Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema En iyi 20 tek mekân filmi
        1

        ÖLÜM KARARI (1948)
        (Rope)

        New York’ta aynı dairede yaşayan iki genç, “Yeteneksiz kişilerin yaşama hakkı yoktur” fikrinden yola çıkarak kendilerinden aşağı gördükleri arkadaşlarını iple boğup öldürür, cesedi de salonun ortasındaki antika sandığa yerleştirirler. Zekâlarını kullanarak mükemmel bir cinayet işleyeceklerini düşünmektedirler. Ama partide en az onlar kadar zeki bir başkası daha vardır. Cinayetten sonra düzenledikleri partiye katılan felsefe hocaları davranışlarından kuşkulanana kadar mükemmel bir cinayet işlediklerini düşünmeye devam ederler... Yönetmen Alfred Hitchcock tiyatro oyunundan uyarlanan filmi, yaklaşık 10 dakikalık uzun planlarla çekerek antik tiyatrodaki zaman ve mekân birliği kuralına uyuyor. Sonuç son derece sinemasal ve iddialı.

        2

        ARKA PENCERE (1954)
        (Rear Window)

        Profesyonel fotoğrafçı Jeff (James Stewart), evinde tekerlekli sandalyenin üzerinde geçirmek zorunda olduğu günlerde arka penceresinden ortak avluya bakan evleri gözetleyerek vakit geçirir. Karşı apartmanda bir cinayet işlendiğinden şüphelenmeye başlayınca röntgencilik, detektifliğe dönüşür... Ama yakın çevresindeki insanları ikna etmesi hiç de kolay olmaz. Tek yapması gereken onları da ‘soruşturma’ya, yani röntgenciliğe ikna etmektir… Usta yönetmen Alfred Hitchcock’un belki de en ilham verici filmlerinden biri… Öyle ki ‘Arka Pencere’den esinlenen ya da gönderme yapan filmlerin, dizilerin, romanların, öykülerin tam listesini çıkarmak herhalde mümkün değildir… Böylesi büyük bir klasiğin tek mekânda geçmesi ise kuşkusuz Hitchcock’un ustalığının açık bir sonucu…

        3

        12 ÖFKELİ ADAM (1957)
        (12 Angry Men)

        Reginald Rose’un kendi öyküsünden senaryolaştırdığı film, karşısındaki 11 kişinin kararını tek başına değiştirmeye çalışan 8 numaralı jüri üyesinin (Henry Fonda) öyküsünü anlatıyor. 11 kişi de toplantı salonuna kararını vermiş olarak girer. Ama duruşmada olup biten her şeyin üzerinden tek tek geçmeye başladıklarında durum değişmeye başlar. Bazıları kendini sorgularken bazıları kararında diretir… Toplantı ilerledikçe önyargıların aldatıcılığını daha çok ortaya çıkmaya başlar. Yönetmen Sidney Lumet, ilk sinema filminde son derece sağlam bir iş koyuyor ortaya. Öyküye kendinizi öyle bir kaptırıyorsunuz ki bir noktadan sonra olayın tek mekânda geçtiğini dahi unutuyorsunuz. Doğrunun tarafında olan tek kişinin ne kadar çok şeyi değiştirebileceğine dair çekilmiş en iyi filmlerden biri, herkesin seyretmesi gereken gerçek bir klasik.

        4

        YOK EDİCİ MELEK (1962)
        (El Angel Exterminador)

        İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in İspanya’daki Franco rejimi yıllarında Meksika’da çektiği filmlerden biri olan ‘Yok Edici Melek’, gerçeküstücü özellikler taşıyan ‘açıklanamaz’ öyküsüyle öne çıkar… Zengin bir çiftin verdiği yemeğe katılan davetliler, saatler ilerlemesine rağmen evden bir türlü dışarı çıkamazlar. Görünürde evden çıkmalarını engelleyen açık bir neden olmamasına karşın davetliler bir süre sonra neredeyse hapis hayatı yaşamaya başlar... Kolay kolay anlam veremediğimiz tuhaf kabuslarımızı akla getiren ve bir gerilim havasında ilerleyen film, alt metinlerinde faşist Franco rejimine destek veren üst sınıfları eleştirir. Ev dışında bazı sahneler içerse de sahip olduğu klostrobofi duygusu ve öyküsüyle sinema tarihinin unutulmaz tek mekân filmlerinden biri olarak anılır.

