Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Polemik Erkek doğulur mu, olunur mu?

        Sosyolog ve aktivist Pınar Selek, “Sürüne Sürüne Erkeklik” adlı bir kitap yazdı. Kasım ayında İletişim Yayınları arasından çıkacak olan kitap 58 erkekle konuşularak yapılan geniş kapsamlı akademik bir çalışmanın ürünü. Amacı ise toplumda erkeklik bilgisini üreten mekanizmaları çözümlemek. Selek, kitabında pek çok olduğunu söylediği bu mekanizmalardan yalnızca birine, askerlik kurumuna odaklanıyor.

        Yeni Aktüel Dergisi, Sosyolog Pınar Selek'e “Şiddet erkekliğin nesi olur, askerlik onu neye dönüştürür” diye sordu, Selek de şiddeti gündelik hayatımızdan çıkarmanın yollarını anlattı.

        * Araştırmanızı biraz anlatır mısınız? Bu insanları nasıl buldunuz, nasıl konuştunuz, hangi soruları sordunuz?

        Araştırmamın konusu erkeklik ve onun gündelik şiddetle olan ilişkisiydi. Çok geniş bir konuydu, çünkü bunu üreten birçok mekanizma vardı. Aile, arkadaş grupları, mahalle, spor örgütlenmeleri, taraftar grupları... Aslında her biriyle ilgili özel çalışmalara ihtiyaç var. Sünnete daha çok bakılmalı mesela… Ben askerliği çalışmayı tercih ettim. Çünkü Türkiye’deki bütün erkekler, belli bir yaş döneminde içinde yaşadıkları sosyal çerçeveyi terk edip bir erkekler topluluğunun içine giriyorlar. Orada erkek erkeğe devlet dersi görürken, bir yandan da birbirleriyle çarpışıyorlar. Erkeklik mitine göre şişirilmiş bir sürü varlık çarpışıyor. Bu çarpışmada nelerin açığa çıktığını görmek istedim. Bunun için Türkiye’deki çeşitli farklılıkları da gözeterek bir sözlü tarih çalışması yaptık. “Erkek erkeğe” olmanın samimiyetini istediğimiz için, birçok görüşmeyi iki erkek arkadaş yaptı. Yani bir ekip olarak çalıştık. Güzel bir yolculuktu… Trabzon’dan Hatay’a, Manisa’dan Konya’ya… İnsandan insana aktık birlikte. Çeşitli yaşlardan MHP’liler, AKP’liler, CHP’liler, muhalifler.. Farklı kültürlerin temsiliyetini de önemsedik, cinsel yönelim farklılıklarını da… Mesela bir travestiyle söyleşi yaptık. O, cinsiyetini değiştirmeye askerlik sırasında karar verdiğini anlattı. 20’li yaşlarda, kendinde bir farklılık olduğunu hissediyormuş ama tanımlayamıyormuş. Ailesi onu oraya erkek olsun diye göndermiş, memuriyeti de varmış zaten, “Gönderelim, everelim, oğlumuz doğru düzgün olsun” diyorlarmış. Ama askerlik sırasında, bunca erkekle iç içe yaşadıktan sonra erkek olmadığına karar vermiş. Askerliğin yapıldığı yer de önemliydi. Kore’de, Somali’de, Güneydoğu’da, Tekirdağ’da askerlik yapanları bulduk. Bunlar çok uzun görüşmelerdi. Görüşme metinlerini, kitap çıktıktan sonra Amargi Kadın Kooperatifi’ne armağan edeceğim. Böylece bütün araştırmacılara açık olacak. Çünkü bu anlatılardan onlarca kitabın yararlanabileceğini düşünüyorum.

        * Dinlediğiniz hikâyelerin benzerlikleri ve farklılıkları nelerdi?

        Hepsini birlikte okuyunca, sıradanlığın farklı biçimlerini görmüş oldum. Ben okurken çok acı çektim, çünkü bir trajedi okuyorsun aslında. Bir yandan sürekli bir şenlik, bir tören hali. O esnada şişirilen, gösterilmeyen, maskelenen bir sürü korku. Yoksul, sistemin, daha güçlü olanın vurduğu erkekler bir yandan da şişiriliyorlar. Peki ama yoksunlukla kışkırtılma birlikte nasıl taşınır? İnsan hem şişirilir hem tokatlanırsa ne olur? Hınç kavramı girdi burada devreye. Bu hıncı çözümlemek zorundayız. Bu sadece erkeklerde var demiyorum, kadınlarda da farklı biçimlerde var. Fakat erkek olmak, sürekli kışkırtılmak demek. Güçlü olmak zorundasın. Mesela uzun boylu olmak zorundasın, bir erkeğin kısa boylu olması zordur. Gerektiği zaman dövüşmeli, postasını koymalı, hep uyanık olmalı, korumalı…

        * Askerliğin erkekliği üreten mekanizmalar içerisinde ayrıcalıklı bir konumu olduğunu düşünebilir miyiz?

