Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Yekta Kopan’dan bir yalan yolculuğu

        HT PAZAR / Gülenay BÖREKÇİ

        Sunucu, oyuncu, yazar Yekta Kopan’la Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Aile Çay Bahçesi’ni ve önümüzdeki günlerde başlayacak radyo programı Köşe Bucak’ı konuştuk

        Sunucu, oyuncu ama her şeyden önce yazar Yekta Kopan'ın yeni kitabı çıktı. Kısa ve çarpıcı bir roman Aile Çay Bahçesi. Anlatıcı Müzeyyen, aile kurumunun yaraladıklarından biri, kaçıp gidiyor ve kendine ayrı bir hayat kuruyor. Fakat yüzleşmiyor da ailesiyle, "Beni çok mutsuz ettiniz" diyemiyor bir türlü... Ama sonra aniden bir şey oluyor ve bu romanı oluşturan isyan ve itiraz silsilesi başlıyor. Ne olduğunu yazara soruyorum... "Bazen öyle anlar gelir ki, aldığımız bir haber, beklenmedik bir telefon, şaşırtıcı bir karşılaşma ruhumuzun karanlık kapılarından birini açmamıza neden olur. Yılarca üstünü örttüğümüz bir meseleyle hesaplaşma zamanı geldiğini anlayıveririz. Çünkü o cesaret anının tekrarı olmayacaktır, geçen yıllar bize bunu öğretmiştir. İşte Müzeyyen'in yaşadığı da böyle bir durum. Hesaplaşmanın zamanının geldiğine inanıyor. Kendi hayatında çalkantılar, geçip giden yıllar, inişler çıkışlar var zaten. Yaşadığı dünya, iş hayatı, yalnızlığı, hepsi üstüne gelmiş durumda. Tam da öyle bir anda beklenmedik bir telefonla aldığı haber, isyan ve itiraz sürecini başlatıyor."

        DÜNYA NEDEN BÖYLE BİR YER?

        Aileyle ne derdin vardı da bu romanı yazdın? Şundan soruyorum... Bazen hayatta öyle bir noktaya gelir ki insan, "Dünya neden böyle bir yer" sorusunun cevabını mikroskop altında aramaya karar verebilir. Topluma mikroskop altında bakınca da karşımıza aile çıkıyor...

        Aileyle değil, orta sınıf ailenin tanımlanmasındaki ikiyüzlülükle derdim var. O yalanların bir kutsallık kılıfıyla saklanması, özellikle kadınların kabullenişiyle örtülmesi, sahteliği her tarafından akan bir reklam fotoğrafı gibi çerçevelenip saklanması... Aslında sorunun içinde, romanın ana karakteri Müzeyyen'in hesaplaşmasının çıkış noktasını da işaret ediyorsun. Sadece dünyanın neden böyle bir yer olduğunu değil, bu dünyada neden böyle bir konumda olduğunu da düşünüyor Müzeyyen. Bütün iç hesaplaşma, sorgulama ve cevapların önemli olmadığı sorular da böylece ortaya çıkıyor. Mikroskop tanımın Müzeyyen'in arayışına çok uyuyor açıkçası. Mikroskopta gördüklerinin, sorularına cevap olup olmayacağını önemsemiyor neredeyse. Onun için önemli olan gözünü o mikroskoba dayayabilmek.

        Aileyi anlarsak, başka neleri anlamaya başlayabileceğiz?

        Anlamaya çalışmaktan öte o hesaplaşmayı gerçekleştirebilmek benim derdim. Toplumun iliklerine kadar işlemiş yalanların kaynaklarına bakabilmek için o hesaplaşmanın gerekliliğine inanıyorum. Bitmek bilmeyen bir yalan yolculuğu var ortada. Öyle ki, mahcubiyet kalkanının ardında, mutluluğu paylaşmak bile ayıp olacağından, o konuda bile yalan söyleyerek yürüyoruz. Sevinmek ayıp, üzülmek ayıp. "Aman konu komşuya rezil olmayalım" tedirginliğiyle sürüp giden bir ikiyüzlülük ve özellikle kadının bu durumu kabullenmek zorunda bırakılması... Giderek, kadının bu yalanların üreticisi haline getirildiği bir toplum. Aile kutsallığı içinde bu ikiyüzlülüğün nesilde nesile aktarıldığı, çoğaltıldığı bir toplum. İşte sözünü ettiğin hesaplaşmanın böylesi bir karanlık bahçede olmasını istedim. Karanlık ama herkesin köşe bucak ezbere bildiği bir bahçe. Kadınların kabullenmek zorunda bırakılışı, sessiz bırakılışı özellikle önemliydi benim için. Ama sorunun en net haline dönersek, şöyle diyebilirim: Sence olası mı aileyi anlamak?

