Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem İstanbul Işıl Cinmen “Her şeyi bırakıp gitmek istiyorum” diyenler için Almanya'dan tek yön biletle Türkiye'ye gelen Jonas Kirsh ile konuştu

        IŞIL CİNMEN

        icinmen@haberturk.com

        HABERTURK.COM

        Fotoğraflar: Murat Kaya

        Günde en az üç kişiden “Her şeyi bırakıp gitmek istiyorum” cümlesini duyuyorum.

        “Bıktım! Hayat böyle olmamalı... Gitmek istiyorum! Huzur istiyorum.”

        Bıdı bıdı bıdı...

        Artık kızmaya başladım.

        Hepimizin tek bir hayatı var!

        Benim inancıma göre, sonrası, tekrarı, geriye sarma tuşu, ikamesi de yok.

        Ömrünüzün tamamını bu ülkede ya da bu şehirde geçirmek istemiyorsanız, bu çok anlaşılır.

        Ama her gün “gitmek istiyorum” diyeceğinize...

        Bir gün “her şeyi bırakıp” gidin!

        Mümkün mü değil?

        Engeller var, değil mi?

        Şu, bu, o...

        Bitmeyen bahaneler!

        Gerçekten isterseniz, belki her şey değil ama, çoğu şey mümkün olur.

        Ben buna inanırım.

        Hele gitmek... Bu çok mümkündür!

        Sizin de inanmanız için aradım taradım her şeyi bırakıp gitmiş birini buldum!

        Jonas Kirsh.

        30 yaşında bir Alman mimar.

        “Gitmek istiyorum” cümlesini ikilememiş.

        Küreyi almış eline, dünya serilmiş önünde.

        Bakmış kıtalara, ülkelere, şehirlere...

        İçinden bir ses, “İstanbul” diye fısıldamış.

        Dönüşü olmayan bir bilet almış kendine.

        Üzerinde “tek yön” yazan o bilet, yeni hayatına taşımış Jonas'ı.

        İnsan neden dönüşü olmayan bir bilet almaya ihtiyaç duyar?

        Hayatım boyunca gezdim ve hep sınırlardaydım. Fransa ve Lüksemburg sınırında bir kentte, Almanya'da doğdum. Almanya, Hollanda, Belçika sınırında okudum. 18 yaşındayken evden ayrıldım. Her hafta sonu başka bir ülkedeydim. Benim normalim buydu. Taa ki Aachen'da mimarlıktan mezun olup çalışmaya başlayana kadar... Bir mekana bağlı kalmak benim için pek kolay değildi. Gitmem gerektiğini hissediyordum ve bu sefer farklıydı; dönüş biletim olmayacaktı.

        İstanbul'a tek yön bilet aldığın günü anlat.

        Bileti alana kadar İstanbul'a geleceğimi bilmiyordum. Nereye gideceğimden çok dönüş biletimin olmaması önemliydi. Düşünsene, tüm dünya önünde duruyor ve nereye gideceğini, ne yaşayacağını henüz bilmiyorsun; bu muhteşem bir duygu... Kafamda "İstanbul" belirdi. Ve daha fazla düşünmeme gerek yoktu.

        "KENDİME SÖZ VERDİM: NE OLURSA OLSUN 1 YIL KALACAKSIN"

        Koskoca dünyada neden İstanbul?

        İstanbul beni çekti. Hem Avrupa'nın bileşenlerini taşıyor, hem de Avrupa değil ve Avrupa'da İstanbul kadar hızlı gelişen başka bir şehir yok.

        Macera mıydı yoksa kaçış mıydı senin için?

        Bu bir tatil değil, yeni bir hayat kurmak için bir yoldu. Yeni perspektiflere ihtiyacım vardı ve ancak yeni bir şehir ihtiyacım olan pencereyi açabilirdi. Gideceğim yerde ne yaşayacağımın ya da ne zorluklarla karşılaşacağımın bir önemi yoktu. Kendime bir söz verdim: "Ne olursa olsun en az 1 yıl kalacaksın." Çünkü her yeni şeyin zamana ihtiyacı vardır.

        Kavafis'in Şehir şiirini bilirsin: "Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir..."

        Güzel şiirdir ama Aachen arkamdan gelmedi. Aachen'ı Almanya'da bıraktım. Hangi şehir olursa olsun, bunu yapmazsan gidemezsin; gittiğin şehre de haksızlık edersin. Kendimi İstanbullu olarak görmüyorum; burada misafirim ve ne kadar zaman geçerse geçsin misafir gibi hissedeceğim. Bu başka bir şey...

