Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema 15 spor filmi önerisi
        1

        CEHENNEMDE İKİ DEVRE (1961)
        (Ket felidö a pokolban)

        Hitler’in doğum günü nedeniyle Naziler, çalışma kampındaki Macar savaş esirleriyle bir futbol maçı organize eder. Macarlar, yemek ve antrenman yapma koşuluyla teklifi kabul eder ama takım çıkarmakta zorlanırlar. Maç günü gelip çattığında esir futbolcular, ölümle hayat arasında gidip gelen bir oyunda bulurlar kendilerini. Yıllar önce TRT ekranlarında gösterilen film, bir kuşağın hatıralarında derin iz bırakmıştır… İngilizce konuşan dünyadaki birçok eleştirmenin radarına ne yazık ki hâlâ girememiş bir filmdir. Yönetmen Zoltan Fabri’nin senaryosunu Peter Bacso ile yazdığı ‘Cehennemde İki Devre’, daha popüler bir film olan ‘Zafere Kaçış’a (Escape to Victory) esin vermesiyle de tanınır… Futbol sahneleri gösterişsiz ama çok iyi çekilmiştir…

        2

        ALTIN ELDİVEN (1962)
        (Requiem for a Heavyweight)

        Bir zamanların gelecek vadeden boksörü Mountain Rivera (Anthony Quinn), artık kariyerinin son demlerindedir. Genç bir boksör tarafından ringde feci derecede hırpalanır... Artık profesyonel boks yapması tehlikelidir. Sosyal hizmetlerde çalışan Grace Miller (Julie Harris) ona bir çocuk kampında danışmanlık işi ayarlamaya çalışırken menajeri (Jackie Gleason) hâlâ ondan para kazanmanın yollarını arar, onu gösteri ağırlıklı güreş karşılaşmalarına çıkarmak için uğraşır... Rod Serling’in kendi yazdığı 1956 tarihli bir TV dizisinden sinemaya uyarladığı filmin açılış sahnesinde Rivera'yı döven boksörün Muhammed Ali olduğunu belirtelim... Film, yönetmeni Ralph Nelson’a Yönetmenler Birliği Ödülleri’nde bir adaylık getirmişti.

        3

        BOKSÖRÜN DÜNYASI (1972)
        (Fat City)

        Biri genç, diğeri tecrübeli iki boksörün hikâyesi... Birinin kariyeri düşüşe geçmiştir, diğeri ise henüz her şeyin başındadır. Leonard Gardner'ın kendi kitabından sinemaya uyarladığı film, profesyonel boks dünyasını gerçekçi bir bakış açısıyla ele alıyor. Bir yükseliş ya da başarı hikâyesinden çok karakterlerin gündelik hayat içindeki sorunlarına odaklanıyor. Amerikan sinemasının büyük ustalarından John Huston'ın yönettiği film karanlık ve hüzünlü yaklaşımıyla tüm zamanların en gerçekçi boks filmlerinden biri. Deneyimli boksörü Stacy Keach, genç olanı ise Jeff Bridges oynuyor.

        4

        ROCKY (1976)

        Rocky Balboa efsanesini başlatan film... Günümüzde Creed filmleriyle süren uzun ömürlü bir seriye vesile olduğunu da unutmamak gerek… Rocky, kendi halinde, yalnız yaşayan bir boksördür. Kariyeri hiçbir zaman çok iyi gitmemiştir. Sıradan bir boksör olarak tanınır... İtalyan Aygırı olarak anılması nedeniyle Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu Apollo Creed tarafından rakip olarak seçilir. Creed öylesine güçlüdür ki, çoğu kişi bu maçın sadece bir şov olacağını düşünür. Rocky de zaten kazanmak için değil rezil olmamak için çıkacaktır ringe. Tek hedefi serseri değil, boksör olduğunu ispat etmektir. Motivasyonunu ise sevdiği kadından alır. John G. Avildsen’in yönettiği serinin ilk filmi hüzünlü, romantik ve aynı zamanda heyecan verici... Stallone, oyunculuğuyla kalbimize dokunmayı başarıyor.

