıncılık’tan çıkan kitabını konuştuk...

        Kitaptaki tüm öyküler, bizzat yaşadığın, şahit olduğun olayları anlatıyor. Daha önce bunu yapan başka çizgi romancılar oldu mu?

        Bu bir janr olarak 1970’lerin sonu 80’lerin başında Amerika’da ortaya çıkmış. Harvey Pekar diye bir yazar, çeşitli çizerlerle birlikte “Amerikan Splendor”ı yaratıyor. “American Splendor” o zamana kadar süregelen alışılmış çizgi romanların genel yapısının tamamen dışında kalan bir şey yapıyor ve süper kahramanların kurmaca hikâyelerini değil, sıradan bir adamın sıradan tecrübelerini anlatıyor. Aslında bir tek bu yok, hayatını anlatan birçok başka yazar, çizer de oldu. Ben buna “çizgi romanla stand-up komedinin iç içe geçmiş şekli” diye bakıyor ve önemsiyorum. “Çizgi romancıların stand-up’a cevabı” da diyebilirim...

        Türkiye’de yapıldı mı daha önce?

        “Maksat Muhabbet Olsun” adıyla İlban Ertem yaptı. Bir de Galip Tekin’in uzun hikâyelerin arasına aldığı hatıralar vardı... Galip Tekin bunu bir nevi nefes alma alanı olarak kullanır, mesela bir büyük hikâyeye başlamadan önce kendini yenilemek için bir süre girdiği Bakırköy’deki hatıralarını, diğer hastalarla ilişkilerini falan anlatırdı. Ben buna 1991’de Fırt’ta başlayıp Fırfır’da devam ettim. Zamanla yaşım ilerledi, hikâyelerin sayısı arttı ve bu, kullanışlı bir tarza dönüştü benim için. Şimdi de kitap oldular. Biliyorsun, genelde uzun çizgi romanlar yapıyorum ve bu kısa hikâyeler bir bakıma benim paralel evrenim.

        Hayal gücü de karışıyor mu işin içine?

        Yok, hayal gücü pek karışmıyor, her şeyi olduğu gibi anlatmayı tercih ediyorum. Sadece yorumlarda serbest davranıyorum.

        Nasıl yani?

        Maçlardan sonra televizyoncular, futbolcuları soyunma odalarına giderken yakalayıp sorular sorarlar ya, derginin çalışanları olarak biz de bir futbol takımının oyuncularına benziyoruz. Sabahlamışız ve dergiyi bitirmişiz mesela, maçtan zaferle çıkmış bir futbol takımı gibiyiz. Gelip bizimle röportaj yapsalardı nasıl cevaplar verirdik... İşte mesela bu varsayımdan yola çıkıp bir hikâye yazıyorum, araya anılar giriyor, tespitler karışıyor... İşçilik mühim burada. Şöyle anlatayım... İçki sofrasında bir an gelir sohbet koyulaşır, komik şeylerden bahsederken birden nasıl olduğunu anlamadan ağır meselelere, cinli perili konulara gelirsiniz ya; bu da öyle. Sofrada akış kendiliğinden değişir ama ben çizer olarak metaforlar kullanmak ve bu değişikliği üslubuma yansıtmak zorundayım. O yüzden bir kare, öncekine benzemeyebilir, komik çizgilerle ciddi çizgiler, derli toplu karelerle baş döndüren kareler yan yana gelebilir. Çok güzel, çok değişik bir şey benim için; hem deneysel takılıyorum hem de uzun çizgi romanlarda olduğu gibi günlerce aynı karakteri çizmek zorunda kalmıyorum.

        Geçenlerde Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’la konuşmuştum. Hayatını anlatan 4 bin sayfalık bir roman yazdığı için yakınları onu günah keçisi ilan etmiş, karısı bile bırakıp gitmiş. Sen hayatını yazarken bu kadar özele giriyor musun?

        Yok o kadar değil. Bazı hikâyelerim var ki yıllardır yemek masalarında, arkadaş ortamlarında falan anlatırım onları. O kadar bana ait hale geldiler.

        ‘CORPSE BRİDE’I BURTON’DAN EVVEL ANNEM YARATTI’

        Öte yandan ne anlattığın kadar nasıl anlattığın da önemli. Hayatta olup bitenler belki bize göründüğünden daha başka türlü görünüyordur sana, olamaz mı?

        Bilmiyorum ki, olabilir tabii. Şimdi düşünüyorum da hikâyelerim tek bir türde değil. Bazı hikâyelerde mizah dergilerinde yaşadıklarımı, bazılarında Amerika’da başıma gelenleri anlattım. Bir de doğup büyüdüğüm Beylerbeyi’nin çocuklarını, delilerini, esrarengiz hadiselerini... Hikâye anlatma kabiliyeti dedikleri şey bence, hikâye dinleme merakıyla başlıyor. Annemden bu konuda çok şey öğrendim. Bizim mahallede anneler, çocukları hep tehlikelere karşı uyarırdı, bahçelerde kaybolmasın, kuyulara düşmesinler diye... Ama biliyor musun, annem bir kere bile “Sakın şu bahçeye girme, kuyuya düşersin” demedi.