        Kaç yıldır İstanbul'dasın?

        4 yıldır.

        "İSTANBUL'DA NE EVİM, NE İŞİM, NE ARKADAŞIM VARDI"

        İstanbul'da arkadaşların ve hazır bir işin var mıydı?

        Hayır, hiçbir şeyim yoktu.

        Ne yaptın ilk gün uçaktan indiğinde?

        Uçaktan indim, kendime kalacak bir yer buldum. Ev bulmak için Galata'da biraz gezindim. Evimi buldum, tuttum. Mimarlık bürolarına iş başvurularında bulundum, iş buldum. Ve yeni hayatıma başladım.

        Ne değişti?

        Ne değişmedi ki?

        "TÜRKİYE'DE İNSANLAR ÇOK ÇOK ÇALIŞIYORLAR!"

        Hiç tanımadığın bir şehirde, tanımadığın insanların, bilmediğin kuralların arasında hiç mi zorlanmadın?

        Zorlanmaz olur muyum? Başta çok zorlandım! Türkçe bilmiyordum ve kimseyi tanımıyordum. Ama beni en çok zorlayan Türkiye'deki çalışma sistemi oldu. Burada insanlar çok çok çalışıyorlar. İşçilerden tut, yaratıcı ajanslara kadar herkes çok fazla çalışıyor.

        Bunu bir Alman'dan duymak ne tuhaf!

        Almanya'da iş disiplini yüksektir ama saatler ve iş yükü bellidir. Buradaki sisteme adapte olmam hiç kolay olmadı. İstanbul bazen çok yorucu... Bunu sadece işle ilgili de söylemiyorum. Örnekse Almanya'da pazarları kimse dışarı çıkmaz, oysa İstanbul'da bir pazarın perşembeden ya da bir çarşamba gecesinin cumartesi gecesinden farkı yok. Bu çok yorucu.

        Ama aynı zamanda da eğlenceli!

        Elbette ama alışkın olduğum bir durum değildi. Burayı çok sevdiğim ve nefret ettiğim zamanlar oluyor. Hayat her zaman iyi değildir, değil mi?

        KALABALIĞIN KABALIĞI...

        İstanbul hakkında en sevdiğin üç şey nedir?

        Pis yemekler! Yani kokoreç, midye, döner gibi... Çiğ köfte ve geleneksel ev yemeklerini de seviyorum. Etrafta deniz görmek çok iyi geliyor. Bir mimar olarak en önemsediğim özelliği ise yeninin ve eskinin bir arada olması. Özellikle Beyoğlu! Modernizm ve eski dokunun birleştiği özel bir yer. Eski binaların içinde yaşayan modern insanlar bile tek başına büyüleyici...

        Ya nefret ettiklerin?

        İlk sıra elbette trafiğin! Ondan kim nefret etmez ki? Kalabalık ve kabalık da ikinci sırayı paylaşır. Daha doğrusu kalabalığın kabalığı...

        "TÜRKLERİN EV VE SOKAK KARAKTERLERİ ARASINDA CİDDİ FARK VAR"

        Kalabalığın kabalığı ne demek?

        Türklerle ilgili bana çok ilginç gelen bir şey var: İnsanların ev ve sokak karakterleri arasında ciddi bir fark var. Ortak alan duygusu yok; sokakta minimum nezaket bile sağlanamıyor. Örneğin trafikteki kaba davranışlar ya da sokakta birine çarpınca özür dilememek... Ama aynı insanların evine gittiğinizde müthiş bir misafirperverlikle karşılaşıyorsunuz.

        Hiç böyle düşünmemiştim ama doğru bir tespit... Hatta aynı okumayı temizlik konusunda da yapabiliriz değil mi?

        Kesinlikle, yine iç ve dış ayrımı var. Ortak alanı pisletirken, özel alanlarını temiz tutuyorlar. Bu benim anlamakta çok zorlandığım bir ayrım. Sokaklara izmarit ya da çöp atan insanları her yerde görüyorsunuz ama aynı insanların evleri tertemiz. Ayakkabı çıkarmamak hakaret gibi ama çöpünü sokağın ortasına dan diye atabiliyor.

        BİR MİMARIN GÖZÜNDEN İSTANBUL...

        Mimar Sinan'a olan hayranlığından bahsettiler. Onu ilk ne zaman duydun?