        5

        KANLI ŞAKA (1972)
        (Sleuth)

        Anthony Shaffer’in 1970 yılında Tony Ödülü kazanan ve tiyatro sahnelerinde büyük başarı kazanan aynı adlı oyunundan sinemaya uyarladığı film, sürprizlerle ilerleyen baş döndürücü öykülerin çok yaygınlaşmadığı bir dönemde seyirci ve eleştirmenlerden büyük ilgi görmüş, başroldeki iki oyuncusuna da Oscar adaylığı getirmişti. Oyunlardan hoşlanan bir adam karısının âşığını evine davet eder. Sonra tuzaklarla dolu tehlikeli bir oyun başlar… Laurence Olivier ve Michael Caine’in muhteşem performanslarıyla adeta parmak ısırttıkları film, usta yönetmen Joseph L. Mankiewicz’in imzasını taşır. 1982 tarihli ‘Deathtrap’ filmine esin kaynağı olan ‘Sleuth’un resmi yeniden çevrimi, 2007 yılında gösterime girmiş ama eleştirmen ve seyircilerden beklediği ilgiyi görememişti.

        6

        KÖPEKLERİN GÜNÜ (1975)
        (Dog Day Afternoon)

        Film, 22 Ağustos 1972'de Brooklyn'de yaşanmış başarısız bir banka soygunu girişiminden yola çıkar... Acemi suçlular Sonny (Al Pacino) ve Sal (John Cazale) için soygun, kötü başlar. Çok sıcak bir yaz günüdür ve arkadaşları son dakikada kaçarak onları yalnız bırakır. İçeri girdiklerinde kasada çok az para olduğunu anlarlar. Üstelik polis kısa sürede bankanın etrafını sarmıştır... Yine de teslim olmaz ve içeridekileri rehin alırlar. Rehinelere çok iyi davranır, hasta olanları hemen serbest bırakırlar. Sonny'nin soyguna kalkışma nedeni sevgilisinin cinsiyet değiştirme ameliyatı için gereken parayı bulmaktır... Sonny herkesin sempatisini kazanır ama sonuçta polis ve FBI için acilen yakalanması, etkisiz hale getirilmesi gereken bir soyguncudur. Usta yönetmen Sidney Lumet’in anlatımı, Al Pacino'nun mükemmel oyunculuğu ve karanlık, umutsuz finaliyle hafızalara kazınan gerçekçi bir soygun filmi...

        7

        DAS BOOT (1981)

        1942 yılında Atlantik’te görevli bir Alman denizaltısının içinde geçen boğucu ve klostrofobik bir film... Alman yönetmen Wolfgang Petersen, yaşam ve ölüm arasında gidip gelen denizaltının içindeki gerilim ve heyecanı ustalıkla yansıtırken ülkeleri için en iyisini yapmaya çalışan mürettebatın psikolojisini de ihmal etmiyor. Filmin başarısı, bizi karakterlerle özdeşleştirmesi ve savaş sırasında bir denizaltıda yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu gerçekçi bir tavırla yansıtması... Wolfgang Petersen’in Lothar G. Buchheim’ın romanından uyarladığı ’Das Boot’, denizaltında geçen filmlerin başyapıtı olarak kabul edilir.

        8

        BALO (1983)
        (Le Bal)

        Jean-Claude Penchenat’nın Campagnol Tiyatrosu’nda sahneye koyduğu tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan film, Paris’te bir dans salonunun 50 yıllık öyküsü üzerinden Fransa tarihinin dönüm noktalarını anlatıyor. Nazi işgalinden 1968 olaylarına ve 1980’lere uzanan filmde, öykü sinema ve dans sanatı üzerinden aktarılırken 50 yıllık bir zaman kesiti içinde modanın ve dansların değişimi de gözler önüne seriliyor. Diyalogların olmadığı, sinemanın ve dansın gücünün ortaya çıktığı unutulmaz bir başyapıt… İtalyan sinemacı Ettore Scola’nın yönettiği ‘Balo’, Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandı. Bir ortak yapım olan ‘Balo’, aynı yıl içinde Fransa’da Cesar, İtalya’da ise David Di Donatello ödüllerinde film ve yönetmen kategorilerinde zafere ulaşmıştı.

