Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Öne Çıkanlar Hülya Avşar'ın hayatından ilginç detaylar: Helikopterle takip edildi

        Söz konusu kişi Hülya Avşar olunca, hamile kalması olaydı.

        Hastaneden taburcu olurken kızı Zehra ile görüntüleyebilmek ise olay kere olay...

        Görüntüleme uğruna helikopter kaldırıldı.

        Hengame sırasında gazetecilerden birinin burnu, ikisinin kamerası ve üçünün ise fotoğraf makinesi kırıldı.

        Şanslı olan birkaç gazeteci, günü sadece burun kanamasıyla kurtardı.

        Daha şanslı olanlar ise işten sadece ezikle, çürükle sıyrıldı.

        Hülya Avşar - Kaya Çilingiroğlu'nun çocuğunun önce cinsiyeti, annesine mi yoksa babasına mı daha çok benzeyeceğinden tutun da ilk önce anne mi yoksa baba mı diyeceğine kadar her şeyi büyük merak konusuydu. Zehra Bebek, henüz dünyaya gelmeden şöhret olmuştu.

        Öyle ki Zehra Bebek, günlük sohbetlerin vazgeçilmez maddelerinden biri haline geldi.

        Öyle ki bazı TV kanalları, Zehra Bebek'in görüntüsünü ilk paylaşan olmak için Hülya Avşar - Kaya Çilingiroğlu'na yüksek miktarda ücret önerdi. Hatta doğumu naklen yayınlamak isteyerek işi en uç noktaya taşıyanlar bile oldu.

        Karnı burnundaki Hülya Avşar, TV programının çekimlerine devam ederken stüdyodaki biz gazeteciler, her zamankinden daha ihtiyatlı bir şekilde 'Ne olur ne olmaz' diyerek ellerimiz deklanşörde hazır kıta bir vaziyette bekliyorduk. Çünkü Hülya Avşar, birkaç kez "Doğurana kadar çalışacağım" türünde beyanatlar vermişti. Zira öyle de yaptı. Her an doğurması beklenen Hülya Avşar, programın çekimlerine devam ediyordu.

        Günlerden bir gün stüdyonun ortasında ayakta duran Hülya Avşar, bir anda hızlı adımlarla yürüyüp sandalyeye oturdu ve 'Sancı var' dedi.

        Stüdyoda hazır bekleyen doktorlar ve çekim sorumluları, Hülya Avşar'ın etrafını sararken bizler filmleri harcıyorduk.

        Birkaç dakika sonra Hülya Avşar'ın 'Şaka yaptım' demesiyle doktorlar da çekim sorumluları da rahat bir nefes almıştı.

        Ne var ki şaka, birkaç metrekarelik alanda kan - ter içinde birbirlerini ezen gazeteciler için kötü bir şakaydı.

        15 Ocak 1998...

        Hamileliği boyunca 20 kilo alarak 71 kiloya ulaşan Hülya Avşar, sabah saat 9'da hastaneye girdi.

        Saat 9.57'de ise 2 kilo 885 gram ağırlığında ve 47 santim boyundaki Zehra'yı dünyaya getirdi.

        Doğal alarak her gazete, dergi ve TV, Zehra Bebek'i görüntüleyebilmenin peşindeydi.

        Hülya Avşar ile Kaya Çilingiroğlu ise kızlarının fotoğraflanmaması konusunda bir hayli ciddiydi.

        Muhabirlerin nöbetleşe 24 saat önünde beklediği hastanenin acil servis doktorlarından biri, 17 Ocak'ta Zehra Bebek'in gizli gizli fotoğrafını çekerken Kaya Çilingiroğlu'na yakalandı. Bunun sonucunda hastane yönetimi tarafından görevine son verildi.

        Zehra Bebek'in fotoğraflarının hiçbir şekilde çekilmemesi için ne kadar ciddi olunduğu, günlüğü 3 bin dolar olan 6 kişilik koruma ekibiyle gözler önüne serildi.

        18 Ocak 1998...

        Gazetede toplantı yapıldı.

        Müdürümüz; ertesi günü taburcu olacak olan Hülya Avşar'ı takip etme görevini şöyle tanımladı; "Gülşen, Müge, Mehmet! İş sizin. Hülya Avşar ile Zehra'yı mutlaka çekin."

        Servisteki toplantıdan sonra Gülşen Yüksel ve Müge Ayyıldız ile planlar yapıp çeşitli taktikler üzerinde çalıştık.

        Zira Hülya Avşar ile Kaya Çilingiroğlu, kızlarının görüntülenmemesi konusunda ne kadar ciddiyse biz gazeteciler görüntülenmesi konusunda o kadar azimliydik.

