Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Son 10 yılın en iyi 25 filmi
        1

        Başlangıç 2010
        (Inception)Yönetmen: Christopher Nolan

        Nolan, insan zihnini çağdaş bir aksiyon filminin temel malzemesi haline getirirken rüyalarda dolaşan bir adamın trajedisiyle bir soygun öyküsünü birleştiriyor. “Başlangıç”ın ilk katmanında, hafif ve harika bir soygun filmi duruyor. İkincide, Cobb’un (Leonardo DiCaprio) ailevi ve kişisel sorunlarını işleyen bir psikolojik dram... Cobb, Yunan tragedyalarındaki gibi affedilmeyecek suçlar işlemiş bir kahraman... Üçüncü katmanda ise Nolan, rüyaları alıp onları unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Film bazı sahneleri itibarıyla sinema, mimari ve resim sanatı arasındaki akrabalığı işleyen bir çağdaş sanat gösterisi gibi... Gösterinin teması “yıkım ve şiddet”.

        2

        Esin kaynakları Salvador Dali başta olmak üzere gerçeküstü resim, Escher tabloları ve modernist şehir mimarisi... Bu üçüncü katmanda Nolan, rüyalar aracılığıyla bağ kuruyor seyirciyle. Bu filmde yıkılan ve çöken sadece rüyalar değil, gerçeklik zemini de kaybediliyor. Nolan, gerçeklikten koparak, sanal dünyalara sığınan günümüz insanına dair bir şeyler söylemek istiyor sanki... Cobb’un rüya dünyasındaki o terk edilmiş modern ve sanal şehir, kıyamet sonrasını hatırlatmıyor mu? “Başlangıç” biraz da bilinçdışımızda kopan kıyamet üzerine bir film.

        3

        Sosyal Ağ 2010
        (The Social Network) Yönetmen: David Fincher

        Aaron Sorkin'in harika senaryosu, kalbi kırık bir bilgisayar hacker'ıyla ilgili... Harvard'ın öğrenci kulüplerine davet edilmeyi başaramayan bir gencin, yeni bir sosyal iletişim yöntemi keşfetmesini anlatıyor. Ama bir "ineğin intikamı" filmi değil, çok yönlü bir akışı var. Bizi sosyal medya çağının kuruluş anlarına götürüyor. Bir gece yurtta internet sitesi kurup, Harvard'ın bilgisayarını çökerten genç dâhiler, kendi çağlarının geldiklerinin henüz farkında bile değiller. Film bu "yeni çağ"ın hemen öncesinde, seyirciyi Harvard'ın soğuk kış akşamlarında, loş ışıklı yurt odalarında dolaştırıyor; yıllar sonra plazaların ferah toplantı salonlarında yaşlı avukatlar eşliğinde paylaşım kavgalarına girişecek gençleri tanıtıyor.

        4

        Ama film Facebook'u paylaşamayan bu gençlerin hangisinin haklı ya da haksız olduğuyla çok ilgili değil. Asıl amaç, dikkatimizi bu gençlerin ahlak anlayışlarına, yaşam tarzlarına ve kurdukları "yeni dünya"ya çekmek. Milyonlarca insanı birbirine bağlayan bir sosyal ağ yaratan öncülerin aralarındaki iletişimsizliği, sevgisizliği ve dinmeyen huzursuzlukları göstermek... Fincher, Facebook gibi büyük bir başarıdan dahi sorunlu, başarısız erkekler ve onların aralarındaki hesaplaşmalar üzerine bir film çıkarmasını başarıyor... Fincher, diyaloglara dayalı filmde "açı - karşı açı" tekniğine yeni bir yorum getirerek, oyunculan bazen hiç es verdirmeden peş peşe konuşturan dakik bir kurguyla çıkıyor karşımıza.

        5

        Bir Zamanlar Anadolu'da 2011
        Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan

        Rus yazar Çehov, taşralıları anlattığı öykülerinde insan ruhunu yakalamayı ve okurlarını hayat üzerine düşündürmeyi başarır. Ceylan ise insan doğası üzerine olan fikirlerini sinema vasıtasıyla paylaşıyor. Onun filmlerinde kadraj, kamera hareketi, renk ve atmosfer gibi öğeler, hikâye anlatmak için araç olmaktan çıkıyor, duygu ve düşünceleri yansıtan bir dile dönüşüyor. Taşrada bir gece yarısı ceset arayarak başlayan ve ertesi günün öğle saatlerine kadar süren cinayet soruşturması, aslında bürokratik ve sıkıcı ayrıntılarla dolu...

        6

        Ceylan'ın kamerası, başlarda bu tatsız, heyecansız gecenin içinde, nereye odaklanacağını bilemeyen bir röntgenci gibi... Önce sakince gözlemliyor, sonra karakterlerin geçmişine uzanan saklı öyküler buluyor. İnsanlar birbirlerinin arkasından konuşup işlerini yapmayı sürdürürken asıl hikâyeler fonda netleşmeye başlıyor. Filmin ilk karesinde önce kirli camı, ardından da odak değiştirerek camın arkasındaki üç erkeği gösteren kamera, sonlara doğru artık neye odaklanacağını daha iyi biliyor. Bir ara bir elmanın peşine takılarak, neredeyse hikâyeden kopup gitmek isteyen kamera, geri döndüğünde artık daha kararlı görünüyor... Polis, savcı ve doktor arasında odak değiştirerek ilerleyen film, doktorun hayat ve varoluş üzerine düşündüğü anlamlı, hüzünlü bir öyküye dönüşüyor...