        9

        CLUE (1985)

        Monopol tarzı eski usul bir kutu oyunu olan Clue’dan esinlenerek sinemaya adapte edilen bir gizemli cinayet komedisi... Filmin yönetmeni Jonathan Lynn, senaryoyu John Landis’le birlikte yazmıştı… Altı konuk, akşam yemeği için tuhaf ve büyük bir eve davet edilir. Ev sahibi öldürülünce evde çalışanlarla birlikte katili bulmaya çalışırlar… Ama cinayetlerin sayısı artar ve davetliler ortak noktalarını keşfetmeye başlarlar. Film için üç alternatif son çekilmiş ve farklı sinema salonlarında farklı finaller gösterilmişti. Vizyona girdiği dönemde eleştirmenlerden yüz bulamamış ve gişe hasılatı açısından da yapımcılarını memnun eden bir sonuca ulaşamamıştı. Ama üç finalin de yer aldığı videonun satışları gayet iyi gitti ve neredeyse bir kült filme dönüştü. Başrollerde dönemin tanınmış oyuncularından Eileen Brennan, Tim Curry, Lesley Ann Warren, Madeleine Kahn, Christopher Lloyd gibi isimler vardı.

        10

        KAHVALTI KULÜBÜ (1985)
        (The Breakfast Club)

        John Hughes tarafından yazılıp yönetilen ‘The Breakfast Club’, sadece 1980’lerin değil tüm sinema tarihinin en iyi Amerikan gençlik filmlerinden biri olarak gösterilir… Film, cumartesi gününü okulda geçirme cezası almış 5 lise öğrencisinin birbirleriyle geçirmek zorunda kaldıkları saatlerde yaşadıklarını anlatır. İlk bakışta birbirlerinden çok farklı görünürler. Hepsi belirli bir öğrenci karakterinin prototipi gibi dururlar. Anlaşmaları mümkün değildir sanki. Ama ilk çatışmalar, ilk sorunlar aşılıp gerçek bir iletişim kurduklarında hem kendilerini hem de karşılarındakini daha iyi anlarlar. Ceza süresi onlar için bir keşif sürecine dönüşür. Emilio Estevez, Anthony Michael Hall, Judd Nelson, Molly Ringwald ve Ally Sheedy’nin oynadığı film 30. Yılında ABD’de 430 sinema salonunda yeniden gösterime girmişti.

        11

        KASET (2001)
        (Tape)

        Lise yıllarında yakın arkadaş olan Vince (Ethan Hawke) ve Jon (Robert Sean Leonard) Michigan’daki bir otel odasında buluşurlar. Vince ve John hayatlarının farklı dönemlerinde Amy (Uma Thurman) ile birlikte olmuşlardır. Bira içip sohbet ettikten sonra Vince, elindeki bir kaset kaydından söz eder. Kayıtta Jon, yıllar önce Amy’ye tecavüz ettiğini itiraf etmektedir… Jon ve Vince tartışıp kavga ederken Amy’nin de bir süre sonra onlara katılacağını öğreniriz. Stephen Belber’in kendi tiyatro oyunundan sinemaya uyarlandığı ‘Kaset’i Richard Linklater yönetti. Gecikmiş hesaplaşmalar ve yüzleşmeler üzerine sağlam bir dram…

        12

        PHONE BOOTH (2002)

        Tek mekân deyince akla gelen ilk filmlerden biri… Kendini beğenmiş reklamcı Stuart Shepard (Colin Farrell), New York’ta Times Meydanı’nda sevgilisi Pam (Katie Holmes) ile görüşmek için bir telefon kulübesine girer. Konuşma sırasında gelen bedava pizzayı kabaca geri çevirir. Görüşmesi bittikten sonra çalan telefonu açar ve hiç beklemediği bir anda kapana kısıldığını fark eder. Ya kendisini uzun menzilli tüfekle tehdit eden adamın dediklerini harfiyen yerine getirecek ya da hayatını kaybedecektir… Senaryosunu Larry Cohen’in yazdığı film, olumlu eleştiriler almamasına karşın içerdiği yoğun gerilim duygusuyla sürükleyici olmayı başarıyor. Yönetmen Joel Schumacher ana karakterin tek mekânda sıkışıp kalmasını seyirciye unutturan bir anlatım tutturmasını biliyor.

        13

        TOPRAK ALTINDA (2010)
        (Buried)

        Irak’ta çalışan Amerikalı kamyon şoförü Paul Conroy (Ryan Reynolds) uğradığı saldırı sonrası uyandığında kendini bir tabutun içinde bulur. Yanında çakmak ve cep telefonu vardır. O andan itibaren hayatta kalma mücadelesi başlar. ‘Toprak Altında’dan daha klostrofobik bir gerilim filmi düşünmek zor. Sonuçta bir tabutun içindeyiz ama seyri rahat ve sürükleyici bir film… Meksikalı yönetmen Rodrigo Cortes, inanılmaz olanı gerçekleştiriyor ve 95 dakikayı nefes nefese seyrettirmeyi başarıyor. Paul Conroy’un telefonda konuştuğu kişilerin sesini duyuyoruz ama filmde Ryan Reynolds’dan başka kimseyi görmüyoruz.