        5

        KIZGIN BOĞA (1980)
        (Raging Bull)

        Ortasıklet dünya şampiyonu Jake LaMotta’nın ringlerdeki yükseliş ve düşüş hikâyesi... LaMotta ringde boksörlerle, gerçek hayattaysa kendi ruhuyla dövüşür. Kompleksleri, özgüvensizliği ve kıskançlığı nedeniyle evliliğinde bir türlü huzur bulamaz; profesyonel hayatını çıkmaza sokar. Karısını bezdirir, en büyük yardımcısı olan kardeşini hayatından uzaklaştırır. Ringde dövüşürken artık kendisine hiçbir inancı kalmamıştır. Kendi yıkımını kendi hazırlar... Yönetmen Martin Scorsese’nin başyapıtlarından biri olarak kabul edilen siyah beyaz filmde Robert De Niro, unutulmaz bir performans çıkarıyor. Tüm zamanların en iyi spor filmlerinden biri...

        6

        ATEŞ ARABALARI (1981)
        (Chariots of Fire)

        1924 Paris Olimpiyatları’na hazırlanan iki Britanyalı atletin hikâyesi... Biri, Hıristiyan değerlerine bağlı İskoç kökenli bir dindar; diğeri ise ötekileştirilmenin dezavantajlarını koşarak aşmaya çalışan bir Yahudi... İngiltere’deki keskin sınıf ayrımını yansıtan film, Vangelis’in olağanüstü müziği, nostalji duygusu ve koşu sahneleriyle tam bir klasik... Özellikle atletlerin kumsalda koşarak antrenman yaptığı açılış sahnesi, Vangelis’in müziğinin de desteğiyle pistlerdeki rekabet duygusundan uzakta huzur verici sakinleştirici bir etki yaratır, insanda koşma arzusu uyandırır. Atletizm sporu üzerine çekilmiş belki de en iyi konulu film… Hugh Hudson’ın yönettiği film, 4 Oscar kazanmıştı.

        7

        KAZANMAK ARZUSU (1986)
        (Hoosiers)

        Yaşanmış gerçek olaylardan esinlenen film, 1954’te Indiana’daki küçük bir kasabanın lise basketbol takımının hikâyesini anlatıyor. Gene Hackman’ın canlandırdığı koç, oyuncularına önce takım olmayı öğretmek ister ama işi tahmin ettiğinden çok daha zordur. Takımın yıldız oyuncusunun basketbolu bırakmış olması, diğer oyuncuların kendine güvenini azaltmıştır. Ama yine de her takımın bir yükseliş anı vardır… Spike Lee bir keresinde filmi ‘Beyaz çocukların daha yetenekli ve disiplinsiz siyah çocukları yenmek için bir araya gelmesi’ olarak özetlemişti. Filmde böyle bir alt metin var ama öyküsü ve karakterleriyle sizi alıp götürüyor. Yönetmen David Anspaugh’un basketbol sahnelerini çok iyi çektiği filmde Dennis Hopper da takımdaki oyunculardan birinin alkolik babasını canlandırıyor.

        8

        MİLYONLUK BEBEK (2004)
        (Million Dollar Baby)

        Yoksul bir aileden gelen Maggie (Hilary Swank), hırslı bir boksördür. Spor salonu sahibi, aksi ihtiyar Frankie’den (Clint Eastwood) eğitim almak ister. Frankie, kızın disiplini ve arzusundan etkilenir ve onu çalıştırmaya başlar. İlk başta her şey yolunda gider ama bir üst lige çıkmak istediklerinde işler zorlaşır. Ama ikisi de sonuna kadar gitmek konusunda kararlıdırlar. “Kızgın Boğa” kadar gerçekçi, “Rocky” kadar duygusal ama her ikisinden de çok daha üzücü ve göz yaşartıcı bir film... İnsanı her seyrettiğinde ağlatabilir. Clint Eastwood’un yönettiği film, 4 Oscar birden kazanmıştı.

