Son 10 yılın en iyi 25 filmi
2010'lu yıllar artık tarih oldu... Peki, bu 10 yıl içinde karşımıza çıkan binlerce film arasından en iyileri hangileriydi? Son iki aydır eleştirmenler başta olmak üzere birçok kuruluş ve sinemasever kendi listesini açıklıyor... Böylelikle geride bıraktığımız 10 yılın filmlerini yeniden hatırlıyor, hafızamızı tazeliyoruz... İşte Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'a göre son 10 yılın en iyi 25 filmi...

Toni Erdmann 2016
Yönetmen: Maren Ade
Alman yönetmen Maren Ade, '68 kuşağından baba ile çokuluslu şirkette çalışan ciddi ve hırslı kızı arasındaki çatışmadan son yılların en özgün filmlerinden birini çıkarıyor. Babanın kızına olan isyanını alışılmadık şekilde ifade etmesi çarpıcı... Baba, tuhaf ve sıra dışı ama rahatsız edici değil. Sakin, makul bir hali var... Başlarda kızı ne derse onu yapıyor. Toni Erdmann'a dönüştükten sonra da ölçülü davranıyor aslında... Amacı zarar vermek değil. Anlamaya çalışmak, yan yana olmak.... Söylev vermiyor, “ben bilirim” havalarında değil. Kendini şakayla, oyunla, takma dişle, perukla, maskeyle ifade ediyor... Sezgilerine göre davranıyor. Kızın, babasını anlama konusunda bizden hep bir adım önde olduğunu biraz geç anlıyoruz.

Film babanın cephesinden başlasa da Bükreş'deki ilk karşılaşmadan itibaren çoğunlukla kızın cephesinde geçiyor... Kızın yorumsuzluğu ve sakinliği ile babanın şakaları arasındaki kontrast filmi daha da acaipleştiriyor... Evinde verdiği parti sahnesinde kız da sezgisel davranmaya başlıyor. O sahnedeki çıplaklık, bedenin gerçekliğine, insani olana dönüşü temsil ediyor...
Maren Ade, soru işaretiyle bitiriyor filmini ama iletişimi sözlerin ötesine taşımayı başarıyor ve ebeveyn – çocuk ilişkisinde asıl önemli olanın sözler, tavsiyeler, söylevler değil davranışlar olduğunun bir kez daha altını çiziyor... Babanın kızıyla kurmaya çalıştığı iletişim biçimi bir anlamda çocuğuyla oyun oynayan bir yetişkini hatırlatıyor... Filmin kalbi ise galiba baba ile kızın şarkı söylediği sahne...

Yaşamın Kıyısında 2016
(Manchester by the Sea) Yönetmen: Kenneth Lonergan
Apartman görevlisi olarak çalışan Lee Chandler (Casey Affleck), abisinin ölümünün ardından yıllar önce terk ettiği kıyı kasabası Manchester'a döner. Sadece acı ve matem tutma üzerine bir film değil bu... Bir adamın yeniden sorumluluk alıp almamaya karar vermesi üzerine bir film.
“Yaşamın Kıyısında”, bu tarz filmlerde Hollywood'un hep yaptığı gibi karakterlerin olgunlaşarak acıları geride bırakmasıyla pek ilgilenmiyor. Yeniden başlamanın zorluğu, hatta imkânsızlığına odaklanıyor. Benzer filmlerden en önemli farkı, geçmişi ardında bırakma klişelerini boşvermesi... Tam aksine geçmiş, sürekli şimdiki zamanın içinde...

Bu hissi daha da güçlendirmek için film boyunca “geçmişe dönüş” anları diğer sahnelerden farksız biçimde kurgulanıyor. Kenneth Lonergan'ın seyirciyle karakterler arasında duygu birliği kurmak için müzikle, kurguyla anlatımı hiç zorlamaması; klişe ajitasyonlara girmemesi filmin sahiciliğini daha da artırıyor. Kamerasını koyuyor ve gerisini diyaloglarla oyunculuğun gücüne bırakıyor. Lonergan, mizah duygusunu da ihmal etmiyor. İroni, bazen insanların acımasızlığı üzerinden bazen de Chandler'ın uyumsuzluğundan geliyor... Filmin birçok yerinde acı çekerken dünyanın çok daha katlanılmaz bir yer olduğu hissediyorsunuz. Gerçekten çok iyi yazılmış bir film bu.. Anlatım sade ve çok güçlü. Sizi ağlatmak için çaba gösteren bir yönetmen yok ama sadece karakterlerin acılarını değil, kışın soğuğunu da iliklerinizde hissediyorsunuz.

