Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi ‘Hayatım boyunca bu romana hazırlandım’

        Gülenay BÖREKÇİ\ GAZETE HABERTÜRK

        1943’ün puslu bir sonbahar sabahında, Roma’da birbirine yabancı iki kadın göz göze gelir. Alman işgali altındaki şehrin kaosundan kaçan Chiara Ravello büyükannesinin evine sığınmak üzeredir. Öteki kadın ise silah zoruyla, yanı başındaki kocası ve çocuğuyla birlikte toplama kampına sürüklenmektedir.

        Chiara içgüdüsel bir tepkiyle kendisinin bu çocuğun teyzesi olduğunu söyler ve onu toplama kampından kurtarır...

        Ama olaylar burada bitmeyecek, hikâye akla hayale gelmeyecek boyutlar kazanacaktır...

        Virginia Baily, Timaş Yayınları’ndan çıkan kitabı “Bir Sabah Erkenden”in kendi hayatından izler taşıdığını söylüyor...

        “Roma’ya ilk kez 16 yaşımdayken gittim; teyzem orada yaşıyordu. O gün bugün her yaz giderim. Kitabı oluşturan fikir, Roma’da başımdan geçen kısa aşk macerasından doğdu. Sırf bu da değil, aslında kitabın hemen tamamı şahsi deneyimlerimle beslendi, zenginleşti.

        Her ayrıntısında benim Roma’m var. Şahane yemekler, sesler, renkler, içinizde o toprağa adım attığınız günden itibaren hissettiğiniz o dayanılmaz İtalyanca konuşma arzusu, sıcaklık, gün ışığı, olağanüstü bir tarih ve güzellikle çevrelenmiş olmanın üzerinizde yarattığı etki, egzotik ve kışkırtıcı duygular, kendinizi “bella bionda” olarak yeniden keşfetmenin verdiği haz...

        “Bir Sabah Erkenden”in Maria’sı ben değilim ama onun Roma’da yaşadıkları benim yaşadıklarımla fazlasıyla örtüşüyor.” “Savaş dönemi Roma’sıyla ilgilenmeye öncelikle filmler, yani sinema sayesinde başladım.

        Roberto Rossellini’nin kısmen savaş döneminde, Alman işgali sırasında çektiği ve zaten tam da o dönemde geçen filmi ‘Roma Açık Şehir’, beni büyülemişti.

        Daha sonra savaşın edebiyata yansımalarını araştırdım ve Giacomo Debenedetti adlı bir Yahudi yazarın kaleme aldığı kitaba rastladım. “Roma Yahudileri” adlı kitabında anlattıkları müthiş etkileyiciydi, dahası o sayede teyzemin yıllardır yaşadığı binanın hemen köşesinde, her sabah kahve içtiğimiz mekânda ne olaylar yaşandığını keşfetmiştim.”

        “Galiba ben aslında hayatım boyunca bu romana hazırlandım, zihnimde onunla meşgul oldum. Fakat yazmak farklıydı tabii; bilgilerimi tazelemem, çok sayıda dönem romanı okumam ve hikâyeme gerçek ayrıntılar katmam gerekiyordu. Filmler ve belgeseller seyrettim, savaş kurbanlarının anılarını ve sağ kalanların günlüklerini okudum, o yıllarda çıkan gazete haberlerini inceledim, yüzlerce sararmış fotoğrafa uzun uzun baktım.

        En önemlisi kitabı Roma’da yazdım. İlk romanım McKitterick Ödülü kazanmıştı, gelen parayla kendime San Giovanni bölgesinde bir daire kiraladım. Sabahın erken saatlerinden öğlene kadar yazıyor, sonraki saatleri de Roma’da kaybolarak geçiriyordum.”

        DENEME

        Nar ağrısıyla seyahat

        Yolculuklar sadece uzak diyarlara yapılmaz; insan geçmişindeki anları, kafasını kurcalayan soruları, okuduğu kitapları ve şahit olduğu irili ufaklı hadiseleri de ziyaret edebilir...