        7

        Bir Ayrılık 2011
        (Jodaeiye Nader az Simin) Yönetmen: Asghar Farhadi

        Farklı sınıflardan gelen Tahranlı iki ailenin üyelerine ve onların arasındaki çatışmalara odaklanıyor film... Anlaşmazlıkların bir kısmı mahkemelere de taşınıyor. Farhadi, bezgin, sessiz ve yorgun yargı görevlileri gibi, seyircinin de öncelikle tarafları dinlemesini ve kendi kararını vermesini istiyor. Simin ile Nader'in boşanmak istemesi ve kızları Tehmer'in velayetinin kime verileceği, seyirci için de “düğümlenmiş” bir dava... Alzheimer hastası babasına bakmak için yurt dışında yaşamayı reddeden kocası Nader'den ayrılmak isteyen Simin'i, ilk bakışta bencillikle suçlamak mümkün. Ama Nader'i tanıdıkça, içindeki kibri, duyarsızlığı ve Simin'e karşı hissettiği sınıfsal ezikliği fark ediyoruz. Zaten Nader'in gündelikçi Raziah ve işsiz kocası Hodjat ile mahkemeye düşen kavgası, öfkesinden ve kibrinden kaynaklanıyor.

        8

        Farhadi, karakterleri peşinen yargılamama konusunda titiz davranıyor. Ama sorunları içinden çıkılmaz hale getiren zaafları, bencillikleri, yalanları, sınıfsal öfkeleri ya da sınıfsal anlamda üstünlük taslamaları tek tek gösteriyor. Adalet üzerinden din, inanç ve ahlak gibi kavramları farklı bir bakış açısından düşünmemizi sağlıyor. Filmin kırılma noktaları Raziah ve Temreh'in adaletin sağlanması için ailevi ilişkilerine dahi zarar vermeyi göze aldıkları anlar... Farhadi, gerçek bir adalet için gösterilecek özverinin acılı bedelleri olabileceğini de vurguluyor.

        9

        Aşk 2012
        (Amour) Yönetmen: Michael Haneke

        Georges (Jean-Louis Trintignant) ve felç geçiren eşi Anne'in (Emmanuelle Riva) tedavisi imkansız bir hastalığa karşı verdikleri mücadelenin öyküsü... Georges, eşine bir bebek gibi bakarken, kızları görmesin diye kapısını kilitlerken ya da bakıcı tarafından yıkanmasını seyrederken sadece yaşlılık ya da hastalık üzerine değil, sevgi, bağlılık, evlilik ve ikili yaşam üzerine de birçok soru üşüşüyor zihninize... Zaten Haneke'nin amacı, önceki filmlerindeki gibi yine soru sormak ve huzursuz etmek... Sessizlikler ve bakışlar bazen diyaloglardan çok daha fazla şey anlatıyor.
        “Aşk”ın çok sade, düz bir öyküsü var. Hollywood ve Avrupa'dan gelen “kriz, çatışma ve çözüm” rotasını takip eden diğer yaşlılık ya da hastalık filmlerine meydan okuyan bir finale sahip.

        10

        Sözkonusu filmlerde çözüm, hastalığın ya da yaklaşan ölümün kabullenilmesiyle gelir. Filmlerin çoğunda inanç ve dinin verdiği huzur duygusu, finaldeki arınmanın temelidir. “Aşk”ta kriz ve çatışma fazlasıyla var ama çözüm, kabullenme ve huzur kesinlikle yok. Final ise rahatlama duygusu vermekten çok uzak. Haneke'nin filmi çoğunlukla evin içinde çekmesi, seyircide klostrofobik bir duygu yarartırken Anne ve Georges'un mahremiyetini, duygusal yakınlıklarını vurguluyor. Bütün film, apartman dairesinin Georges ve Anne için aşklarının kalesinden bir mezara dönüşmesinin öyküsü aslında...

        11

        The Master 2012
        Yönetmen: Paul Thomas Anderson

        Anderson, bir kez daha dengesiz, sorunlu karakterler üzerinden “Amerikan ruhu”nun özüne bakmayı deniyor. Bu kez ABD'nin önlenemez yükselişinin ivme kazandığı bir dönemde, yani 2. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındayız. Freddie Quell (Joaquin Phoenix), savaştan ruhu yaralı olarak dönen askerlerden. Lancaster Dodd (Philip Seymour Hoffman) ise savaş sonrasının bütün “hastalarından” faydalanmayı kafaya koymuş zeki bir “girişimci”. Kapitalizmin hastalıklarından, burjuvaların vicdani sorunlarından yeni dinler ve tarikatlar doğacağını sezen Dodd, her sınıftan insanın takip edilecek ustalar, yeni peygamberler aradığının farkında.

        12

        Todd ile Freddie'nin ilişkisi kuşkusuz sadece ABD'yi değil, günümüzün dünyasını anlamak için de bir anahtar. İnsanlar “akıl çağı”nda dahi hep takip edilecek ya da biat edilecek birini aramıyorlar mı? “The Master” öncelikle birbirlerine ihtiyaç duyan iki insanın dramı. Doktor – hasta, baba - oğul, efendi – köle, lider – takipçi eksenlerinde ilerleyen bu ilişkinin Freddie özelindeki psikolojik yansımaları kuşkusuz daha derinlemesine ele alınıyor. Bazı sahnelerde onun zihninin içinde, içgüdüleri ve bilinçdışıyla yüz yüzeyiz. Anderson, Freddie'nin özgürlük ve bağlılık arayışları arasındaki bölünmüşlüğü de unutturmuyor bize. Daha çok yakın ölçekli planları tercih eden Anderson'un 65 mm negatif filmle dar 1.85: 1 formatını buluşturması, alışılagelmişin dışında bir renk paleti ve görüntü dokusu oluşturuyor.

        13

        Aşk 2013
        (Her) Yönetmen: Spike Jonze

        Theodore'u (Joaquin Phoenix) biraz tanıyınca; dinlediği melankolik şarkılara ya da yalnızlığına tanık olunca, Scarlett Johansson'un sesiyle konuşan işletim sistemi Samantha'ya âşık olmasını garip karşılamıyorsunuz. O da bilgisayarıyla vakit geçirirken yalnızlaştığını fark etmeyen insanlardan biri... Theodore'un Samantha ile ilk “çıktığı” günler, akıllı telefonlarla ilişkimizi akla getiriyor. Çevremiz artık tek başına dolaşırken konuşan, gülen, eğlenen insanlarla dolu değil mi?
        Spike Jonze mutluluğu başkalarıyla bulmak konusundaki sosyal tembelliğe çekiyor dikkatimizi. Theodore'un telefonda bir yabancıyla yaptığı “seks”, sadece “ses”ten oluşan bir partnere çoktan hazır olduğunu gösteriyor. Arkadaşlarının ayarladığı kadınla (Olivia Wilde) buluştuğunda ise birbirlerine dokunana kadar her şey yolunda gidiyor. Cinsel hazzın hayali, cinsel ilişkinin kendisinden daha güçlü bir arzuya dönüşmüş durumda.