        Planımız şuydu;

        Ben her ihtimale karşı hastanenin arka kapısında, onlar ise ön kapısında bekleyecekti.

        Ön kapıdan çıkılması halinde iki mesai arkadaşımdan biri Zehra Bebek'i yakından fotoğraflamaya çalışacak, diğeri geniş açıyla çalışacaktı.

        Böylelikle yakın mesafeden çekilememesi halinde geniş açıyla işi kurtaracaktık.

        Arka kapıdan çıkılması halinde ise doğaçlama yapıp fotoğrafları bir şekilde çekecektim.

        Eve gittiğimde fotoğraf makinemi saf alkolle temizleyip filmi yerleştirdim. Ayarlarını yaptıktan sonra yatağa uzandım ama uyku, Hülya Avşar'ın ilk oyunculuk çalışması olan 1983 yapımı 'Haram'a nazire yaparcasına haram olmuştu.

        Hülya Avşar ile Zehra Bebek'in fotoğrafını çekememe ihtimali, sevimsiz bir hava gibi insanı melankolik bir ruh haline büründürüyordu.

        19 Ocak 1998...

        Ne uyku gelmek ne de güneş doğmak biliyordu.

        En iyisi gidip hastanede beklemekti.

        Bir kitapta okumuştum; memleketlerinden cepheye giden askerler, 'Ne olacaksa olsun, belirsizlik içinde beklemekten daha evlâdır' şeklinde bir ruh haline bürünüp bir an önce çarpışmaya girmek istermiş.

        İşte ben de o ruh haliyle evden çıktım.

        Bir bu eksikti; hava ayaz mı ayaz...

        Hani derler ya, 'İçim titredi'...

        İşte öyle bir şey.

        Yol boyunca dilime doladığım Barış Manço'nun 'Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde' şarkısıyla hastaneye ulaştığım tan vaktinde çöpçüler; sokakları süpürüyor, sokaktaki fırın çalışanları ise ekmekleri ve simitleri kor fırına kürekliyordu.

        Fırından yeni çıkmış olmasına rağmen simit, 'Ya çekemezsek' düşüncesinin dilimdeki tat alma sinirlerime kurduğu hakimiyetin sonucu olarak ağzımda yavan bir tat bırakıyordu.

        Birkaç saat sonra çalışma arkadaşlarımın da hastaneye gelmesiyle endişe dolu bakışlarımızı birbirimizden saklama gayreti içinde 'Asa ayarına bak, diyaframını iyi ayarladın mı?' soruları eşliğinde planımız üzerinden son kez geçtik.

        Aynı şekilde, bizimle birlikte hastanenin önünde toplanan 22 TV kanalından 42 kameraman ile 55 muhabir, yazılı medyadan ise 44 muhabir de son hazırlıklarını yapıyordu. Tam bir fırtına öncesi sessizliği...

        Canlı yayın yapacak araçlar, takip için bekletilen araçlar...

        Gazeteciler, kapı önünde bir yandan iyi bir konum tutmak için meslektaşlarıyla tartışmaktan diğer yandan hastaneye gelen hasta yakınlarının zılgıtını yemekten gergin mi gergin.

        Medyaya ait araçların şoförleri ise hem kendi aralarında hem de hastaneye araçla gelenlerle park kavgası halinde...

        O curcunadan sıyrılıp hastanenin arka kapısındaki yerimi aldım.

        İşin ironik yanı hastanenin arka kapısının tam da birkaç yıl önce mezun olduğum Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin karşısında olmasıydı.

        Fakültede basın - yayın tarihinden ekonomiye, sanat tarihinden iktisada kadar onlarca ders görmüş, sürüsüne bereket vize ve finale girmeme rağmen memleketin en ünlüsünün hastaneden yeni doğan bebeğiyle taburcu olurken nasıl görüntüleneceğine dair bilginin kırıntısı bile verilmemişti.

        Kitaplarda olmayan ve asla olmayacak bilgiyi yaşayarak edinecektim.

        Değil saatleri eritmek, saniyeler bile geçmek bilmiyordu ki...

        Öğle vakti nasıl gelecekti?

        Bir zaman sonra başka bir gazeteden meslektaşım Barış Kocaoğlu'nun hastanenin arka kapısına gelmesiyle iş artık iyiden iyiye bunaltıcı hale geldi.

        Oysa arka kapıdan çıkmaları halinde fotoğrafı sadece ben çekecektim ve bizim çarşıda büyük sükse yapacaktım.

        Keza Barış da aynı düşüncelere sahip olduğundan beni gördüğü için suratından düşenleri saymak yılları alırdı.