        Mimar Sinan'la ilgili araştırma yapmaya başladığım zaman Güney Afrika'daydım. Üniversite yıllarımdı. Mimarlığın kitaplardan öğrenilemeyeceğini biliyordum çünkü görmen, anlaman, analiz etmen, sentezlemen, yeni teknikler geliştirmen ve dönüştürmen gerekli. Öğrenciyken ilgim özellikle modern mimari ve high-tech yapılar üzerineydi. Bunu dengelemek için önemli tarihi mimarları araştırıyordum. Mimar Sinan'ı inceledikçe Türkiye'ye olan ilgim arttı. Mimar Sinan bu topraklardaki en önemli mimar çünkü bir değişim ve bir etki yarattı. Bugün Mimar Sinan'ın olduğu söylenen birçok yapıyı elbette şahsi olarak o yapmadı, bu imkansız olurdu, ama hepimiz onun yaptığını söylüyoruz.

        Neden?

        Çünkü o bir okul gibiydi ve İslami mimari için bir ekol yarattı. Kendi bilgisini, mimari anlayışını takipçilerine aktardı ve zamanının mimarisinde devrim sayılabilecek bir değişim yarattı.

        İstanbul'da en beğendiğin üç yapıyı söyler misin?

        Bir yeni, bir eski ve bir de ara dönemden söyleyeceğim.

        Süleymaniye Cami/Mimar Sinan

        Sancaklar Cami/Emre Arolat

        Maçka'daki Hilton Oteli

        Hilton mu? Neden...

        Çünkü Cumhuriyet'in ilk dönemlerindeki anlayışı ve reformları yansıtan iyi bir örnek. Modern Türkiye için modern bir projeydi. Sancaklar Cami de dini bir alan için ezber bozan bir yapı. Aynı örneği kopyalamaktansa yepyeni bir bakış açısı geliştirmek bir mimar için çok mühim.

        "CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYI GEÇMİŞİ ROMANTİZE EDİYOR"

        Peki, Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili mimari görüşün nedir?

        Benim için mimari her zaman yaşadığımız zamanın izlerini taşımalıdır, bir gelişim sağlamalıdır. Saray'da tarihsel elemanların çok fazla kullanıldığını düşünüyorum; geçmişi romantize ediyor. Ben ise her yeni projeye mimarlığın yeniden keşfi olarak bakmayı tercih ediyorum. Bu yapıdan mimari olarak hoşlanmadım.

        Türkiye mimarisi hakkında ne düşünüyorsun?

        Türkiye mimarisi sadece Osmanlı'yla sınırlı değil, birçok kültürün izlerini taşıyor. Osmanlı fethettiği yerlerin kültürel bilgisini de kendi içine alıyordu. O yüzden mimari olarak da çok fazla çeşitlilik var; Yunan, Fransız, İtalyan, birçok farklı etki var. İstanbul'a ilk geldiğimde ne göreceğimi bilmiyordum ama gördüğüm, düşündüğümden çok farklı oldu.

        Ya modern zamanlar?

        TOKİ türü yapılaşmayı tanımlamak benim için çok zor. Bunu neden yaptıklarını anlıyorum; geçmişte Almanya'da benzer bir dönem oldu. Yapıyorlar çünkü insanların barınması gerekiyor ama bu yapılar ancak geçici olabilir. Sürekli bir yaşam alanı olarak düşünülemez, şehre bir doku katamaz, şehir için iyi olamaz. 20 yıl sonra bütün o binalara ne olacak?

        "BİR BİNA BÜTÜN TOPLUM ADINA KONUŞABİLİR"

        Şimdi zor bir soru geliyor; dünyada en beğendiğin üç yapı?

        Bana biraz zaman vermeni istiyorum.

        Elbette.

        (20 dakika sonunda!)

        Barselona/Sagrada Familia

        New York/Seagram Building

        Osaka/Shiba Ryotaro Müzesi

        Bu üç yapı da zamanlarını yansıtıyor ve sonrasında oldukları şehirlerin mimarisine yön verdiler, mimari anlayışı etkilediler.

        Sence mimarlar sanatçı mı?

        Bir yönüyle yaratıyorsun, evet. Fakat ben bir mimarı sanatçıdan çok, bir mühendise yakın görürüm çünkü her zaman parametreler vardır. En basit haliyle mimari, insanı çevreden, dışarıdan korumakla ilgilidir. Seni sıcak, kuru, güvenli tutar. En küçük ölçekten en büyük ölçeğe kadar, birçok farklı katmanda ve birçok farklı cephede görevi budur. Şehir kadar büyük bir alanı planlayabilirsin ya da bir astronotun giyeceği kıyafet kadar küçük bir şeyi... Mimari, her zaman insanlar içindir ve iyi bir yapı, zamanı, kültürü ve o zamanki insanı gelecek nesile yansıtır. İnşa edildikleri zamanın ruhunu taşır, teknik olarak da neler yapabileceğini gösterir. Bir bina bütün bir toplum adına konuşabilir.