        14

        Spike Jonze, bu hüzünlü ve gerçekçi aşk öyküsünü sıcak, rengarenk bir gelecek dekorunda anlatıyor. Gökdelenlerin yükseldiği, yayaların trafik gürültüsünden uzakta yürüdüğü bu şehrin güzelliği, iç dünyaların sefaletiyle tam bir tezat teşkil ediyor. Hafif puslu, melankolik gelecek görüntüleri, doğal renkli sade kostümler ve iç mekânlarla birleşip, Arcade Fire'ın dokunaklı, lirik müziğine karışıyor....

        15

        Sen Şarkılarını Söyle 2013
        (Inside Llewyn Davis) Yönetmenler: Joel ve Ethan Coen

        New Yorklu evsiz ve parasız müzisyen Llewyn Davis'in (Oscar Isaac) hayatından 5-6 günlük bir kesit... Müzik piyasasının yakışıklı beyaz erkeklerle güzel kadınların eline geçtiği, folk'un popülerleşip hafifleştiği bir dönemde Davis'in ve şarkılarının pek şansı yok. Ama bir başarısızlık öyküsünden ziyade dipten dibe kaliteli müziği ya da iyi sanatı kutsayan bir film seyrediyoruz. Coen kardeşler, taviz vermeyen sanatçının ödediği ağır bedelleri anlatırken sanki hepimize “kötü günler geçer, önemli olan sağlam durabilmek” diyorlar. Öykünün daha çok semboller üzerinden ilerlediği söylenebilir.

        16

        Kayıp kedi, Davis'in evsizliğini; otomobiliyle çarpıp yaraladığı hayvan vicdani sıkıntılarını, Chicago'ya birlikte gittiği narsisist caz müzisyeni (John Goodman) ile deli şair (Garrett Hedlund) ise kendi içindeki çelişkilerini, korkularını yansıtan birer aynadan farksız. Görüntü yönetmeni Bruno Delbonell, Lleywn Davis'in hüzünlü yalnızlığını, çaresiz hallerini donuk, gri bir kış ışığıyla ölümsüzleştiriyor. İskandinav filmlerinden hatırladığımız soluk beyaz kuzey ışığı soğuk bir renk paletiyle buluşup melankolik, lirik görüntülere dönüşüyor. Sisler içindeki o karanlık yolculuk sahneleri ise unutulacak gibi değil... “Sen Şarkılarını Söyle” tıpkı Llewyn Davis'in şarkıları gibi “içli” ve çok duygusal bir film. Ama Davis kendini nasıl kabalığıyla gizliyorsa, Coen kardeşler de ironik hikâyenin arkasına saklanıyor.

        17

        Büyük Budapeşte Oteli 2014
        (The Grand Budapest Hotel) Yönetmen: Wes Anderson

        Bomboş koridorları ve tenha lobisiyle altın çağını çoktan geride bırakan Büyük Budapeşte Oteli'nin verdiği ilk duygu, durağanlık ve kesif bir hüzün. Esrarengiz otel sahibinin (F. Murray Abraham) Stefan Zweig'ı andıran yazara (Jude Law) anlattığı öykü ise bu tedirginliği dağıtarak bizi otelin geçmişine, neşeli yıllarına geri götürüyor. Anlatılan, 1930'lu yıllarda, savaşın kapıya dayandığı bir dönemde, hayali bir Orta Avrupa ülkesinde geçen, faşistlerin “kötü adam” olduğu eğlenceli bir soygun ve kovalamaca hikâyesi. Filmin kalbinde ise daha önceki Anderson filmlerinde olduğu gibi yine yalnızlık ve kendini bir şeylere adayarak, mutsuzluktan kurtulma çabası var.

        18

        Kıdemli Gustave (Ralph Fiennes) kendini otele ve yalnız kadın misafirlere adamıştır. Yetim bellboy Zero (Tony Revolori) da Gustave'ın ayak izlerinden giderek ait olacağı bir dünya arar. Ama bir noktadan sonra onları bir araya getiren otel silikleşir; usta – çırak ilişkisi bir tür baba – oğul bağına dönüşür. Her ikisi de asıl gereksinim duydukları şeyi birbirlerinde bulurlar.
        Açılış ve finalde hüzün ağır bassa da “Büyük Budapeşte Oteli”, Anderson'un belki de en hareketli filmlerinden biri. Anderson birçok sahnede Sessiz Sinema döneminin “slapstick” komedisini, Alexander Desplat'nın müzikleriyle adeta yeniden canlandırıyor. “Flash-back” sahnelerde eski siyah beyaz filmlerdeki 1.37:1 formatını kullanarak, “retro” efektini güçlendiriyor. Filmdeki bütün karakterlerin adeta bir ressamın elinden çıkmışcasına çok iyi “çizildiği” ve oynandığını da belirtelim.