        9

        ŞAMPİYON (2008)
        (The Wrestler)

        Maddi sıkıntılar çeken, yaşlı profesyonel güreşçi Randy’nin (Mickey Rourke) hayata tutunma çabaları... Randy, artık emekliye ayrılması gereken bir dönemde daha çok para kazanmak için ringe çıkar, terk ettiği kızıyla (Evan Rachel Wood) bağ kurmaya çalışır ve bir striptizciyle (Marisa Tomei) romantik bir ilişkiye girmeyi dener. Filmi Robert Siegel’in senaryosundan çeken yönetmen Darren Aronofsky, acımasız rekabetin yıllar içinde tükettiği yorgun bir ruhu anlatırken Randy’nin bedenindeki deformasyonu, ringde çektiği acıyı ön plana çıkarıyor. Gerçekçi ve hüzünlü bir spor filmi…

        10

        DÖVÜŞÇÜ (2010)
        (The Fighter)

        En iyi film dahil 7 dalda Oscar’a aday olan yapım, Micky Ward‘un gerçek hayat hikâyesinden esinleniyor. Yetenekli genç boksör Ward (Mark Wahlberg), “hayal edilemeyecek kadar tuhaf” bir aileye sahip. Üvey abisi Dicky (Christian Bale), tam bir keş. Kendine bile hayrı yok ama Ward’un antrenörü... 10 çocuklu antipatik, dominant anne Alice (Melissa Leo) ise oğlunun menajeri... Her ikisi de sorumsuzluklarıyla Ward’un boks hayatını bitirme noktasına getiriyorlar. Dibi gören Ward ise sevgilisi Charlene’in (Amy Adams) manevi desteğiyle her şeye sıfırdan başlamayı deniyor... Kenar mahalle hayatını keskin bir gerçekçilik duygusuyla vermeyi başaran yönetmen David O. Russell, boks sahnelerini kurguyla, efektle, sesle cilalamamış. Ringdeki mücadeleyi sakin, yalın, gerçekçi bir üslupla çekmiş.

        11

        SENNA (2010)

        Formula 1’in unutulmaz yarış pilotu Ayrton Senna’nın efsanesine yakışan bir belgesel… Senaryosunu Manish Pandey’in yazdığı, Asif Kapadia’nın yönettiği film, Senna’nın Formula 1 serüvenine odaklanıyor. Kapadia, haber filmleri başta olmak üzere o yıllardan kalan arşiv görüntülerinden yararlanarak şaşırtıcı derecede mükemmel bir iş koyuyor ortaya. Amatör aile filmleri, arşivden çıkan televizyon programları, yarış esnasında otomobil kamerasının çekimleri gibi farklı kaynaklardan bulunan tüm bu görüntüler Antonio Pinto’nun müziğiyle birleşiyor ve ‘Senna’ duygusal anlamda etkileyici bir belgesel olmayı başarıyor. Öyle iyi tasarlanmış bir kurgusu var ki sürenin nasıl geçtiğini hissetmiyorsunuz. Son yılların en iyi spor belgesellerinden biri…

        12

        KAZANMA SANATI (2011)
        (Moneyball)

        Beyzbol dünyasında oyunla ilgili yerleşik önyargılara karşı savaşmayı göze almış Billy Beane'nin (Brad Pitt) gerçek hikâyesi… Büyük takımlara karşı çok düşük bir bütçeyle mücadele eden ve yıldız oyuncularını sürekli başka takımlara kaptıran Oakland Athletics'in menajeri Beane, yeni sezonda Yale ekonomi mezunu Peter Brand (Jonah Hill) ile birlikte yeni bir strateji geliştirmeye karar verir ve takımın sahadaki şefi (Philip Seymour Hoffman) dahil herkesi karşısına alır... Bennett Miller’in yönettiği film, öyküyü klasik bir başarı ya da spor filmi gibi kurmuyor; başarı ile başarısızlık arasında kesin bir çizgi çekmiyor. Ana öyküye paralel olarak kurgulanan "flash back" sahneleri seyrettikçe Beane'in aslında kendi geçmişiyle hesaplaştığını fark ediyor, gösterdiği direncin nedenlerini daha iyi anlıyoruz.

