Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Türkiye gişelerinde Altın Palmiyeli filmler nasıl sıralandı?
        1

        20. FİL (2003)
        (Elephant)

        Gus Van Sant’ın yazdığı, yönettiği ve kurguladığı film, Watt Lisesi adında Portland, Oregon’daki hayali bir banliyö okulunda geçer. Van Sant, 1999 yılında Columbine Lisesi’nde yaşanan ve sadece ABD’yi değil tüm dünyayı sarsan katliamın bir benzerini öncesi ve sonrasıyla anlatır. Filmin ismi ‘körlerin fili tarif etme’ hikâyesine atıfta bulunur. Van Sant, Columbine Katliamı’nın tek bir bakış açısıyla anlaşılamayacağını, olanların okul içi ve dışındaki birçok neden – sonuç ilişkisine bağlı olduğunun altını çizer; kolaycı açıklamalardan kaçınır. Hollywood ana akım sinemasıyla uzak yakın ilgisi olmayan, başrolde isimsiz genç oyunculara yer veren bağımsız bir film olan ‘Fil’, ülkesi ABD’de sadece 1 milyon 266 bin dolar hasılat elde ederken dünya genelinde daha iyi bir sonuca ulaşmıştı. Türkiye gişelerinde ise tam bir hayal kırıklığıydı.
        Toplam bilet sayısı: 1.292

        2

        19. AMCAM ÖNCEKİ HAYATLARINI HATIRLIYOR (2010)
        (Loong Boonmee raleuk chat - Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives)

        Tim Burton’ın başkanlığını yaptığı jürinin sürpriz şekilde Altın Palmiye’yle ödüllendirdiği filmde, böbrek rahatsızlığı nedeniyle ölmek üzere olan bir adam, hayatının son günlerini eşinin hayaleti ve orman ruhu biçiminde karşısına çıkan oğluyla geçirir. Geçmiş hayatlarını keşfeden adam, hastalığının nedenleri üzerine de düşünür. Taylandlı sanatçı Apichatpong Weerasethakul’un ‘Primitive’ adlı bir sanat projesinin son halkası olarak çektiği film, Altın Palmiye almasına ve eleştirmenlerin övgülerine karşın birçok ülkede sinemalarda gösterime girememiş, girdiği yerlerde de çok az seyirci toplayabilmişti. Cannes tarihinin gişelerde en başarısız filmlerinden biri olduğuna hiç kuşku yok.
        Toplam bilet sayısı: 3.268

        3

        18. BEYAZ BANT (2009)
        (Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte)

        I. Dünya Savaşı’na doğru ilerleyen dönemde Almanya’nın bir köyünde olup biten “tuhaf” olaylar ve bir türlü çözülemeyen gizemli suçlar… ‘Beyaz Bant’ın özellikle finalde taşların yerine oturduğu çok güçlü ve anlamlı bir öyküsü var. Haneke bu öykü aracılığıyla, Almanya’da Nazi’lerin işledikleri insanlık suçlarının gerisinde yatan nedenlere ilk kez farklı bakış açısı getiriyor. Finale doğru öğretmen ve rahibin arasındaki diyalog çok önemli. Bazen suçları örtbas etmek, yüzleşmekten çok kolaydır. Haneke de işte tam buradan hareketle, işlenen suçlarla zamanında hesaplaşmaz ve sorunları çözmek için adım atmazsak adaletli bir geleceği de kaybederiz, demeye getiriyor. Sadece Almanya, Avrupa ve Nazi suçlarıyla ilgili bir film değil “Beyaz Bant”. Uygar Avrupa’nın göbeğinde yeşeren ve oradan tüm dünyaya yayılan merhametsizlik, vicdansızlık, şiddet ve cezalandırma kültürü üzerine bir film. 144 dakikalık, kasvetli, siyah beyaz Almanca bir film olarak Türkiye gişelerindeki performansı şaşırtıcı değildi.
        Toplam bilet sayısı: 3.941