        19

        İnsanları Seyreden Güvercin 2014
        (En duva satt på en gren och funderade på tillvaron) Yönetmen: Roy Andersson

        “İnsanları Seyreden Güvercin”, hikâye anlatan filmlerden değil. Şaka oyuncakları pazarlayan iki mutsuz satıcıyı saymazsak alıştığımız türde ana karakterleri de yok. Ama diğer filmlerle ortak bir noktası var. Karakterler amaçlarını gerçekleştirmek isterken muhtelif engellerle karşılaşıyor. Mesela içlerinden biri şarap açmak isterken kalp krizi geçiriyor. Bir diğeri feribotta aldığı yemeğe dokunamadan hayatını kaybediyor. Karakterlerin çoğunda mutsuzluk ve doyumsuzluk görüyoruz: Öğrencisine tutkun olan dans öğretmeni, randevu yerine gelen ama kimseyi bulamayan general ve eski bir aşkın hatırasıyla yıllarca aynı bara gelen yaşlı adam... Herkes telefonda birbirine “İyi olduğuna çok sevindim” diyor ama çoğu, çevresindeki acılara kayıtsız.

        20

        Andersson mutsuzluk ve kasvetin adresi olarak İsveç toplumunun bilinçdışındaki vicdan azabını gösteriyor. Ama bütün filmi bu cümleye indirgemek mümkün değil. Filmdeki her şeyin kesin bir anlamı olmadığı gibi filmin de net bir mesajı yok. Hayatın tuhaflığı ve insanların hüzünlü çaresizliği üzerine bir film bu... Her şeye belirli bir mesafeden bakmanın getirdiği o ince mizah duygusu da etkileyici. Filmden sonra “hayat denen trajikomediye” dışarıdan bakabilmenin rahatlatıcı bir yanı olduğunu hissediyorsunuz. Sözkonusu mesafe, anlatıma da damgasını vuruyor. Andersson'un hareketsiz kamerası sinema sanatının en yalın halini temsil ediyor.

        21

        Turist 2014
        (Force Majeure) Yönetmen: Ruben Östlund

        Film, bir çığ sırasında Tomas’ın (Johannes Kuhnke) beklenmedik davranışının, eşi Ebba (Lisa Loven Kongsli), iki çocuğu ve kendisi üzerindeki psikolojik etkilerine odaklanıyor. Çığ kimseye zarar vermese de ruhsal olarak ailenin üstüne karabasan gibi çöküyor. Filmde sadece Tomas’ın durumu değil, bir anne olarak Ebba’nın duygusal gelgitleri de ön plana çıkarılıyor. Ebba, ne yapacağına tam olarak karar veremeyen, davranışlarının sonuçlarını kestiremeyen bir karakter. Ama annelik içgüdüsüyle sorunu çözebilecek tek kişi yine o... Kendisiyle yüzleşmek istemeyen Tomas’ın ruh hali ondan da beter. Senaryoyu da yazan Östlund, filmi yer yer Ingmar Bergman filmlerini hatırlatan İskandinav usulü bir psikolojik gerilim haline getiriyor. Finalde, otobüsle dağdan inerken olup bitenler ise her türlü yoruma açık. Ama hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı ve Ebba için asıl sorunun yeni başladığı kesin...

        22

        Östlund, Vivaldi’nin “Yaz”ından bölümler ve dağdan gelen patlama sesleri eşliğinde, karlı dağlarda cansız, soğuk renklerin hâkim olduğu huzursuz edici gergin bir atmosfer kuruyor. Başta çığ sahnesi olmak üzere kameranın hareketli olmadığı bazı uzun çekimler çok başarılı. Kameranın sakinliği ile olup bitenlerin gerilimi arasındaki kontrast, filmin etkisini daha da güçlendiriyor.

        23

        Peşimdeki Şeytan 2014
        (It Follows) Yönetmen: David Robert Mitchell

        David Robert Mitchell senaryoyu gençken gördüğü bir rüyadan esinlenerek yazmış: Aniden ortaya çıkan bir insan onu takip ediyor. Takipçinin kimliği değişse de amacı hep aynı: öldürmek. Rüya kuşkusuz ölüm korkusuyla ilgili. Ancak asıl önemli olan, rüyanın çocukların ebeveynlerin güvenlik çemberinden çıktığı, cinsellikle tanıştığı ve büyüme sancılarını derinden hissettiği bir dönemde görülmesi... “Peşimdeki Şeytan”, aile evinin dünyanın en güvenli yeri olmadığını anladığımız, artık canavar ya da yaratıklardan değil hayatın kendisinden korkmaya başladığımız gençlik dönemimizin endişelerinden yola çıkıyor. Çocukluk düşlerini ve masumiyeti kaybetmenin yanı sıra onları bekleyen gerçek hayat da korkutuyor gençleri.

        24

        Her sabah erkenden kalkan, sürekli çalışan yorgun anne – babalar; terk edilmiş banliyö semtleri ve boş büyük binalarıyla ekonomik durgunluğu simgeleyen tekinsiz Detroit sokaklarını unutmayalım. David Robert Mitchell, büyük ölçekli genel planları tercih ediyor. Carpenter'ın “Halloween”deki geniş ekran karanlık çerçevelerinden ilham alan Mitchell, takipçilerin gündüz vakti uzaktan küçük figürler olarak belirdiği, alan derinliğine sahip planlarla filme özel bir görsel üslup kazandırıyor. Bir noktadan sonra çerçevede beliren her insandan kuşkulanmamızı istiyor. Sürükleyici hoş melodiler ile distorsiyon ve gürültü arasında gidip gelen, Disasterpeace imzalı elektronik müzikler de en az atmosfer kadar etkili.

        25

        Sessizliğin Bakışı 2014
        (The Look of Silence) Yönetmen: Joshua Oppenheimer

        Joshua Oppenheimer'ın 2012 tarihli “The Act of Killing” adlı belgeselinde, Endonezya'da 1960'lı yıllarda komünist oldukları gerekçesiyle yüz binlerce insanı öldüren katiller, kameraya katliamı nasıl gerçekleştirdiklerini ayrıntılarıyla anlatırlar. Şiddetin kendisi yoktur ortada ama daha korkuncu vardır: Şiddeti doğal hak olarak gören insanların “birileri hesap sorar korkusu” olmadan anlattığı katliam hatıraları... O filmin devamı niteliğinde çekilen “Sessizliğin Bakışı”, katliamda abisinin nasıl öldürüldüğünü ilk filmin çekimleri sırasında öğrenen Adi'nin katillerle yüzleşmesini anlatıyor. Adi hepsine ücretsiz göz muayenesi yapıyor ve öfkesiz bir üslupla sadece soruyor, anlamaya çalışıyor.