        Askerlik bütün o mekanizmalardan sadece biri. En önemlisi de değil aslında. Çünkü diğer toplumsal mekanizmalarla bütünleşmese bu kadar büyük etki yaratamaz. Cinsiyet rollerini inşa eden, bunun örgütlenmesini bizzat üstlenen, bu mekanizmaların kurulmasını bizzat gerçekleştiren kurum aile. Çocukluktan itibaren kadın ve erkek olmayı öğreniyoruz. Ben erkeklerin nasıl adam edildiklerine bakmak istedim. Bunu merak ettim. Cinsiyetçilikten bahsedilirken birçok yerde kadın sorunu denir... Bu kadın değil, cinsiyetçilik sorunu aslında. Cinsiyetçilik tabii ki bir yandan kadın sorunu, çünkü kadın ezilen bir konumda. Onun yaşadığı bambaşka bir felaketler zinciri. Ama erkek de, erkek olmayı öğrenirken korkunç bir cendereye giriyor. Bir kere iktidar konumunda… Ve erkeğin bu konumu, birçok iktidar konumunu besliyor. Kapitalizmin zihniyeti, militarizmin işleyişi, milliyetçiliğin kuruluşu, insanın doğa üzerindeki hâkimiyeti, yaş hiyerarşisi hep erkeklikten besleniyor.

        * Bu da erkekliğin problematize edilmesini öncelikli hale getiriyor.

        Ben de bu noktadan hareketle, Türkiye’de erkekliğin nasıl kurulduğuna bakmaya çalıştım. Askerlikte olup bitenlere bakarak, erkeklerin bu mekanizmalar içinde nasıl sıkıştıklarını anlamaya çalıştım. Çünkü bu sıkışma çok şey söylüyor. Çıkacak olan kitabın başında da anlatıyorum, Yasin Hayal elini sallayarak “akıllı ol” dediğinde ve ben o yüze baktığımda, o yüz bana çok tanıdık geldi. Dedim “Ben bunu nereden tanıyorum?” Ben kadın olarak bu ifadeyi zaten tanıyorum. “Akıllı ol” lafı hep kadınlara söylenmez mi? Ayrıca travestileri sokaktan kovan güruhun da söylemi bu. Ülker Sokak’ta camlardan içeri bakan adamların da yüzünde aynı ifade vardı. Bursa’da da aynı şeyi gördüm. Kütahya’da da... Değişik linç hareketlerinde aynı tipleme var. Bu adamların yüzüne dikkatli bakınca başka şeyler de görüyorsun… O kasılmanın, o gerilmenin ardındaki ezilmişlik, kendini gerçekleştirmeye, ispatlamaya çalışması... Bütün bunlar çok tanıdıktı. O, ezikliğin ve kışkırtılmışlığın arkasındaki hınçtı aslında. Bu hınç sınırsız bir şiddet yaratıyordu kendini kusarken. Bunu izlemek çok dehşetli, çok tedirgin edici bir şey. O dönemde Rakel Dink “Bir bebekten katil yaratan zihniyet” demişti. Ben katil üreten diye değil, bir bebekten şiddet üreten nedir diye baktım. Bir bebek, bir şiddet uygulayıcısına nasıl dönüşüyor? Toplumsal mekanizmalar bunda nasıl bir rol oynuyor?

        * Az önce erkek olmak için gereken birsürü şeyden bahsettin. O kadar çoklar ki, erkeklik biraz da Tanrı’yı oynamaya çalışmak gibi. Yanılıyor muyum?

        Bir nevi Tanrı ya da Tanrı’nın en güçlü süvarisi, şovalyesi olması lazım. Bir yandan şovalyelik, bir taraftan da sürekli sille yeme durumu...

        * Ama erkeklik yerinde sayan da bir şey değil. Mesela para, iyi bir kariyer, hatta artık bakımlı olmak vb. değerler zaman içinde yükleniyor. Bu sürekli genişleme hali ne yapıyor erkeklere?