        Bu öteki yolculuklardan geriye zihinde varlığını, canlılığını hep sürdürecek olan soyut fotoğraflar, yani anlar kalır. İşte İnci Aral, yeni kitabı “Kan Günleri ve Nar Ağrısı”nda bu soyut fotoğrafları kelimelere döküyor. Şöyle de denebilir: Aral bu kez memleketin, dünyanın dört bir köşesini gezip dolaştıktan sonra önümüze bir harita bırakıyor, bir de vicdan, adalet, sanat, edebiyat, aşk, ilişkiler, doğa ve insan resimleri...

        Şöyle anlatıyor o resimlere elbette mükemmel bir şekilde yansımış ruh halini: “Yolculuklarım insana duyduğum sevgiyi merhametle karışık bir borçluluğa dönüştürdü. Tekerlek seslerine eşlik eden bebek ağlamaları, camlardaki TCDD damgaları aidiyet duygumu pekiştirdi. Bu ülkede doğmuş olduğum için çaresiz bir kederle birlikte coşkulu bir sevinç de duydum.

        Maraş’ın pamuk tarlalarındaki işçi çadırları. Kar altındaki Konya Ovası. Dolunayda ışıldayan kıraç tepeler. Çarşamba’nın ortasından akıp giden Yeşilırmak. Harran Ovası’nın o görkemli, havadan görünümü. Mersin’in portakal bahçeleri, Bolu’nun sonbahar ormanları... Bütün gündoğumları. Limanlar.

        Rüzgârda balık ağları. Sonra o mağrur dağlar. Suskun, görmüş geçirmiş kızıl, kara çileli topraklar ki kalbimi kaptırmış olduğumdan ben de o çilenin gönüllü bir parçasıyım artık...

        ” Malum, “Ağda zamanı”, “Sevginin Eşsiz Kışı”, “Gölgede 40 Derece”, “Uykusuzlar”, “Mor”, “Taş ve Ten”, “Unutmak” gibi kitapların yazarı İnci Aral ne yazsa okurum. Yazıları da buna dahil. “Kan Günleri ve Nar Ağrısı”nı tavsiye ederim.

        ÇOCUK

        Form Bilişim Yayınları’nın çocuklar için çıkardığı klasikler dizisini “harikulade” kelimesiyle anlatmak zor.

        Bunlardan biri de “Bir Çift Söz” adlı şiir seçkisi. İçinde klasik edebiyatın önemli şairlerinin eserleri var.

        En güzel yanıysa kitabı hayranı olduğum İtalyan çizer Nicoletta Ceccoli’nin görselleştirmiş olması. Ceccoli’nin resimlerinin her biri masumiyetle tekinsizliği birleştiren birer renk ve desen şiiri; çocuk olmasanız da bayılacaksınız...

        ÖYKÜ

        Çağdaş edebiyatın “feminen” seslerinden Lorrie Moore’un son öykü kitabı “Havlama”, Cem Alpan’ın çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıktı. Moore öykülerinde ikili ilişkileri, yola devam etmeyi güçleştiren kaygıları, karşılık bulmayan arzuları, hayat karartan travmaları anlatıyor.

        Çoğunlukla melankolik ve kederli öyküler ama ruhunuzu kasvet sarmıyor okurken, çünkü Moore’un üslubu cesur ve komik aynı zamanda. Biraz da haşin. Öyküleri burada tek tek anlatamayacağıma göre, Moore’un genç yazarlara verdiği mühim bir tavsiyeyi almak istedim.

        Bu epeyce sert tavsiye, yazarın edebiyatına da ışık tutacak; okuyalım...

        “Edebiyatçı olmayı kafaya koyduysanız, annenize ya da babanıza anlatamayacağınız şeyleri yazın. Sanatçı yalnızlığı canavarca bir şeydir ama sanat tam olarak bu haşinlikten doğar.

        Cesaretten bahsetmiyorum; yazmak, cesaret denemeyecek türden nezaketsizlikleri andırıyor.

        Yazar olacaksanız, şöyle demelisiniz: ‘İşte ben buyum ve tabiatıma uygun davranacağım.’ Savunulması mümkün olmayan bir yan var bunda. Sanatçıyı yaratmaya iten dürtü, yaşadığı toplumu sevmek ve onun için bir şeyler yapmak arzusundan kaynaklanmaz.