        26

        Oppenheimer'ın kameraları da bu karşılaşma anlarını soğukkanlı bir hareketsizlik içinde gözlemliyor. Katillerin zihni cinayetleri neden işledikleri konusunda çok net. Belli ki eylemleriyle ilgili hiçbir suçluluk duymuyorlar. “Sessizliğin Bakışı”nın ayırıcı özelliği, katliamları gerçekleştiren insanları kendilerini koruyan bir iktidar alanının içinde belgeleyip konuşturabilmesi. Böylelikle onların zihninin katliam sırasında ve sonrasında nasıl çalıştığını gözlemleyebiliyoruz. Sözgelimi, Adi onları suçlamadığı ve sadece bir özür beklediği halde öfkeleniyor, tehdit etmeye başlıyorlar. “Sessizliğin Bakışı” kurşun gibi ağır bir film. Karşınızda huzur içinde konuşan kan içici katilleri gördükçe insan olmaktan utanç duyuyorsunuz. Oppenheimer, filme adını veren “sessizlikler”de ve tüm diyaloglarda çok etkili sinema anlarına ulaşıyor.

        27

        Ters Yüz 2015
        (Inside Out) Yönetmen: Pete Docter

        Ergenlikten hemen önce, çocuksu duygu dünyamızı yöneten her şeyin yıkılarak yeniden yapılandırıldığı bir geçiş dönemine “beynin içi”nden bakmak kuşkusuz müthiş bir fikir. Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti'yi beynin kontrol odasına egemen olmaya çalışan 5 ayrı karakter olarak göstermek de öyle... “Ters Yüz” çocukluğun o hüzünlü son epizodunda geçen bir film. Ergenlikten hemen önce, çocuksu duygu dünyamızı yöneten güvenilir “adaların” yıkılarak yeniden yapılandırıldığı bir geçiş dönemini anlatıyor. Bütün geçiş dönemlerinde içimizde olup bitenlere dışarıdan bakma fırsatı veriyor; hayatımız boyunca “duygu dünyamız”da yıkılan ve sonra yenileri kurulan “ada”ları hatırlatıyor.

        28

        “Ters Yüz”ün daha da müthiş tarafı, 5 temel duyguyu ekip çalışması içinde sorunlara çözüm ararken göstermesi galiba... Baba ile kızın kavgası sırasında Öfke'nin her iki beyinde de kontrolü nasıl ele aldığını gösteren bölümü sadece çocuklar ve ebeveynler değil herkes seyretmeli.
        “Ters Yüz”e Neşe ile Üzüntü'nün dostluk hikâyesi olarak bakmak da mümkün. Çocukluktan çıkış biraz da ikisi arasındaki dengenin, uyumun bulunmasıyla ilgili bir süreç değil mi?

        29

        Âşıklar Şehri 2016
        (La La Land) Yönetmen: Damien Chazelle

        Film yarı gerçek yarı düş uzun bir çekimle açılıyor. 1950'li yılların görkemli müzikallerini hatırlatan sahnedeki şarkı, Hollywood'da başarılı olma hayalleri üzerine... Filmin beni asıl yakaladığı yer ise bir Los Angeles gecesinde Mia'nın (Emma Stone) Sebastian'ın (Ryan Gosling) piyanoyla çaldığı o birkaç notayı duyduğu sahne... Onları bir araya getiren notalardaki hüzün... Aşklarının hamurunda hayalkırıklığı ve umut var. Mia oyunculuğa, Sebastian caza tutkun olmasa belki birbirlerine hiç âşık olmayacaklar. Asıl soru ise hayatın gerçeklerine karşı aşkları ve hayallerinin nereye kadar süreceği...

        30

        “Âşıklar Şehri” artık kaybolan eski usul caz kulüpleri ve cadde sinemaları üzerine bir ağıt aynı zamanda... Geçmişe düşkünlük, sadece iki âşığı değil filmin bütününü de sarıyor. Yönetmen Chazelle bir film seyrettiğimizi unutturmuyor ve hikâyesini 1950'lerin “Technicolor CinemaScope müzikalleri”nin canlı renkleri, tiyatro tarzı ışıkları, dansları ve diğer klişeleriyle anlatıyor. Müzikal sahneler, karakterlerin düşleri gibi yerleştiriliyor öyküye... Müzikal aşkıyla dolu benzer filmler şüphesiz daha önce de çekilmişti. Chazelle'in farkı, yaşama sevincinin hayal kırıklıklarına karıştığı, müzikalin şıklığıyla gerçekçi dramın buluştuğu bir dünya kurması... Chazelle, sanatsal yaratıcılığın kaynağı olarak sevgiyi işaret ederken, gençlik hayallerini hayatı aydınlatan bir ışık gibi görüyor.

        31

        Geliş 2016
        (Arrival) Yönetmen: Denis Villeneuve

        Uzaylıların dünyayı ziyaret ettiği filmlerin çoğu, ilk bölümlerinde korku ve iletişimle ilgilidir. İstila filmleri bu safhayı çabuk geçer; savaş ya da direnişi anlatırlar. “Arrival”ın onlardan farkı, iletişim ve paranoya arasındaki çelişkiyi derinlemesine işlemesi... Louise (Amy Adams) bir dil uzmanı. Dünyanın 12 noktasına iniş yapan uzaylılarla iletişim kurması için Albay Weber (Forest Whitaker) tarafından görevlendiriliyor. Amacı, teorik fizikçi Ian (Jeremy Renner) ile birlikte uzaylıların geliş amacını anlamak... Uzaylılarla iletişim, askeri bir operasyona dönüşmüş durumda. Bu arada, uzaylı paranoyasının dünyayı rayından çıkardığına da şahit oluyoruz.