        13

        ZAFERE HÜCUM (2013)
        (Rush)

        Senaryo yazarı Peter Morgan, 1970'li yılların iki efsane Formula 1 yarışçısı Niki Lauda (Daniel Brühl) ve James Hunt'ın (Chris Hemsworth) hikâyesini Formula 3'teki çaylaklık günlerinden 1976'da dünyanın nefes nefese izlediği Formula 1'deki muhteşem rekabetlerine uzanan süreçte anlatıyor. Rekabetin keskinliği, iki yarışçının zıt kişilik özelliklerinden ve hayata yaklaşımlarındaki farklılıklardan geliyor. Öyküye damga vuran asıl mesele, Lauda'nın işinde riske karşı olması, Hunt'ın ise riski işin parçası olarak görüp keyif alması... Yönetmen Ron Howard, bugün artık bir televizyonculuk harikasına dönüşen Formula 1 yayınlarının görsel estetiğinden yer yer faydalansa da kurgu ağırlıklı üslubuyla öne çıkıyor, sesi mükemmel kullanıyor. Filmin görsel olarak asıl farkını gösterdiği ve kişiliğini bulduğu bölümler, sürücülerin gözünden çekilmiş yarış sahneleri.

        14

        FOXCATCHER TAKIMI (2014)
        (Foxcatcher)

        Bennett Miller’in yönettiği film, Amerikalı ünlü güreşçi kardeşler Mark ve Dave Schultz’un zengin işadamı John Du Pont ile yaşadığı olayları anlatıyor... Film başarıdan çok yalnızlığa ve trajediye odaklanıyor. Mark Schultz (Channing Tatum), başarılı bir taktisyen olarak tanınan abisi Dave Schultz’un (Mark Ruffalo) gölgesinde kalan bir sporcu… Baş döndürücü maddi bir teklifle Mark’ın sponsorluğunu üstlenen sanayici John Du Pont (Steve Carrell) ise sahip olduğu maddi iktidara dayanarak hükmetmeyi seven biri. Yalnızlığı, mutsuzluğu ve komplekslerini parasıyla aşmaya çalışıyor. Mark, Du Pont’da eksikliğini çektiği baba figürünü buluyor. Du Pont ise Mark’ın başarıları, ilgisi ve sevgisiyle yetinemiyor; abisi Dave’i de istiyor. Zaten filmin odaklandığı asıl konu Du Pont’un mutsuzluktan kaynaklanan bu dehşet verici doyumsuzluğu... İnsanlara para veriyor ama karşılığında ruhlarını da yiyip bitiriyor.

        15

        BEN, TONYA (2017)
        (I, Tonya)

        Artistik buz pateninde üçlü Axel hareketini yapan ilk Amerikalı kadın sporcu Tonya Harding’in gerçek hikâyesi… Çocukluğunda annesinden göremediği sevgiyi, buz pistinde arayan Tonya, kendini hakemlere ve federasyona beğendiremedikçe daha da hırslanır. Ama bu hırs ona yarardan çok zarar getirir. Mükemmel olmayı başarsa da artistik buz pateni sporunu alt sınıftan gelen gençlere yakıştıramayan imaj düşkünü hakemleri ve federasyonu aşamaz. Tarihe geçen o muhteşem üçlü Axel bile kurtaramaz onu. Craig Gillespie’nin yönettiği ‘Ben, Tonya’, kurgusu, ritmi ve mizah duygusuyla özündeki umutsuzluğu çok belli etmeyen bir spor filmi. Margot Robbie’nin harika oyunculuğunu da unutmayalım…

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