        Neticede amme hizmeti yapmayacak, bir sendikaya bağlı çalışmayacaksınız, bu yüzden iş güvenliğiniz pek az olacak. Üstelik kitaplarınız yayınlandıktan sonra artık 11 değil 4 arkadaşınız olmasını göze almak zorundasınız.”

        ROMAN

        Bizde “Zona”, “İçimdeki Yağmur”, “Bir Hışımla” adlı kitapları çıkan Geoff Dyer’a kimileri, “İngiliz edebiyatının yaşayan en orijinal yazarı” diyor. Açıkçası “en”lerle pek ilgilenmiyorum ama yazdıklarını her zaman şahane buluyorum. Bilhassa Sel Yayıncılık’tan çıkan “Venedik’te Aşk Varanasi’de Ölüm” romanını okuyun derim. Geçenlerde rastladım, Dyer, “nasıl yazar olunur” sorusuna cevap arayanlara birkaç tavsiyede bulunmuş. İşte seçtiğim üç tanesi...

        “Yazmak sebat işidir; vazgeçmeyin. Otuzlarımdayken, spor salonuna gider ama bundan nefret ederdim. Spor salonuna gitme sebebim bir gün gitmeyeceğim günü elimden geldiğince ertelemekti. Yazmak da böyle; artık bu işi yapmayacağım günü mümkün olduğunca ertelemek için yazıyorum aslında.”

        “Kamuya açık mekânlarda yazmayın. 90’ların başında, bir süre Paris’te yaşadım, bildiğiniz şu yazarlık arzularıyla... O yıllarda İngiltere’de bir pub’da oturup yazdığınızı görseler, kafanızı uçururlardı. Paris’teyse, bir ‘dans les cafés’ durumu vardı. Ama bende ters etki yaptı, kamuya açık yerlerde yazma konusunda bir tiksinti geliştirdim. Bugün yazmanın sadece yalnızken yapılacak bir iş olduğunu düşünüyorum, tıpkı diğer tuvalet aktiviteleri gibi.”

        “Pişmanlıklarınız olsun. Ateşleyici etkileri vardır; kâğıt üstünde arzuya dönüşürler.”

        İLK BEST SELLER YAZARI NASIL DOĞDU?

        İnci Aral’ın kitabının bir yerinde, Charles Dickens’ın yaşarken romanlarından elde ettiği gelirin 40 milyon İngiliz Pound’unu geçtiğini ve büyük romancının yazarlıktan para kazanmak açısından William Shakespeare’i bile geride bıraktığını anlatıyor.

        Hikâye enteresan: “Dickens, para kazanmayı, babası borçları yüzünden tutukevine düştüğünde koyuyor kafaya. Borcu ödeyip ailesini kurtarmak için 12 yaşında hayata atılıyor.

        Birçok işe girip çıkıyor. Yoksul işçiler arasında hissettiği aşağılanma onu öylesine hırslandırıyor ki 25’ine varmadan yazı emeğiyle büyük paralar kazanmayı başarıyor.

        Yöntem şu: Ünlü bir illüstrasyon ustasının resimlediği “Mr. Pickwick’in Serüvenleri” adlı ilk eserinden başlayarak bütün romanlarını her ay üç fasikül halinde yayınlıyor.

        Günümüzün TV dizisi mantığıyla her ay son fasikülün son sayfasında inanılmaz bir olay oluyor, “ertelenmiş gerilim” okuru bir sonraki bölüme bağlıyor.

        Bittiğinde roman bu kez kitap olarak basılıyor ve yeniden satılıyor. Ayrıca o ilk fasiküller halktan çok ucuza geri alınıp toplanıyor, ciltlenip altın yaldızlı kapaklarla “koleksiyon baskısı” olarak yeniden pazarlanıyor.

        Böylece Dickens, aynı kitabı okura üç kez satabilen tek yazar oluyor.” İnci Aral, Dickens’ın pazarlama dehasının yanı sıra eşsiz bir romancı olduğunun, ayrıksı ama inandırıcı karakterler yaratarak okura büyük bir insanlık panoraması sunduğunun da altını çiziyor.

        Zaten Dickens çağının ötesine geçerek ölümsüzler arasına karışmasını esasında buna borçlu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