        32

        “Arrival” bir yanıyla, dünyanın bugünki haliyle ilgili bir film. Çağımızın çok kutuplu dünyasında ulusların ilişkilerini, işbirliğinden ziyade karşılıklı güvensizlik ve endişenin belirlediğini söylüyor. Her ulus tek başına ve birbirine karşı! Paranoya militarizmi besliyor ve dünya gerçekten rayından çıkıyor... Yönetmen Denis Villeneuve filmde hafıza, sevgi, iletişim ve zaman boyutu arasında daha önce benzerini pek görmediğimiz görsel bağlar kuruyor. Bizi filmin ilk cümlesine götüren sürpriz final bir yana, ben daha çok Louise ile uzaylılar arasında kurulan iletişimin lineer zaman akışının ötesine geçmesinden etkilendim.. Uzaylıların yuvarlak şekiller üzerindeki lekelerden oluşan ve sesleri değil düşünceleri, ifadeleri yansıtan dili de etkileyici...

        33

        Toni Erdmann 2016
        Yönetmen: Maren Ade

        Alman yönetmen Maren Ade, '68 kuşağından baba ile çokuluslu şirkette çalışan ciddi ve hırslı kızı arasındaki çatışmadan son yılların en özgün filmlerinden birini çıkarıyor. Babanın kızına olan isyanını alışılmadık şekilde ifade etmesi çarpıcı... Baba, tuhaf ve sıra dışı ama rahatsız edici değil. Sakin, makul bir hali var... Başlarda kızı ne derse onu yapıyor. Toni Erdmann'a dönüştükten sonra da ölçülü davranıyor aslında... Amacı zarar vermek değil. Anlamaya çalışmak, yan yana olmak.... Söylev vermiyor, “ben bilirim” havalarında değil. Kendini şakayla, oyunla, takma dişle, perukla, maskeyle ifade ediyor... Sezgilerine göre davranıyor. Kızın, babasını anlama konusunda bizden hep bir adım önde olduğunu biraz geç anlıyoruz.

        34

        Film babanın cephesinden başlasa da Bükreş'deki ilk karşılaşmadan itibaren çoğunlukla kızın cephesinde geçiyor... Kızın yorumsuzluğu ve sakinliği ile babanın şakaları arasındaki kontrast filmi daha da acaipleştiriyor... Evinde verdiği parti sahnesinde kız da sezgisel davranmaya başlıyor. O sahnedeki çıplaklık, bedenin gerçekliğine, insani olana dönüşü temsil ediyor...
        Maren Ade, soru işaretiyle bitiriyor filmini ama iletişimi sözlerin ötesine taşımayı başarıyor ve ebeveyn – çocuk ilişkisinde asıl önemli olanın sözler, tavsiyeler, söylevler değil davranışlar olduğunun bir kez daha altını çiziyor... Babanın kızıyla kurmaya çalıştığı iletişim biçimi bir anlamda çocuğuyla oyun oynayan bir yetişkini hatırlatıyor... Filmin kalbi ise galiba baba ile kızın şarkı söylediği sahne...

        35

        Yaşamın Kıyısında 2016
        (Manchester by the Sea) Yönetmen: Kenneth Lonergan

        Apartman görevlisi olarak çalışan Lee Chandler (Casey Affleck), abisinin ölümünün ardından yıllar önce terk ettiği kıyı kasabası Manchester'a döner. Sadece acı ve matem tutma üzerine bir film değil bu... Bir adamın yeniden sorumluluk alıp almamaya karar vermesi üzerine bir film.
        “Yaşamın Kıyısında”, bu tarz filmlerde Hollywood'un hep yaptığı gibi karakterlerin olgunlaşarak acıları geride bırakmasıyla pek ilgilenmiyor. Yeniden başlamanın zorluğu, hatta imkânsızlığına odaklanıyor. Benzer filmlerden en önemli farkı, geçmişi ardında bırakma klişelerini boşvermesi... Tam aksine geçmiş, sürekli şimdiki zamanın içinde...

        36

        Bu hissi daha da güçlendirmek için film boyunca “geçmişe dönüş” anları diğer sahnelerden farksız biçimde kurgulanıyor. Kenneth Lonergan'ın seyirciyle karakterler arasında duygu birliği kurmak için müzikle, kurguyla anlatımı hiç zorlamaması; klişe ajitasyonlara girmemesi filmin sahiciliğini daha da artırıyor. Kamerasını koyuyor ve gerisini diyaloglarla oyunculuğun gücüne bırakıyor. Lonergan, mizah duygusunu da ihmal etmiyor. İroni, bazen insanların acımasızlığı üzerinden bazen de Chandler'ın uyumsuzluğundan geliyor... Filmin birçok yerinde acı çekerken dünyanın çok daha katlanılmaz bir yer olduğu hissediyorsunuz. Gerçekten çok iyi yazılmış bir film bu.. Anlatım sade ve çok güçlü. Sizi ağlatmak için çaba gösteren bir yönetmen yok ama sadece karakterlerin acılarını değil, kışın soğuğunu da iliklerinizde hissediyorsunuz.

        37

        Sevgisiz 2017
        (Nelyubov) Yönetmen: Andrey Zvyagintsev

        Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'den, modern toplumları içten içe kemiren bencillik ve vicdansızlık üzerine iç sızlatan çarpıcı bir hikâye... 12 yaşındaki Alyosha boşanma sürecindeki annesiyle babasının tartışması sırasında, ikisinin de kendisini istemediğini öğrenince ertesi gün ortadan kayboluyor. Ama bir kayıp hikâyesinden ziyade bir çocuğun içinde büyüdüğü sevgisizlik anlatılıyor filmde. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir sevgisizlik bu... Alyosha’yı filmde çok az görüyoruz ama her şey onun yalnızlığı ve acısı üzerine... Annesiyle babasını dinlerken evin karanlık bir köşesinde sessizce ağladığı sahne, unutulacak gibi değil. Açılış sahnesindeki karlı ağaçlar, durgun nehir ve büyük binaların silüetleri, finalde Alyosha'nın yalnızlığını hissettiren hüzünlü görüntülere dönüşüyor...