        Şizofreni yaratıyor. Çünkü Türkiye’de toplumsal geçişler hesaplaşarak, bir diğerini eriterek olmuyor. Üst üste yığılıyor, daha önce güçlü olup da güçten düşen ortadan kalkmıyor, diğerinin içinde barınmaya devam ediyor. Eskiden iyi dövüşçü olmak iyi erkek olmak demekti. Şimdi araba kullanmak, güzel bir araban olması, bordronun kabarıklığı vs. Ama hâlâ iyi dövüşçü olman da gerekiyor. Hepsi iç içe geçiyor. Erkekler açısından farklı iktidar biçimlerinin ayakta olması, bir diğerini güçlendiriyor. Mahsun Kırmızıgül’ün bütün o tripleri bence Tarkan’ı da güçlendiriyor.

        * Şöyle bir şey mi? Soyut bir erkeğe sürekli bir şeyler ekleniyor ve tek tek erkekler de ondan paylarını alıyorlar.

        Kesinlikle. Bir yandan inanılmaz bir yoksunluk var, bir yandan da medya aracılığıyla farklı fırsatlara aşinalık. Oradaki mitleri, modelleri görüyorlar.

        * İhtiyaçların sayısı artıyor.

        İnanılmaz artıyor. Ama gurbete gitmeye hâlâ ihtiyaç duyuluyor. Mesela konuştuğumuz erkeklerin bir kısmı, askerlik sayesinde ilk defa mahallelerinin dışına çıkıyorlar. Bu fırsattan yararlanarak yola çıkmadan mutlaka bir geneleve gidiyorlar, birlikte eğleniyorlar. Bu çok ciddi bir ritüel. Hatta aynı memleketten birkaç kişi gidiyorsa, birbirlerini tanımasalar bile hemen birlikte oraya gidiyorlar.

        * Bir tür bekârlığa veda partisi gibi mi?

        Aslında daha çok şu: “Askere gittikten sonra adam olacağım, geri döneceğim. Askere gitmeden önce yapmadığım ne varsa yapayım ki döndükten sonra aile babası olmaya, herşeye hazır olayım” diyor. Erkeklerin, adam olmak için kendi yaşadığı çevrenin dışına çıkması gerekiyor. Çünkü kendi hanesini koruyabilmek için dışarıyı, dışarının pisliklerini iyi bilmesi, herşeyi dibine kadar yaşayıp görmesi lazım. Farklı kültürlerde kabile dışına çıkar, 7-8 kabileyi dolaşır ya da ormana gidip orada bir süre kalır. Bizde de gurbet var, başlık parası kazanmak için gönderilir mesela. Askerlik aslında bu gurbet deneyimine de denk düşüyor. Askerlik yolunda gerçekleşen her şey törensel bir havada vuku bulduğu için, sanki gurur duyulacak bir şeymiş gibi geneleve gittiğini anlatanlar var.

        * O törenler çeşitli türden yoksunlukların yerini alarak erkekliği şişiriyorlar mı?

        Görüşmelerden birini okurken içim eridi. Trabzonlu bir çocuk diyor ki, “Millet ne âlemler yapıyor. Bizde öyle bir kafa yoktu, daha süt çocuğuyduk o zaman. Nerede öyle âlem yapacak hal? Milletin aklı bozuk, onların derdi askerlik değil başka hesaplar.” Biraz sonra başka bir şey anlatıyor: Askerliğini Ankara’da yapmış, ilk defa çıkıyor Trabzon’dan Ankara’ya geliyor. Orada bir kafeteryada oturuyor, bir tost yiyor, bir çay içiyor, bunları da ilk defa yapıyor. Etrafta da birsürü insan var. “O sırada da Trabzon-Galatasaray maçı vardı. Fakat Trabzon yenildi. Elimi masaya vurdum, gidip teslim oldum” diyor. “Trabzon yenseydi biz ne âlemler yapardık” diye de devam ediyor. Bu bence o kadar çok şey anlatıyor ki.

        * Askerlik yapmak, sonraki sivil hayatı nasıl etkiliyor?

        Bir kere öldürmeyi öğrenmek çok önemli bir şey. İnsan öldürmeyi bir ders olarak görmek, bunun meşru olduğunu bir süre için bile düşünmek çok belirleyici. Zaten dayakla yetiştirilerek vs. şiddetin çeşitli formlarını meşru olarak görüyor. Orada bir de insan öldürmeyi görüyor. Düşman olarak tanımlanan varlığa karşı kahramanlık yapmak, onu öldürmek ödüllendirilen bir şey. Şirketlerde, farklı kurumlarda da benzer şeyler var. Erkekler arasında kurulan ilişkide çok ilginç bir şey var. Güçlü erkek, güçsüz gördüğü erkeği kadınsılaştırarak iktidar ilişkisi kuruyor. Mesela askerde etrafı temizliyor, bulaşık yıkıyor vs. Başka erkeklere yaptığı hizmeti aslında bir tür “karılık” olarak görüyor. Hata yaptığında azarlanıyor, küfür yiyor. Bunu döndükten sonra kendisi de uyguluyor evinde. Zaten toplumsal olarak meşru olan bir şiddet yönteminin orada yoğunlaştırılmış olarak kullanılması çok önemli. Bir süre sonra ister istemez bir alışkanlığa ve bir bilgiye dönüşüyor. Mesela bazıları döndükten sonra babalarına ya da patronlarına komutanım dediklerini anlattılar. Bu çok ilginçti, döndükten sonra orada edindiği deneyim sonraki ilişkilerini de belirliyor.