        14

        ACIMASIZ TANRI (2011)
        (Carnage)

        Yasmina Reza’nın tiyatro oyunu “Acımasız Tanrı”, parkta kavga eden iki çocuğun ebeveynlerinin bir araya gelip görüşmesini gerçek zamanlı olarak anlatıyor. Saldırgan çocuğun ebeveynleri (Kate Winslet, Christoph Waltz), diğer çocuğun anne babasının (Jodie Foster, John C. Reilly) evini bir türlü terk edemiyor, buluşma uzadıkça uzuyor ve öngörülemeyen noktalara geliyor. Küçük laf geçirmeler, ters konuşmalar, imalarla başlayan ve önceleri medeni tavırlarla çözümlenen ufak gerginliklerin daha ciddi çatışmalara dönüşmesini seyretmek gerçekten çok eğlenceli. Karakterler arasındaki beklenmedik uzlaşmalara ya da üç kişinin tek kişiye yüklendiği sürpriz ittifaklara şahit olmak da öyle... Cinsiyetler savaşından karı koca kavgasına geçişler, erkek erkeğe ya da kadın kadına yaşanan çatışmalar ve barışmalar çok gerçekçi yansıtılıyor. Filmin keskin kara mizahı, bu sahicilikten besleniyor. Başta ve sondaki iki park planı dışında tümüyle gündüz vakti bir apartman dairesinde geçen filmde Polanski, aynalardan yararlanarak güzel çerçeveler yakalıyor. Geniş ekran tercihiyle, pencerelerden görünen manzarayı da kullanarak ferah, aydınlık bir film çıkarıyor ortaya.

        15

        AŞK (2012)
        (Amour)

        Michael Haneke’nin yazıp yönettiği ‘Aşk’, ‘tek mekân’ deyince nedense akla gelen ilk filmlerden biri değil… Ama ev dışında geçen o kadar az sahnesi var ki... Polisin dairenin kapıyı kırmasıyla başlayan filmin çok büyük bölümü Georges (Jean-Louis Trintignant) ile Anne’in (Emmanuelle Riva) birlikte yaşadığı evde geçiyor. Daha da önemlisi ev, yaklaşan kaçınılmaz ayrılığın acısını yaşayan yaşlı çift için geçmiş hayatlarını, bağlılıklarını ve birbirlerine duydukları aşkı simgeleyen bir tür müze niteliğini taşıyor. Yıllarca müzikle uğraştıktan sonra emekli olan çiftin, Paris’teki dairelerinde sürdürdükleri uyumlu ve sakin hayat, Anne’in felç geçirmesiyle kaçınılmaz şekilde değişime uğruyor. Georges ve Anne, dışardan kimsenin, hatta kızlarının (Isabelle Huppert) bile müdahale edemediği ikili hayatlarında zorlu bir süreçle yüzleşiyorlar…

        16

        LOCKE (2013)

        Film boyunca bir otomobilin içindeyiz. Tek karakterimiz var ve telefon kuşkusuz öykünün anahtar unsuru. Her şey büyük bir inşaatta çalışan Ivan Locke’un (Tom Hardy) aldığı bir kararla ilgili. Bu, hiç istemediği halde ona işini ve eşini kaybettirecek kritik bir karar… Sadece telefon konuşmalarıyla 85 dakikalık bir filmi götürmek kolay değil. Ama Steven Knight, usta bir senaryo yazarı olarak bunu başarıyor. Yönetmenliği de yazarlığının gerisinde kalmıyor. Elinde sadece otomobil kullanan bir adam olmasına rağmen görsel açıdan kreatif bir iş koyuyor ortaya. Locke’u mümkün olduğunca farklı açılardan çekmesi tekdüzeliği yok eden bir unsur. Görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos netlik ayarlarıyla oynayarak camdaki yansımaları, otomobil ve yol ışıklarını, renk ve grafik olarak o kadar iyi kullanıyor ki klostrofobi duygusundan iz kalmıyor. Buna, Dickon Hinchliffe’nin müziklerini ve montajdaki ritim duygusunu da eklediğinizde “Locke” bir tek mekân filminden ziyade gecenin içinde meditatif bir yolculuğa dönüşüyor. Tom Hardy de karakterin sakinlik ile öfkeli haller arasında dolaşan duygusal geçişlerini çok iyi yansıtan bir performans sergiliyor.