        38

        “Sevgisiz”, vicdanın uyanışı ve kayboluşu üzerine bir film aynı zamanda... Ayrılık sürecinde tümüyle kendi hayatlarına odaklanan Zhenya ile Boris, oğullarının kayboluşuyla sarsılıyor, acı çekiyor ve ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ancak Zvyagintsev, sinik bir tavırla zamanın ve koşulların vicdan azabına iyi geleceğini, hayatın bir şekilde sürüp gideceğini ima etmekten geri durmuyor. “Sevgisiz” dolaylı yollardan politik bir film. Muhafazakârlığın yükseldiği Rusya’da manevi değerlerin inişe geçtiğini, herkesin maddi açıdan daha iyi bir hayata ulaşmanın peşinde koştuğunu vurguluyor.

        39

        Arakçılar 2018
        (Manbiki kazoku) Yönetmen: Hirokazu Koreeda

        Hiçbirimiz, aramızda kan bağı olan insanları, yani ailemizi seçme şansına sahip değiliz. Arkadaşlarımızı seçeriz ama ebeveynlerimizi, kardeşlerimizi seçemeyiz. Yine de aile her koşulda toplumun en küçük birimi olarak hepimiz için çok şey ifade eder. Öte yandan, aile, her zaman huzur ve mutluluk anlamına gelmez. Onun da kendine göre sorunları vardır...

        40

        Peki, aile sadece kan bağı mıdır? Sade tarzıyla öne çıkan Japon sinemacı Hirokazu Koreeda, ailenin anlamını, kan bağıyla olan bağını can alıcı ve derin bir yerden yakalamayı başarıyor. “Like Father, Like son”, “Still Walking” gibi filmlerinde aile bireyleri arasındaki çatışmaları, sorunları filmlerinin merkezine koymaktan hiç çekinmeyen Koreeda, bu kez bir tür “alternatif aile”yi mercek altına alıyor, bir grup yoksul insanın verdiği hayat mücadelesi üzerinden “Aile nedir?” sorusuna yanıt arıyor, ahlaki tartışmalara kapı açıyor. Sonuçta aile, Koreeda'nın gözünde bir sevgi ve dayanışma bağı. Kan bağı ise sadece bir ayrıntı...

        41

        Roma 2018
        Yönetmen: Alfonso Cuaron

        1970-1971 yıllarında Mexico City'de yaşayan bir ailenin ve onlarla birlikte aynı evde yaşayan yardımcıları Cleo'nun hikâyesi... “Roma”nın gücü hikayesinden değil, anlatımın yalınlığından, içerdiği saf sinema duygusundan geliyor. “Roma” akla değil, duyguya seslenen filmlerden. İddiası hikâyesinde değil. Sinemasında, ruhunda... Aynı zamanda, anneliği, kadınlığı kutsayan bir film...
        Sinema bazen bir yönetmenin hafızasındaki imgeleri filme çekerek ölümsüzleştirmesidir. “Roma” da böyle bir film. Sadece Cuaron'un anılarına değil, bir ülkenin, bir şehrin geçmişine açılan bir zaman tüneli sanki... Film boyunca Cuaron'un hafızasının içinde, imgeler ve seslerden oluşmuş bir geçmişle iç içeyiz.

        42

        “Roma”nın güzelliğinin, sıcaklığının sırrı, kuşkusuz anlatımından geliyor. Cuaron film boyunca genellikle kesme yapmadığı uzun çekimleri tercih ediyor. Kesme yaptığı sahnelerde kamerasının açısını değiştirse de özellikle konuşma sahnelerinde açı / karşı açı tekniğini nerdeyse hiç kullanmıyor... Film boyunca genel planlardan yakın ölçekli planlara pek geçmiyor. Konuşan kişilerin yakın yüz çekimlerini nadiren kullanıyor. Cuaron, renkleri yok ederek dikkati insana, duyguya, mekâna ve seslere odaklıyor... Filmde radyodan ya da benzeri kaynaklardan gelenler dışında müzik yok. Ama ortam sesleri filmi bir müzik gibi sarıyor. Geçmiş duygusunu güçlendiriyor. Şiirsel sinema ifadesine genelde kuşkuyla yaklaşırım... Ama filmin bazı sahnelerinde Cuaron'un görüntülerle adeta şiir yazdığı söylenebilir...

        43

        Şüphe 2018
        (Beoning) Yönetmen: Chang Dong Lee

        “Şüphe” anlamaktan ziyade hissedilecek filmlerden... Aslında seyrederken zihninizi zorlayan bir akış yok. Hikâye düz ve sakin akıyor. Gerçekçi, doğal ve sahici... Öte yandan, belirli bir noktadan sonra filmin gerçekçiliğine kuşkuyla yaklaşmanız mümkün. Filmin ana karakteri Jong-su “Dünya, benim için bir gizemdir” diyor... Tutkuyla bağlandığı Hae-mi de onun için bir gizem... Jong-su için cinsel arzu, belirsizleştikçe derinleşen bir duygu sanki...

        44

        “Şüphe”yi, Jong-su, Hae-mi ve Ben arasındaki sınıfsal ilişkiler üzerinden de yorumlamak mümkün. Dışarıdan bir aşk üçgeni gibi görünse de üçünün arasında daha karmaşık bir ilişki var. Jong-su ve Hae-mi, düzenli işi olmayan, para sıkıntısı çeken gençler... Ben ise para ve zaman sıkıntısı olmayan varlıklı biri... Hae-mi ve Jong-su'ya bir tür vampir gibi, içlerindeki hayat enerjisini, duygularının gerçekliğini emmek için yaklaşıyor sanki... Onlarda kendisinde olmayan “birşeyler” olduğunun farkında. Hae-mi, tuhaf, kafası karışık ama içten biri... Jong-su ise üçünün arasında en kıskanç ve arızalı olan kişi. Üçü de arzularının peşinden gitmeye çalışıyor ama aslında neyi arzuladıklarını bilmiyorlar. Görsel açıdan mütevazi bir film ama yönetmen Chang Dong Lee'nin her ayrıntıya kafa yorduğu, sahneleri çok iyi tasarlayıp çektiği kesin. O sakin akışın altındaki yoğun duyguları ve saplantıyı serinkanlı bir tarzda anlatmasını çok sevdim. Film boyunca ve filmden sonra zihnimizi çalıştırmasını da...