        Hayatının geri kalanını nerede geçirmeyi planlıyorsun?

        Bunu bilemem. Belki 10 yıl İstanbul'da kalırım, belki önümüzdeki yıl başka bir şehire taşınırım. Ama şunu söyleyebilirim, gidersem de bu İstanbul'un hatası olmaz.

        "HAYATI KEŞFETMEK İÇİN PARAYA DEĞİL, YENİ GÖZLERE İHTİYAÇ VAR"

        Bu büyük bir özgürlük. Gitmek için mutlaka zengin olmak gerekiyor mu?

        Ben zengin bir aileden gelmiyorum hatta hiçbir zaman çok paramız olmadı. İki büyükbabam da madenciydi. Annem hemşire ve babam da elektrik teknisyeniydi. En parasız olduğumuz zamanlarda bile gezdik. Uçağa binecek paramız yoksa trenle gidebileceğimiz kadar uzağa giderdik. Bu bir tercih meselesi, ben böyle büyüdüm. Babam 14 yaşındayken bana "Keşfet" demişti, "Ancak gezerek keşfedebilirsin, gidebildiğin kadar git, bu çok önemli."

        Neymiş önemi?

        Yaşamla ilgili neyi takdir ettiğini ya da neyin eksik olduğunu görmek için bir yol, kendini tanımak için bir araç, güvenli bölgenin yani evinin dışında nasıl hayatta kalacağını öğrenirken attığın bir adım. Belki sınıra yakın yaşamanın da etkisiyle, her zaman tüm sınırların ötesini merak ettim.

        Peki ya hiç parası olmayanlar?

        Hayatı keşfetmek için paraya değil, yeni gözlere ihtiyacınız var. Evine giderken her zamanki yoldan değil, yan sokaktan geçebilirsin. İyi bir zihin, yalnızca bir sokak ötede dahi farklı bir şey keşfedebilir. Ama zihin açık değilse, aklınız dünyanın en ilginç yerinde bile sıra dışı olanı görmenize izin vermez. Hayatın içinden kör gibi geçersiniz.

        Yani aslolan meraktır...

        Merak, kalbinizin içinden geldiği an rehberiniz bulunmuş olacak; rehberiniz merak olacak. İnsanın hayalleri ve hedefleri olabilir, ama hayallerinize kör kütük tutulmak hayatın içindeki keşfedilecek diğer detaylara karşı sizi duyarsızlaştırabilir. O hayal bir gün gerçek olabilir ya da olmayabilir ama zihniniz dünyaya açık olmalı.

        "ESKİDEN POLİS ÇAĞIRIRDIM, ŞİMDİ İSE KAFAMI YASTIĞIN ALTINA SOKUYORUM"

        Çok farklı kültürler gördün, seni çok etkileyen tek bir anını anlatır mısın?

        Güney Afrika'da kaldığım üç ay, gözümü en çok açan deneyimlerden biri oldu. Onların hayatla kurdukları ilişkiden çok etkilendim. İlk geldiğimizde bizim için bir parti düzenlenmişti ve gittiğimizde salı günü gece yarısıydı. Müziğin sesine inanamazsınız ve kaldıkları küçük derme çatma evlerin bir ses yalıtımı olmadığını da tahmin edersiniz. Almanya'da saat 22.00'den sonra o yükseklikte müzik çaldığınız an kapınıza polis gelir. Bunu düşünerek, "Sesi kıssak mı? Yandakiler rahatsız olmaz mı?" diye sordum. Ev sahibi bana baktı ve dedi ki: "Hayır, biz burada öyle yaşamıyoruz. Bizim hiçbir şeyimiz yok ve eğer birinin mutlu olup kutlayacağı bir olay olmuşsa, ben kimim ki onun bu mutluluğunu elinden alayım? Yarın belki işe biraz yorgun gideriz ama o anın mutluluğunu birbirimizden almayız." Bu benim için müthiş aydınlatıcıydı.

        Şimdi senin komşun müziği açtığında ne yapıyorsun?

        Eskiden polis çağırırdım; şimdi ise kafamı yastığın altına sokup mutlu olmaya çabalıyorum! Ve inan bana bu halimi çok daha fazla seviyorum...

        Fotoğraflar: Murat Kaya

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