        17

        PARALEL EVREN (2013)
        (Coherence)

        Her şey sekiz arkadaşın, akşam yemeği için bir evde buluşmasıyla başlar. Cep telefonlarının bozulmasını ve elektrik kesintisini gökyüzündeki kuyruklu yıldıza bağlayıp keyiflerinin bozulmasını istemezler. Ama komşulardan yardım istemek için birkaç kişinin evden çıkmasıyla her şey tuhaflaşmaya başlar. Üstelik yaşadıkları olayları anlamlandırmaya çalıştıkça işler daha da karışır... Paralel evrenlerin birbirine girdiği bir ilişkiler kaosunun orta yerinde bulurlar kendilerini. Anlam veremedikleri bir tür paralel evren labirentine düşmüşlerdir ve nasıl çıkacaklarını hiçbiri bilmez... James Ward Byrkit'in hikâyesini Alex Manugian'la oluşturduktan sonra yazıp yönettiği “Coherence” tek mekânda geçiyor. Schrodinger’in Kedisi gibi düşünce deneyleri ve kuantum fiziğine kadar uzanıyor. “Özel efektsiz, sadece oyunculuğa ve karakterler arası ilişkilere dayalı bir bilimkurgu olabilir mi?” sorusuna verilmiş mükemmel bir yanıt...

        18

        SONA DOĞRU (2013)
        (All is Lost)

        Sadece tek mekânlı değil aynı zamanda tek oyunculu bir başka film… Robert Redford, okyanusta bir kaza sonucu su alan teknesinde yaşam mücadelesi veren usta bir denizci rolünde. Yönetmen J.C. Chandor öyküyü oyunculuk sanatı ve resimlerle anlatarak bir çeşit saf sinemaya ulaşıyor. Film sadece bir hayatta kalma öyküsü değil. Gerçek cesaretin yaşla ve tecrübeyle geldiğini; olgunluğun biraz da ölüm korkusuna karşı durmakla ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Geçmişi ve kimliği hakkında hiçbir şey bilmediğimiz yaşlı denizci konuşmuyor, düşünüyor ve eyleme geçiyor. Biz de kafasından geçenleri anlamaya çalışıyoruz. Bir aksiyon filmi kadar sürükleyici...

        19

        PERFECT STRANGERS (2016)
        (Perfetti sconosciuti)

        İtalyan sinemacı Paolo Genovese’nin öyküsünü yazıp yönettiği filmde, bir arkadaş grubu akşam yemeği için buluşur... Çiftler arasındaki ufak tefek gerilimler ya da eski arkadaşların atışması dışında her şey yolunda giderken içlerinden biri akıllı telefonları ortaya koymayı önerir. Gelen her mesaj paylaşılacak, aramalar sırasında hoparlör açık kalacaktır. Öneri kabul edilir ama akşamın ilerleyen saatlerinde olaylar beklenmedik şekilde gelişmeye başlar. Sırlar, yalanlar, ortaya çıkar; itiraflar peş peşe gelir. İkiyüzlülükler ve sahte hayatlar üzerine biraz karamsar ama eğlenceli bir film.

        20

        THE PARTY (2017)

        Hükümete bakan olarak atanacak Janet'in (Kristin Scott-Thomas) yakın arkadaşlarını davet ettiği kutlama yemeği, Jinny’nin (Emily Mortimer) sürpriz hamilelik haberiyle renklenir, Bill’in (Timothy Spall) hastalık açıklamasıyla tatsızlaşır. Gecenin beklenmedik itirafı sonrasında ise tokatlar, yumruklar konuşur. Hatta silah çekilir... “The Party”yi eğlenceli kılan, yönetmen Sally Potter’ın ince mizah duygusuyla altı oyuncunun harika performansları... Altı oyuncu da aşkı, ölüm korkusunu ve ihaneti yaşayan, sinir krizi geçiren karakterleri tadını çıkararak, dozunda bir abartıyla yorumlamışlar. Her şey, toplumda önemli konumlara gelmiş iyi eğitimli, hali vakti yerinde insanların zaafları, tutkuları ve hırsları uğruna hayatlarını bir yalanlar komedisine çevirmeleriyle ilgili... Tek mekân sinemasının gereklerini yerine getiren Sally Potter’ın yönetmen olarak başarısı, kamerasını olayların içine bu kadar çok sokmasına rağmen her şeye uzaktan bakmamızı sağlaması; dramı mizaha çevirebilmekteki mahareti...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