        Birbirimizi oradan uzaklaştırma adına saatlerce 'Buradan çıkmazlar. Niye buradan çıksınlar ki? Ben öylesine bekliyorum. Az sonra ön kapıya gideceğim' içerikli ayaküstü yalanlar üzerine yalan üretmemiz sonuç vermedi.

        Saatlerce birbirini hasım olarak gören iki meslektaş, bir süre sonra, "En azından başka gazeteci gelmedi. İkimize özel olur dostum" içerikli teselli içerikli sohbetler eşliğinde yarenlik ederken hastanenin ön kapısından bir gürültü koptu. "Barış Kocaoğlu ile birlikte ön kapıya ışınlandık" desem yeridir.

        Hastanenin arka kapısıyla ön kapısı arasındaki dikçe bir yokuşa sahip yol, yaklaşık 150 metre.

        Özel üretim ayakkabı ve mayoyla kaymak gibi pistte rekorlar kırmak kolay Usain Bolt.

        Gel de sırtında palto elinde koca fotoğraf makinesi, ayağında botla o mesafeyi o kısa süre içinde koş da görelim.

        İçindeki zaman kavramının yerle yeksan olduğu zihnim, tıpkı bir jaguar gibi sadece hedefe odaklanma yetisine yer bırakmıştı.

        Ön kapıya ulaştığımda, fırtınadan yeni çıkmış yelkenli gibi gördüğüm Gülşen ile Müge'nin halleri umurumda değildi.

        Hastanenin bahçe kapısına yöneldim.

        Korumaları geçmeyi başaran gazetecilerin birbirini eze eze çevrelediği minibüsün önündeki kalabalığın üzerinden birkaç kare fotoğraf çektim.

        Ne çektiğimden emin olamadığım için yaradana sığınıp ön kaputa atladım.

        Bir elimle sileceklerden birini yakalayıp kaputa uzanmış bir halde diğer elimle fotoğraf çekmeye çalışırken şoförün birkaç kez dur - kalk yapmasıyla yalpalasam da geri kalan filmin tamamını harcadım.

        İnip yeni film takmaya uğraşırken bir ara yan penceresinden minibüsün içini çekmeye çalışan Gülşen ile Müge'yi gördüm.

        Açıkçası korumaların ve meslektaşlarının içinde ezile ezile fotoğraf çekmeye çalıştıkları o esnadaki hallerine içimin acımadığını söylesem yalan olur.

        O anda değil ama...

        Sonraları aklıma geldikçe.

        Minibüsü kullanan şoför, kalabalıktan fırsatı bulduğu anda gazladı.

        Bizler, karayolundan takibe geçerken bir TV kanalı, kiraladığı helikopterle minibüsü havadan takip ediyordu.

        Nişantaşı - Tarabya arasındaki mesafede minibüsü gözden kaçırmamıştık ama duvarından atlamak suretiyle siteye girdiğimizde korumaların tatlı sert müdahalesiyle Hülya Avşar'ı ve Zehra Bebek'i eve girerken çekmek mümkün olmadı.

        Sonradan öğrendik; minibüs, Sezen Aksu'nunmuş. Jest yaparak taburcu olurken kullanması için arkadaşına göndermiş.

        Sahadaki uğraş sona ermiş, sıra çektiğimiz fotoğrafların sonuçlarını görmeye gelmişti. Çoğunu vizörden bakarak çekemediğimiz için filmlerden çıkacak sonuç hakkında en küçük bir fikrimiz yoktu.

        Gazeteye gidip filmlerimizi banyoya verdikten sonraki zaman da geçmek bilmeyen türdendi.

        Film, banyo makinesinin içinde, biz ise laboratuvarın önünde stres terinden ıslanıyorduk.

        En sonunda filmin ucu göründü.

        William Shakespeare'in en büyük şansı, 400 yıl önce yaşamış olmasıydı.

        Yoksa 'Olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele bu' cümlesi bize ait olabilirdi.

        Birkaç dakika içinde kariyerimizin akıbeti belli olacaktı.

        Tamam mı, devam mı?

        Filmin tamamı çıktığında ellerimiz titreye titreye ışığa kaldırıp baktık.

        Birkaç kare hastanenin önünde, birkaç kare de minibüsün içini çekebilmiştik. Battaniyeye sarılı olduğu için Zehra'nın yüzü görülmese de işi kotarmıştık.

        Akşam olup eve gittiğimde bacaklarımda morluklar olduğunu görünce şunu düşünüp kendi kendime güldüm; "Sahi biz, bugün ne yaşadık öyle?"

        Haberi Hazırlayan: Mehmet Çalışkan
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