        4

        17. SINIF (2008)
        (Entre les murs)

        Fransız yönetmen Laurent Cantet, filmin başrolünde oynayan François Begaudeau’nun 2006’da yayımlanan aynı adlı romanından yola çıkıyor ve kamerasını Paris’teki bir lisenin sıralarına çeviriyor. Eğitim aşkıyla dolu öğretmen, 15-16 yaşında farklı etnik kökenlerden gelen öğrencilerin direnciyle karşılaşsa da pes etmiyor. Eğitimin tek yönlü bir iletişim değil, interaktif bir süreç olması gerektiğinin altını çizen ve tüm klişeleri boş veren gerçekçi bir film. Sinema tarihinin en iyi eğitim ve okul filmlerinden biri. 2.5 milyon Euro’ya mal olan film, ulaştığı hasılatla yapımcılarının yüzünü güldürmüş; Türkiye’de ise sürpriz yapmamıştı.
        Toplam bilet sayısı: 4.603

        5

        16. TITANE (2021)

        Film otomobil kazasıyla başlıyor. Babasının gereksiz öfkesi ve sorumsuz davranışı nedeniyle gerçekleşen kazadan sonra küçük Alexia’nın kafatasına ömrünün sonuna kadar taşıyacağı titanyumdan metal bir plaka yerleştiriliyor. Hastaneden çıkınca annesi ve babasına değil, koşup otomobile sarılmasına pek anlam veremiyoruz ama yetişkinlik çağına geçtiğimiz sonraki sahnelerde Alexia’nın (Agathe Rousselle) otomobil ve metalle kurduğu ‘ilişki’ biraz daha netleşiyor. Fransız yönetmen Julia Ducournau film boyunca her şeyi işitsel ve görsel bir şok gibi yaşamamızı istiyor; aklımızdan çok duyularımıza ve duygularımıza sesleniyor. ‘Titane’, ‘hoşça’ vakit geçirmek için seyredilecek filmlerden değil. Sadece seyri zor, kanlı şiddet sahnelerinden söz etmiyorum. Ducournau, ‘seyircinin konforunu hedef alan’ agresif bir sinema hedefliyor.
        Toplam bilet sayısı: 4.637

        6

        15. HAYAT AĞACI (2011)
        (The Tree of Life)

        50'li yılların Texas'ında sert bir baba (Brad Pitt), sevgi dolu bir anne (Jessica Chastain) ve iki erkek kardeşle büyüyen Jack’in (Sean Penn) çocukluğuna dönüşlerle ilerleyen hikâyesi… Kardeşlerden birinin kaybının yarattığı acı, o kadar derinleşiyor ki, yönetmen Terrence Malick uzun bir "belgeselimsi canlandırma" sekansıyla gezegenimizin tarihine uzanma ihtiyacı duyuyor; hatta biyolojik varoluşumuzun temel aşamalarının üstünden şöyle bir geçiyor. Rengârenk bir New Age mistisizminden izler taşıyan bu bölüm bittikten sonra Malick, ergenlik sancıları çeken Jack ile babası arasındaki çatışmalarda duraklıyor ve filmini "aile dramı ile büyüme öyküsü" arasında sürdürüyor. Yıldız oyuncularına rağmen Türkiye’de beklenenin çok altında kalmıştı.
        Toplam bilet sayısı: 6.077

        7

        14. DHEEPAN (2015)

        Yurt dışında yaşayabilmek için aileymiş gibi davranan Sri Lankalı üç mültecinin hikâyesi… Fransa’ya geldiklerinde Paris dışında, aile statüsünde bir toplu konuta yerleştirilirler. Suç çetelerinin cirit attığı banliyö hayatına uyum sağlamaya çalışmak yeterince zorken geçmişte yaşadıkları olaylar, sakladıkları sırlar da onları rahat bırakmaz. Bütün bu süreçte bir aile olmak ya da olmamak seçeneğiyle yüzleşmek zorunda kalırlar. Sığınmacıların Avrupa ülkelerinin kapılarına dayandığı bir dönemde, Jacques Audiard’ın yönettiği “Dheepan”, başkanlığını Joel ve Ethan Coen’in yaptığı jüri tarafından Altın Palmiye’yle ödüllendirildi. Karar herkesin hoşuna gitmedi. Alkışlayanların yanı sıra yuhalayanlar da vardı. Ödül aldıktan yaklaşık 3 ay sonra Fransa’da gösterime giren film, kendi ülkesinde 3 milyon 882 bin dolar hasılat yapmasına karşın yurt dışında çok az ilgi gördü.
        Toplam bilet sayısı: 7.214