        Ne dedi?

        “Sakın gitme, o evde gelin var” dedi.

        Bu kadar mı?

        Bu kadar. Devamı gerekmiyordu. Gelinin kim ya da ne olduğunun bir önemi yoktu, bu küçücük cümle orada tuhaf, acayip, korkutucu bir şeyler olduğunu hissettiriyordu sana ve bu da aslında hayal gücü olana yeterdi. Tim Burton’un “Corpse Bride”ını annem 40 yıl önce yaratmış işte.

        ‘Uçan daire yaklaştı, yaklaştı, tam tepemizde durdu’

        UFO gördün mü gerçekten?

        Tabii. Okumadın mı?

        Okudum da belki gerçek değildir diye düşündüm.

        Gerçekti. 1991’in 12 Haziran’ında dört arkadaş bir partiden çıkıp arabayla Yeşilyurt sahiline inmiştik. Sahilde oturup bir şeyler içmek istedik... Muammer’le ben, Bülent’le Ufuk’u orada bırakıp yiyecek bir şeyler almaya gittik. Döndüğümüzde onları göremedik ve şaka yaptıklarını sandık. Yürürken bir ara Muammer, “Abi, baksana deniz feneri ne kadar güzel!” dedi. Gerçekten önümüzde koskoca bir deniz feneri duruyordu. Aslında Yeşilyurt’ta gerçekten bir deniz feneri vardı ama hatırladığım kadarıyla o fener burada değildi. Ayrıca sanki bu kadar büyük de değildi. Dönüp baktım, evet, fener her zamanki yerinde duruyordu ve küçücüktü. Muammer’in fener sandığı şeye daha dikkatle baktık ve onun aslında dev bir ışık hüzmesi olduğunu anladık. Üzerinde kubbe gibi bir şey vardı: Uçak daire! Muammer bağırmaya başladı. Bülent’le Ufuk’un uzaylılar tarafından alınmış olabileceği aklıma geldi ve titredim. Uçan daire yavaş yavaş bize doğru alçalıyordu. Muammer dehşetin etkisiyle suda kayıp düştü. Bir yandan onu tutmaya çalışıyor, bir yandan da “Bülent’le Ufuk’un ailelerine ne diyeceğiz, keşke uçan daire bizi alsa da kurtulsak” diye düşünüyordum.

        Ne gerilim...

        Acayip. Uçan daire yaklaştı, yaklaştı, tam tepemizde durdu. Metaldi ama sıvı gibi akışkan bir yapısı vardı. Korkudan yüzümün, vücudumun sol tarafı tutuldu. Felç olduğumu fark edince ben de bağırmaya başladım.

        Ve?

        Ve işte uçan daire vınladı gitti. Nasıl bir ışık saçıyormuş ki sahil zifiri karanlık oldu. Bir süre sonra bizimkiler çalıların arkasından çıktılar. Korkup saklanmışlar meğer. Düşün, ben onları kurtarmak için uçan daireye koşuyorum, onlar bunu görüp çıt çıkarmıyor.

        Değiştirdi mi bu olay seni?

        Çok büyük travmalar yaşayan insanlar, o travmaları atlattıktan sonra daha da iyimser tabiatlı olabilirler. New York’tayken hayatının bir dönemini toplama kampında geçirmiş biriyle tanışmıştım, mizah duygusu çok yüksek bir adamdı. Ama bana öyle olmadı, “Vay be!” hissiyle bir iki gün değişmişimdir belki, sonra yine normale döndüm.

        UFO’yu öyle bir anlattın, kelimelerle öyle bir sinematografi yarattın ki, olayı görmüş kadar oldum.

        Çizgi romancılığın sırrı biraz da olaylara böyle bakabilmek mi? Hikâye dinlemeyi ve hikâye anlatmayı benim kadar seviyorsanız, gerçekle hayal bir noktadan sonra birbirine karışabiliyor. Ben de anlatırken birazcık kurgu yapıyor olabilirim, o kontrol dışı bir şey.

        ‘Murat Menteş’le çizgi romana başlıyoruz’

        Penguen’de yeni dönemde neler olacak?

        Ahmet Ümit başladı yazmaya, biliyorsun. Bu hafta da Murat Menteş başlıyor. n Vayy, ne yazacak? Bir çizgi öykü yazıyor, ben de çiziyorum. Kendine has bir dili var Murat’ın, çok değişik anlatıyor, dinlerken bile büyüleniyoruz burada. Bir de acayip hiperaktif, onu da yapalım, bunu da yapalım, durduramıyoruz...

        Ne anlatıyor çizgi romanda?

        Bütün hikâyeler gibi bu da bir adamın değişimini anlatıyor. Sadece onun değil tabii, tüm bir şehrin, İstanbul’un değişmesini...

        Siyaset yok mu?

        Doğrudan politik bir çizgi roman diyemem ama Murat’ın öyle bir karakteri, eğilimi olduğundan, içinde mutlaka siyasi göndermeler olacaktır

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