Sevgisiz 2017
(Nelyubov) Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'den, modern toplumları içten içe kemiren bencillik ve vicdansızlık üzerine iç sızlatan çarpıcı bir hikâye... 12 yaşındaki Alyosha boşanma sürecindeki annesiyle babasının tartışması sırasında, ikisinin de kendisini istemediğini öğrenince ertesi gün ortadan kayboluyor. Ama bir kayıp hikâyesinden ziyade bir çocuğun içinde büyüdüğü sevgisizlik anlatılıyor filmde. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir sevgisizlik bu... Alyosha’yı filmde çok az görüyoruz ama her şey onun yalnızlığı ve acısı üzerine... Annesiyle babasını dinlerken evin karanlık bir köşesinde sessizce ağladığı sahne, unutulacak gibi değil. Açılış sahnesindeki karlı ağaçlar, durgun nehir ve büyük binaların silüetleri, finalde Alyosha'nın yalnızlığını hissettiren hüzünlü görüntülere dönüşüyor...

“Sevgisiz”, vicdanın uyanışı ve kayboluşu üzerine bir film aynı zamanda... Ayrılık sürecinde tümüyle kendi hayatlarına odaklanan Zhenya ile Boris, oğullarının kayboluşuyla sarsılıyor, acı çekiyor ve ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ancak Zvyagintsev, sinik bir tavırla zamanın ve koşulların vicdan azabına iyi geleceğini, hayatın bir şekilde sürüp gideceğini ima etmekten geri durmuyor. “Sevgisiz” dolaylı yollardan politik bir film. Muhafazakârlığın yükseldiği Rusya’da manevi değerlerin inişe geçtiğini, herkesin maddi açıdan daha iyi bir hayata ulaşmanın peşinde koştuğunu vurguluyor.

Arakçılar 2018
(Manbiki kazoku) Yönetmen: Hirokazu Koreeda
Hiçbirimiz, aramızda kan bağı olan insanları, yani ailemizi seçme şansına sahip değiliz. Arkadaşlarımızı seçeriz ama ebeveynlerimizi, kardeşlerimizi seçemeyiz. Yine de aile her koşulda toplumun en küçük birimi olarak hepimiz için çok şey ifade eder. Öte yandan, aile, her zaman huzur ve mutluluk anlamına gelmez. Onun da kendine göre sorunları vardır...

Peki, aile sadece kan bağı mıdır? Sade tarzıyla öne çıkan Japon sinemacı Hirokazu Koreeda, ailenin anlamını, kan bağıyla olan bağını can alıcı ve derin bir yerden yakalamayı başarıyor. “Like Father, Like son”, “Still Walking” gibi filmlerinde aile bireyleri arasındaki çatışmaları, sorunları filmlerinin merkezine koymaktan hiç çekinmeyen Koreeda, bu kez bir tür “alternatif aile”yi mercek altına alıyor, bir grup yoksul insanın verdiği hayat mücadelesi üzerinden “Aile nedir?” sorusuna yanıt arıyor, ahlaki tartışmalara kapı açıyor. Sonuçta aile, Koreeda'nın gözünde bir sevgi ve dayanışma bağı. Kan bağı ise sadece bir ayrıntı...

Roma 2018
Yönetmen: Alfonso Cuaron
1970-1971 yıllarında Mexico City'de yaşayan bir ailenin ve onlarla birlikte aynı evde yaşayan yardımcıları Cleo'nun hikâyesi... “Roma”nın gücü hikayesinden değil, anlatımın yalınlığından, içerdiği saf sinema duygusundan geliyor. “Roma” akla değil, duyguya seslenen filmlerden. İddiası hikâyesinde değil. Sinemasında, ruhunda... Aynı zamanda, anneliği, kadınlığı kutsayan bir film...
Sinema bazen bir yönetmenin hafızasındaki imgeleri filme çekerek ölümsüzleştirmesidir. “Roma” da böyle bir film. Sadece Cuaron'un anılarına değil, bir ülkenin, bir şehrin geçmişine açılan bir zaman tüneli sanki... Film boyunca Cuaron'un hafızasının içinde, imgeler ve seslerden oluşmuş bir geçmişle iç içeyiz.