        8

        13. 4 AY, 3 HAFTA, 2 GÜN (2007)
        (4 luni, 3 saptamâni si 2 zile)

        1987 yılında, Nikolay Çavuşesku'nun baskıcı rejiminin hüküm sürdüğü Romanya'dayız... Ülkede kürtaj yasa dışı ve çocuk doğurmak istemeyen kadınların işi çok zor. Fırsatçılar, “ellerine düşen” genç kadınları sömürmek ve istismar etmek için pusuda bekliyorlar... Kadınlara yönelik baskı, devletin en yukarı kademelerinden aşağı doğru inerken daha da korkunç bir hal alıyor. Otilia (Anamaria Marinca) üniversitedeki oda arkadaşı Gabita'ya (Laura Vasiliu) sonuna kadar yardım etmeye kararlı ama süreç her aşamasında daha da zorlu ve sinir bozucu oluyor. Hikâyesinin çarpıcılığı, gerilim duygusu, karanlık atmosferi, oyunculukları ve Christian Mungiu’nun anlatımıyla seyredenin kolay kolay unutamayacağı bir film.
        Toplam bilet sayısı: 12.794

        9

        12. MAVİ EN SICAK RENKTİR (2013)
        (Blue Is the Warmest Colour)

        Tutkuyla birbirine bağlanan iki genç kızın aşkının, kültürel, sınıfsal engellere çarpmasını anlatan “Mavi En Sıcak Renktir”, aşk özlemini, âşık olma halini, ayrılık acısını ve büyümeyi anlatan bir film... Tunuslu yönetmen Abdellatif Kechiche, aşkı hazırlayan duygunun öncelikle bir yarım kalma hali, bir eksiklik hissiyatı olduğunun altını çiziyor. İlk bölümde bizi yıldırım aşkına hazırlayan Kechiche, ikinci bölümde cinsel tutkuya odaklanıyor. Emma (Léa Seydoux) ile Adele’in (Adèle Exarchopoulos) ilk buluşmasında, Sartre sohbetindeki uyumsuzluğa önem vermememizin nedeni ise aşkın büyüsü. Adele’in erotik rüyasıyla başlayan, ilk bakışlar ve dokunuşlarla zirveye çıkan bu cinsel gerilim, sevişme sahnelerinin ardından, kurulu bir yayın boşalması gibi enerjisini kaybettikçe, öykü de seyirciyi gerçekliğin kıyısına doğru yanaştırıyor.
        Toplam bilet sayısı: 12.810

        10

        11. BEN, DANIEL BLAKE (2016)
        (I, Daniel Blake)

        İngiliz yönetmen Ken Loach ve senaryo yazarı Paul Laverty, duygu sömürüsünden uzak, dokunaklı bir işçi sınıfı hikâyesiyle geliyor karşımıza… Laverty’nin yaptığı uzun araştırmaların sonucunda, yaşanmış vakaları temel alan film, devlet yardımı almaya çalışan emekli marangoz Daniel Blake ile yalnız anne Katie’nin bürokrasiye karşı verdiği savaşı anlatıyor. Doktor, kalp hastası olan Daniel Blake’e ‘Çalışırsan sağlığın tehlikeye girer ve hayatını kaybedebilirsin’ diyor. Ama devletin yetkili kurumları yüzeysel bir muayenenin sonunda ‘Çalışabilir’ raporu vererek Blake’i tam bir çıkmaza sokuyorlar. Devlet adına çalışan kurumların, yardım isteyen her işçiyi bir hasım gibi gördüğü sahneler, asap bozucu ve etkileyici… “Ben, Daniel Blake”, insanî değerlerden uzaklaşan sistemin katılığına isyan niteliği taşıyor.
        Toplam bilet sayısı: 14.481