        * Bütün bunlar savaşların bu kadar kolay kabullenilmesini de açıklıyor sanki...

        Erkeklik baştan sona korkuyla ve bastırmayla örülen bir şey. Kendini ispatlama imkânları son derece sınırlı olan insanların, kendilerini ispatlayabilecekleri alanlardan biri olarak sunuluyor savaş. Hayatta erişemeyeceği kahramanlık mertebesine ancak ölerek erişebiliyor. Yani hınç ancak ölümle aşılabilir gibi. Bütün toplumsal ilişkilerde yoksunluk insanı o kadar silikleştiriyor, o kadar sıradanlaştırıyor ki kendisini göstermesinin tek yolu bu savaş oluyor. Militer politikalar da erkekliğin kendini ispatlama ihtiyacından besleniyorlar. Bu böyle, ama biz kadınlar ya da erkekliği bu şekilde sorgulayanlar, ne yazık ki şunu geliştiremiyoruz: Şiddet olmadan kahramanlık yapabilmek, cesaret göstermek, bir sorunu başkalarına şiddet uygulamadan çözebilmek... Silahların üzerine silahsız gitmek de cesarettir. Bu değerleri geliştiremiyoruz. Bu muhalefeti de etkiliyor. Türkiye’deki sol, 70’lerden sonra, devlet politikalarının da etkisiyle silahlı mücadele yoluna girdi. Latin Amerika’daki, Vietnam’daki deneyimler ve devletin uyguladığı her şiddet de bu eğilimi güçlendirdi. Silahlı gruplar, legal hareketlerden daha fazla taban buldu. Çünkü “bu insanlar cesur, okullarını, sevdiklerini bırakıp bu işlere giriştiler” diye düşünüldü. Türkiye’deki kahramanlara bakalım hepsi erkektir ve silahlıdır. Barışın toplumda simgeleşmiş isimleri yok mu? Aslında var. Pir Sultan var, Nesimi var... Pir Sultan silaha sarılmaz, ama halk saygı duyar, çünkü başını eğmemiştir, silahlı kalkışmaya geçmemiştir, buna rağmen taşlanmıştır. O taşların karşısındaki sözleri akıldadır: “Ellerin taşı değmez üstüme / Dostun bir gülü yareler bizi.” Aslında bu toplumda barışçı kahramanlar da var. Dolayısıyla da oradan bir muhalefet geliştirilebilir diyorum.

        * Şimdi araştırmacı Pınar Selek’e değil, aktivist Pınar Selek’e soruyorum. Sizin bütün bu şiddet sorununa karşı aklınıza gelen çözüm ne?

        Öncelikle kendimizi hiçbir şeyin dışında görmemeliyiz. Şiddeti aşmak için, kendi siyasal kurgularımızda da, muhalefet biçimlerimizde de salt bir tarafa yüklenmek yerine, “Acaba ben buna ne katıyorum, bundan nasıl yararlanıyorum” diye bakmamız gerekir. “Benim ürettiğim hangi değerlerle bu şiddet kültürü ayakta kalıyor” diye düşünelim. Şiddetle ne özgürlük, ne güvenlik, ne de başka bir şey kurulur. Şiddetle sadece halkı sakatlarsın ve bu sakatlık çok zor onarılır. Şu anda çok sakatlanmış durumdayız ve sakatlanmaya da devam ediyoruz. Ben bunda herkesin payı olduğunu düşünüyorum, tek başına ordu ya da devlet yapmıyor bunu. Onların çok payı olabilir ama herkesin de katkısı var. Barış hepimiz açısından soyut kalıyor. Çünkü zihinlerimizde barış kadına benzetiliyor, savaş ise erkeğe… Bu şunu getiriyor, “Savaş kötüdür ama meşrudur. Başka da çare yoktur. Barış iyidir ama korunması gerekir, pasiftir, onu savaşçılar koruyacak.” Toplumsal şiddeti aşmak, barışın bu sınırlı anlamını da aşmak anlamına geliyor.

        Yeni Aktüel

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