        Cevabı verdin zaten, "Karanlık ama herkesin ezbere bildiği bir bahçe" diyerek... Peki hayatımızda ne eksik kalmaya mahkûm da onun yerini doldurmak için o bahçeyi, aileyi icat etmişiz?

        Ailenin ortaya çıkışı konusunda toplum bilimcilerin sözlerine kulak vermek gerekiyor. Hukukçuların sözlerini de yabana atmamalı. Beni ilgilendiren o yapının, özellikle bu coğrafyada ve özellikle de şehirli orta sınıftaki bozuk dinamikleri. O dinamiklerle oluşan ikiyüzlü, dayatmacı ve örtmeye odaklanmış yapısı. Açıkça buradaki ikiyüzlülüğün çok basit ve masum olduğunu düşünmüyorum. Bu ikiyüzlülük, nesilden nesile bir öğreti olarak aktarılıyor üstelik. Müzeyyen bu süreklilikle hesaplaşamıyor belki ama en azından yüzleşmeye çalışıyor. Zaten cevaplar bulmak derdinde değil, önemli olan "o kuyunun içine bakmaya cesaret edebilmek" onun için. Tam da senin söylediğin noktada bir arayış içinde; ayakta durmak için bu ikiyüzlü yapıya gerçekten ihityacı olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Bir dayatmanın ötesine geçmek derdinde.

        "Çocukluk utanılacak sayısız anın birikimidir" diye yazıyorsun romanda. Çocukluğumuzu özlemle, sanki güzelmiş gibi hatırlamaya meyyal oluşumuzun sebebi ne sence?

        Yetişkin yıllarımız daha iyisini sunmuyor ki bize. Çocukluk hiç değilse ikiyüzlülüğü anlamadan, hissetmeden yaşadığımız yıllar olarak, zihnimizin bir köşesine sakladığımız güzel manzaralarla geliyor. Üstelik o manzaralar, çoğu zaman kendi hafızamızdan değil, anlatılanlardan süzdüklerimizden oluşuyor. Çocukluk dediğin, birinin sana anlattığı kurmaca metinlerin toplamı. "Sen çocukken şöyleydin, şöyle de bir olay olmuştu," hikâyesi zamanla, birinci tekille anlattığın bir efsaneye dönüşüyor. Vuruluyorsun o efsaneye, kendi hikâyenin en güçlü okuru haline geliyorsun. Çocukluğun dertlerini bile, bir yetişkinliğe geçiş romanının macera dolu sahneleri gibi anlatmaya bayılıyoruz. "Bakın, ben nerelerden nerelere gelmeyi başardım" masalı hoşumuza gidiyor. Oysa yetişkinliğimizin türlü halleri gibi, çocukluğumuzun da türlü halleri var. Hepsi iyiliğin ve kötülüğün geçişken olduğu bir bahçede yaşanıyor.

        Masaldaki cadı 'ev kadını'na karşı

        "Adı güzelliklerle bezeli" Müzeyyen'i "masaldaki cadı", "romandaki vampir" yapan ne?

        Açıkçası ben Müzeyyen'in "cadı" olduğuna inanmıyorum. "Ailenin içinde hep iyilikler olması gereklidir" dayatmasıyla hesaplaşırken, o da kendine sıklıkla bunu soruyor. "Ben kötü müyüm, eğer öylesem neden kötüyüm?" Bu sorunun peşinde koştukça, aile kavramıyla, babasıyla, annesiyle, babaannesiyle ve kız kardeşi Çiğdem'le yüzleşiyor. Kimi zaman zihninde, kimi zaman gerçekte... Eğer bu hesaplaşma bizi ailenin ve oradan yola çıkarak toplumun "kötü"sü yapıyorsa, varsın yapsın. Bitmeyen bir yalanı çoğaltan, sahte bir iyi olmaktan daha gerçektir bu.