        11

        10. ARAKÇILAR (2018)
        (Manbiki kazoku - Shoplifters)

        Hiçbirimiz, aramızda kan bağı olan insanları, yani ailemizi seçme şansına sahip değiliz. Arkadaşlarımızı seçeriz ama ebeveynlerimizi, kardeşlerimizi seçemeyiz. Yine de aile her koşulda toplumun en küçük birimi olarak hepimiz için çok şey ifade eder. Öte yandan, aile, her zaman huzur ve mutluluk anlamına gelmez. Onun da kendine göre sorunları vardır... Peki, aile sadece kan bağı mıdır? Sade tarzıyla öne çıkan Japon sinemacı Hirokazu Koreeda, ailenin anlamını, kan bağıyla olan ilişkisini can alıcı ve derin bir yerden yakalamayı başarıyor. “Like Father, Like son”, “Still Walking” gibi filmlerinde aile bireyleri arasındaki çatışmaları, sorunları filmlerinin merkezine koymaktan hiç çekinmeyen Koreeda, bu kez bir tür “alternatif aile”yi mercek altına alıyor, bir grup yoksul insanın verdiği hayat mücadelesi üzerinden “Aile nedir?” sorusuna yanıt arıyor, ahlaki tartışmalara kapı açıyor. Sonuçta aile, Koreeda'nın gözünde bir sevgi ve dayanışma bağı. Kan bağı ise sadece bir ayrıntı...
        Toplam bilet sayısı: 16.361

        12

        9. OĞUL ODASI (2001)
        (La stanza del figlio - The Son’s Room)

        İtalya’nın Ancona şehrinde yaşayan bir ailenin öyküsü… Psikoterapistlik yapan Giovanni, okulda çıkan tatsız bir sorundan sonra oğlu Andrea ile koşuya çıkma planları yapar. Ama kanser teşhisi konmasından endişe eden bir hastasının çağrısı üzerine planı iptal etmek zorunda kalır. Bunun üzerine Andrea arkadaşıyla dalış yapmaya gider ve su altındaki mağarada yaşadığı kaza sonrası hayatını kaybeder. Baba, anne ve kız kardeş için tam bir şoktur bu… Yıllarca hastalarının psikolojik sorunlarına çözümler arayan Giovanni, kendisi söz konusu olduğunda çaresizdir ve işini doğru şekilde yapmakta zorlanır. Nanni Moretti, bir aileyi çaresiz bırakan ölümü abartısız, gerçekçi, duygu sömürüsünden uzak bir şekilde anlatırken seyirciyi derinden etkilemeyi başarıyor.
        Toplam bilet sayısı: 17.051

        13

        8. ÖZGÜRLÜK RÜZGÂRI (2006)
        (The Wind That Shakes the Barley)

        İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın tarihinden kritik bir kesit aktaran film, usta İngiliz yönetmen Ken Loach’a ilk Altın Palmiyesi’ni kazandırdı. Paul Laverty’nin senaryosu, İngiltere hükümetinin İrlanda halkını zorbalıkla sindirme politikalarının nasıl geri teptiğini, şiddetin nasıl şiddet doğurduğunu yansıtırken, İrlanda’nın içindeki kardeş savaşını da anlatıyordu. O yıllarda olup biten şiddete, savaşın acımasızlığına kırsal kesimde yaşayan insanların cephesinden tanık olduğumuz çarpıcı ve üzücü bir filmdi. Ken Loach – Paul Laverty ikilisi, tarihsel sürece sınıfsal bakış açısı getirmeyi de ihmal etmiyorlardı. Başrolünde Cillian Murphy’nin oynadığı film, özellikle Avrupa ve dünya gişelerinde ilgi gördü.
        Toplam bilet sayısı: 17.882