        45

        Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi 2019
        (Portrait de la jeune fille en feu) Yönetmen: Céline Sciamma

        Onsekizinci yüzyılda Fransa... Marianne (Noémie Merlant), bir ressam... Sistemin kadınların karşısına çıkardığı blokların arasındaki çatlaklardan sızmayı başarmış, görece ekonomik özgürlüğünü kazanmış biri... Héloise (Adèle Haenel) ise erkek egemen toplumun kadınlar için daralttığı yaşam alanlarında sıkışıp kalmış bir genç kız... “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” bir aşk filmi... Hem de son zamanlarda seyrettiğim en iyi aşk filmlerinden biri... Aynı zamanda özgürlük özlemine dair bir film... Tüm kadın karakterler düşünüldüğünde, alt metinlerde dönemin erkek egemen toplumunun manzarası çıkıyor ortaya. Feminist bir film olduğu da söylenebilir... Kadın dayanışmasına yapılan vurguyu da unutmamak gerek.

        46

        Belki çok iddialı bir öyküsü ya da konusu yok... Yasak âşk hikâyesini, sinemada ilk kez görmüyoruz. Ama öylesine iyi geliştirilmiş bir senaryo ve çarpıcı bir sinema duygusu var ki, hikâyeyi sanki ilk kez anlatılıyormuş gibi seyrediyoruz. Céline Sciamma, böylesi güçlü bir sinemaya nasıl ulaşıyor derseniz, öncelikle sadelik geliyor aklıma ve sinemanın resim sanatıyla kardeşliğini hiç aklından çıkarmayan kadrajları... Filmin içinde gördüğümüz resimler ne kadar anlamlıysa filmin içinden gelen müzikler de o kadar anlamlı...

        47

        Elveda Oğlum 2019
        (Di jiu tian chang - So Long, My Son) Yönetmen: Xiaoshuai Wang

        Çin'in 1982'den 2016 yılına kadar uyguladığı tek çocuk politikasının sıkıntılarını ağır şekilde yaşayan bir çiftin 30 yıla yayılan hikâyesi... Wang, filmini, onulmaz acıların etrafında kuruyor ama derdi, duygu sömürüsü yapmak değil. Tam aksine, özellikle filmin ilk yarısında her şeye uzaktan, belirli bir mesafeden bakmamızı istiyor. Telaşsız, sakin bir anlatımla bizi “filmin kalbi”ne doğru ağır ağır taşıyor...

        48

        Filmin en sevdiğim yanlarından biri, Çin'in yakın tarihini iddiasız bir tavırla, insanların gündelik hayatı üzerinden anlatmasıydı.. Wang, dönemin fabrikalarını, çalışma koşullarını, mütevazı işçi evlerini, gündelik hayatını özenli ve sağlam bir sinemayla getiriyor karşımıza... Zaman geçtikçe arka fonda Çin'in değişimi de geliyor karşımıza. Devletçi ekonominin son günlerinden piyasa ekonomisine geçişin sancıları, işlerini kaybedenlerin isyanı ve göz yaşları, geçip gidiyor gözlerimizin önünden... Finale doğru, bir zamanların yoksul komünist ülkesinin kapitalizmle birlikte yaşadığı zenginleşme ve gelişme, daha net şekilde görülür oluyor. Filmi seyrederken sinema sanatının bir ülkenin gayri resmi belleği olduğunu düşündüm bir kez daha... Çin'in tek çocuk politikasının yarattığı sorunlar üzerine yıllardır çok şeyler duyup okudum ama açıkçası hiçbiri bu film kadar derin iz bırakmadı...

        49

        Parazit 2019
        (Gisaengchung) Yönetmen: Bong Joon Ho

        Yoksulluk, geçim zorluğu ve ağır hayat şartları, sinema tarihinin neredeyse ilk yıllarından itibaren ele alınan vazgeçilmez temalar… “Parazit”in gücü, yeni bir bakış açısıyla yeni şeyler söyleyebilmesi… Bong Joon Ho, 2000’li yıllara ait başka tür bir yoksulluğu anlattığının fazlasıyla farkında… Sonuçta, her çağın, her dönemin kendine özgü yoksulluk ölçüleri var. Kim ailesinin yoksulluğu, geçim zorluğu kadar düşmüşlük ve dışlanmışlık halleriyle ilgili… Alışageldiğimiz tarzda bir yoksulluk psikolojisine sahip değiller. Filmde anlatılan sınıf mücadelesi, sadece ekonomik değil, psikolojik cephede de geçiyor… Tek mesele geçim ya da para değil. Gurur da bir sınıf mücadelesi nedeni…Film, alt sınıfların modern dünyadaki en önemli sermayesinin zekâ ve özgüven olduğunun altını incelikle çiziyor. Dolayısıyla, ilk bölümü “zenginlerin parası, yoksulların zekâsı” diye özetlemek mümkün…

        50

        İkinci bölümde ise öykü beklenmedik sulara doğru yol alıyor. Yoksullar zekâlarıyla elde ettikleri her şeyi biraz da kibirleri ve açgözlülükleri nedeniyle riske atıyorlar. Asıl sorun ise alt sınıfların kendi içlerindeki rekabetten kaynaklanıyor. Finalin karamsar ve çıkışsız olmasına itirazım yok. Alt sınıfların hayatını daha da kötüleştiren ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluk, gelişmiş ülkeler dahil tüm dünyanın sorunu... Sınıflar arasındaki farkların giderek keskinleşmesi, dünyanın geleceğine dair umutları azaltıyor... “Parazit” bu yanıyla, biraz da umutsuzluğun filmi...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