        "O kirlettikçe, günlerini sonsuz bir geceye çevirdiği kadınlar temizliyor hayatını..." İşte aileyi tamamen kötü sahnelenmiş bir tiyatro oyununa dönüştüren şeylerden biri daha: Erkekler cinsellik ve haz adına hangi kadınlara tutulursa tutulsun, evlenmek için çoğu zaman "ev kadınlarını" seçiyor. Neden böyle?

        Aslında bu sorunun cevabını "ev kadını" tanımında aramalıyız. Ne demek ev kadını? Bu sınıflandırmanın kendisi bile, kadınların nasıl erkek egemen bir dilin içine hapsedildiğini, o dilin kurallarıyla sınıflandırıldığını göstermiyor mu? Ev kadınları, hanım hanımcık kadınlar, namuslu kadınlar... Erkek egemen yapının kadınlar için belirlediği olumlu-olumsuz roller. Sonrasında da bu roller üstünden toplumsal dinamiklerin belirlendiği, ikiyüzlü bir ahlakçılıkla taçlandırılan kurumlar. Daha da fenası, bu erkek dilinden konuşmaya-düşünmeye ve davranmaya mecbur bırakılmış kadınlar. İşte bu kabulleniş, nesilden nesile aktarılan bir sahtekârlık olarak ilerliyor. Erkek kimi seçer, bilemem. Ne hakla seçer, onu da bilemem. Açıkçası bundan öte, dili egemenliğine alarak oluşturduğu baskının anlamsızlığı ilgilendiriyor beni. Doğrudan doğruya bir şiddet bu, iliklerimize kadar işlemiş bir şiddet.

        Aileyle hesaplaşmayı neden kadın karakterler üzerinden yapmayı tercih ettin?

        Tam da bu şiddet yüzünden. Ailenin ikiyüzlülüğünü omuzlamak zorunda bırakılan, az önce sözünü ettiğimiz o erkek egemen dilin içine hapsedilen kadını anlamaya çalışmanın sonucu bu. Anlayabildin mi dersen, tıpkı Müzeyyen'inki gibi, benimki de bir arayıştı. Müzeyyen ve Çiğdem'e, hatta Meral Hanım, Hayriye Hanım ve Özlem'le çıktığım bir yolculuk. Ayrıca bu hesaplaşma hikâyesi aklıma ilk düştüğünde, Müzeyyen de çıkıp gelmişti. Yıllar içinde, romanın bütününe ulaşana kadar, hep onun dünyasından ve gözünden bakmaya çalıştım. Sadece aile kurumuyla değil, bu kurumun dinamiklerini belirleyen erkek egemen dille de hesaplaşmak için Müzeyyen'e sığınmaktan başka çarem yoktu zaten. Onun bana anlatacaklarını dinlemeye ihtiyacım vardı.

        'Sevin Okyay'la sohbet edeceğim, başka ne ister insan?'

        Televizyona gelelim... Gece/Gündüz neden bitti, televizyon için yeni planların var mı?

        Gece Gündüz, yeni yayın dönemine yeni bir yapı ve yeni bir sunucuyla devam ediyor. Kan değişikliği diyelim, yayıncılık dinamikleri açısından anlaşılır bir durum bu. Şu anda televizyon için kesinleşmiş bir şey yok. Benim için önemli olan, kültür sanat haberlerini, derinlikli, katkı sağlayacak bir şekilde aktarabilmek. Şimdi o katkıyı radyo aracılığıyla sağlamaya çalışacağım. Her Cuma, 12.10'da NTV Radyo'da Sevin Okyay ile bir program yapacağız. Adı "Köşe Bucak". Heyecanlanıyorum. Düşünsene Sevin Okyay'la sohbet ediyorsun. Başka ne ister insan?

        Radyo eski güzel günlerine dönecek, yeniden popüler olabilecek mi?

        Zaten insanların yoğunluklu bir ilişkisi var radyoyla. Herkesin meşrebince tutkunu olduğu radyo istasyonları var mesela. Bence bu ilişkileri güçlendirmek yeterli olacaktır. Yoksa, günümüzün yaygın anlayışıyla bir popülerlik beklememek gerekiyor. Radyonun "ah o güzel günler" vurgusuna ihtiyacı yok.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