        14

        7. KARE (2017)
        (The Square)

        Çağdaş sanat müzesinin direktörü Christian (Claes Bang), çaldırdığı telefonuyla cüzdanını geri almak için ölçüsüz bir eyleme girişince başına beklemediği işler gelir. Bu arada, müzede sergilenecek “Kare” adlı çağdaş sanat enstalasyonunu tanıtım etkinlikleri de sürmektedir. “Kare” adlı enstalasyonla hikâye arasında kopmaz bir bağ var. Çizili bir alandan ibaret “Kare”, herkes için güvenli yer anlamını taşıyor. Sanatçının fikri, içine giren herkesin yardım isteyebileceği bir sığınak oluşturmak... Hikâye de aynı fikir üzerinden şekilleniyor. Christian şehirde yürürken yardım çığlıkları atan kadını, bir adama karşı koruyor. Cesareti nedeniyle kendiyle gurur duyan Christian, yankesicilere çarpıldığını anlayınca iş değişiyor. “Kare”, vicdani sorumluluk ve ikiyüzlülük üzerine bir film. İsveçli yönetmen Ruben Östlund, çağdaş sanatın günümüzün sorunlarına karşı duyarlı olabileceğini ama hitap ettiği kitle için aynısını söylemenin zor olduğunu ima ediyor.
        Toplam bilet sayısı: 22.352

        15

        6. AŞK (2012)
        (Amour)

        Yaşlı bir çift, tedavisi imkânsız bir hastalık, ölümün giderek büyüyen gölgesi ve aşk... Michael Haneke, daha önce hiç kimsenin girmediği sularda her zamanki soğukkanlı gözlemciliğiyle yol alıyor. İkili hayatları, yaşlılığı, yaklaşan ölümün endişesini ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini cesaretle sorguluyor. Hem Altın Palmiye hem de yabancı dilde en iyi film Oscar'ını alan nadir filmlerden... İkibinli yılların en iyilerinden biri... Başkanlığını İtalyan yönetmen Nanni Moretti'nin yaptığı jüri, Altın Palmiye'yi bu filme vermese eleştirmenler herhalde kıyameti koparırlardı. Altın Palmiye ve Oscar’ın etkisiyle Türkiye gişelerinde de beklenenin ötesine geçmeyi başardı.
        Toplam bilet sayısı: 29.453

        16

        5. PİYANİST (2002)
        (The Pianist)

        Soykırımdan kurtulan Polonya kökenli Yahudi piyanist ve besteci Wladyslaw Szpilman’ın gerçek yaşam öyküsü… 2002’nin mayısında Cannes’da kazandığı başarının ardından aynı yılın eylül ayında sinemalarda gösterime giren film, eleştirmen ve seyircilerden çok olumlu tepkiler aldı. Sadece ABD’de 32.5 milyon dolar hasılat yaptı. Film, Szpilman’ın kişisel deneyimleri üzerinden o dönemde yaşananları, Polonya’daki Yahudi düşmanlığını, küçük apartman dairelerinde saklanarak hayatta kalmaya çalışanların dramını ve soykırımı etkili şekilde anlatıyordu. Gişelerde gösterdiği başarının ardından 7 dalda Oscar’a aday oldu. Roman Polanski yönetmen, Ronald Harwood uyarlama senaryo, rol için kilo veren Adrien Brody ise en iyi erkek oyuncu kategorisinde Oscar kazandı.
        Toplam bilet sayısı: 35.979

        17

        4. FAHRENHEIT 9/11 (2004)

        “Belgesel ahlakına” uymayan tarzı nedeniyle sık sık eleştirilen Michael Moore, ikibinli yılların belki de en popüler belgesel sinemacısı. Alaycı tarzıyla kendini filmlerinin anlatıcısı, röportajcısı ve yorumcusu yapan Moore, keskin muhalif ve politik tavrıyla geniş kitlelere ulaşan bir belgeselci olmayı başardı. Bu listede, bunca iddialı filmin arasından sıyrılıp ‘Parazit’ten sonra ikinci sırada yer alması dahi onun belgesel türünü nasıl popüler hale getirdiğinin açık bir göstergesi. ‘Fahrenheit 9/11’de dönemin ABD başkanı Bush’a ve onu lider yapan “derin Amerika”ya getirdiği sert eleştiriler dikkat çekici. 11 Eylül ve Irak Savaşı’nı bir bütün olarak değerlendiren analizleriyle ‘Fahrenheit 9/11’in Amerikan halkı için bir çeşit ‘uyandırma servisi’ işlevi gördüğünü unutmayalım.
        Toplam bilet sayısı: 65.457

        18

        3. KARANLIKTA DANS (2000)
        (Dancer in the Dark)

        Doğu Avrupalı işçi Selma Jezkova (Björk) oğlunun kör olmasını engellemek için para biriktiren yoksul bir göçmen işçiyi canlandırıyor. İlk bakışta eski usul duygu sömürüsü yapan melodramları hatırlatan öykü, özünde sağlam bir düşünsel çerçeveye sahip. Anneliğin gücünü her şeyin üstünde tutan filmde el kamerasıyla çekilen sahneler gerçekçi. Bir Hollywood müzikali gibi tasarlanan sahneler ise görkemli ve rengârenk. Danimarkalı sinemacı Lars Von Trier’in gerçekçi tarz ile “hayallere kaçış sineması”nı bir araya getirdiği son derece özgün bir deneme. O yıllarda uluslararası bir müzik yıldızı olarak şöhretinin zirvesinde olan Björk ve Catherine Deneuve, Jean Marc Barr gibi oyuncuların etkisiyle gişelerde de beklenenin ötesinde başarılı olmuştu.
        Toplam bilet sayısı: 90.336

        19

        2. KIŞ UYKUSU (2014)

        “Kış Uykusu”nda Nuri Bilge Ceylan, Haluk Bilginer’in canlandırdığı eski tiyatrocu, butik otel sahibi Aydın karakteri üzerinden samimiyetsizliğe, iki yüzlülüğe, hamasetle geçen bir hayata ve bunun acıklı sonuçlarına bakıyor. Aydın, kültürel anlamda kendisinden aşağı gördüğü insanlarla yüzleşmekten, gerçek bir iletişim kurmaktan kaçıyor. Hamdi (Serhat Kılıç) ile olan ilişkisinde olduğu gibi onları aydınlanmaya muhtaç, umutsuz vakalar olarak görüyor. Yerel gazetedeki köşesinde de özgün fikirler ortaya koymadan, ortalama değerler üzerinden sesleniyor okurlarına. Kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) ile olan uzun diyaloglarından, onun için aydın olmanın öncelikle başkaları üstünde iktidar kurmak anlamına geldiğini hissediyoruz. Karısı Nihal (Melisa Sözen) ile ilişkisi ise ekonomik gücünü gerektiğinde nasıl acımasızca kullanabileceğini gösteriyor. Klasik senaryo anlayışında karakterler kendilerini keşfeder, sorunlarına çözüm yolları bulurlar. “Kış Uykusu”nda ise karakterler aynı kalırken seyirci onların çıkmazlarının gerçek nedenlerini keşfediyor.
        Toplam bilet sayısı: 304.782

        20

        1. PARAZİT (2019)
        (Gisaengchung)

        Film, ABD’de altyazılı bir Uzakdoğu filminin ulaşabileceği sınırları zorlarken elde ettiği 48.83 milyon dolar hasılatla kayda değer bir başarı kazandı. Ama asıl başarısını dünya genelinde gösterdi. Türkiye’de ulaştığı seyirciyi sadece Altın Palmiye’ye veya Oscar’a bağlamamak gerek. “Parazit”in sırrı, yeni bir bakış açısıyla yeni şeyler söyleyebilmesiydi… Yazar ve yönetmen Bong Joon Ho, 2000’li yıllara ait başka tür bir yoksulluğu anlattığının fazlasıyla farkındaydı… Kim ailesinin yoksulluğu, geçim zorluğu kadar düşmüşlük ve dışlanmışlık halleriyle ilgiliydi… Filmde anlatılan sınıf mücadelesi, sadece ekonomik değil, psikolojik cephede de geçiyordu… Tek mesele geçim ya da para değildi. Gurur da bir sınıf mücadelesi nedeniydi… Film, alt sınıfların modern dünyadaki en önemli sermayesinin zekâ ve özgüven olduğunun altını incelikle çiziyordu.
        Toplam bilet sayısı: 428.752

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