“Roma”nın güzelliğinin, sıcaklığının sırrı, kuşkusuz anlatımından geliyor. Cuaron film boyunca genellikle kesme yapmadığı uzun çekimleri tercih ediyor. Kesme yaptığı sahnelerde kamerasının açısını değiştirse de özellikle konuşma sahnelerinde açı / karşı açı tekniğini nerdeyse hiç kullanmıyor... Film boyunca genel planlardan yakın ölçekli planlara pek geçmiyor. Konuşan kişilerin yakın yüz çekimlerini nadiren kullanıyor. Cuaron, renkleri yok ederek dikkati insana, duyguya, mekâna ve seslere odaklıyor... Filmde radyodan ya da benzeri kaynaklardan gelenler dışında müzik yok. Ama ortam sesleri filmi bir müzik gibi sarıyor. Geçmiş duygusunu güçlendiriyor. Şiirsel sinema ifadesine genelde kuşkuyla yaklaşırım... Ama filmin bazı sahnelerinde Cuaron'un görüntülerle adeta şiir yazdığı söylenebilir...

Şüphe 2018
(Beoning) Yönetmen: Chang Dong Lee
“Şüphe” anlamaktan ziyade hissedilecek filmlerden... Aslında seyrederken zihninizi zorlayan bir akış yok. Hikâye düz ve sakin akıyor. Gerçekçi, doğal ve sahici... Öte yandan, belirli bir noktadan sonra filmin gerçekçiliğine kuşkuyla yaklaşmanız mümkün. Filmin ana karakteri Jong-su “Dünya, benim için bir gizemdir” diyor... Tutkuyla bağlandığı Hae-mi de onun için bir gizem... Jong-su için cinsel arzu, belirsizleştikçe derinleşen bir duygu sanki...

“Şüphe”yi, Jong-su, Hae-mi ve Ben arasındaki sınıfsal ilişkiler üzerinden de yorumlamak mümkün. Dışarıdan bir aşk üçgeni gibi görünse de üçünün arasında daha karmaşık bir ilişki var. Jong-su ve Hae-mi, düzenli işi olmayan, para sıkıntısı çeken gençler... Ben ise para ve zaman sıkıntısı olmayan varlıklı biri... Hae-mi ve Jong-su'ya bir tür vampir gibi, içlerindeki hayat enerjisini, duygularının gerçekliğini emmek için yaklaşıyor sanki... Onlarda kendisinde olmayan “birşeyler” olduğunun farkında. Hae-mi, tuhaf, kafası karışık ama içten biri... Jong-su ise üçünün arasında en kıskanç ve arızalı olan kişi. Üçü de arzularının peşinden gitmeye çalışıyor ama aslında neyi arzuladıklarını bilmiyorlar. Görsel açıdan mütevazi bir film ama yönetmen Chang Dong Lee'nin her ayrıntıya kafa yorduğu, sahneleri çok iyi tasarlayıp çektiği kesin. O sakin akışın altındaki yoğun duyguları ve saplantıyı serinkanlı bir tarzda anlatmasını çok sevdim. Film boyunca ve filmden sonra zihnimizi çalıştırmasını da...

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi 2019
(Portrait de la jeune fille en feu) Yönetmen: Céline Sciamma
Onsekizinci yüzyılda Fransa... Marianne (Noémie Merlant), bir ressam... Sistemin kadınların karşısına çıkardığı blokların arasındaki çatlaklardan sızmayı başarmış, görece ekonomik özgürlüğünü kazanmış biri... Héloise (Adèle Haenel) ise erkek egemen toplumun kadınlar için daralttığı yaşam alanlarında sıkışıp kalmış bir genç kız... “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” bir aşk filmi... Hem de son zamanlarda seyrettiğim en iyi aşk filmlerinden biri... Aynı zamanda özgürlük özlemine dair bir film... Tüm kadın karakterler düşünüldüğünde, alt metinlerde dönemin erkek egemen toplumunun manzarası çıkıyor ortaya. Feminist bir film olduğu da söylenebilir... Kadın dayanışmasına yapılan vurguyu da unutmamak gerek.

Belki çok iddialı bir öyküsü ya da konusu yok... Yasak âşk hikâyesini, sinemada ilk kez görmüyoruz. Ama öylesine iyi geliştirilmiş bir senaryo ve çarpıcı bir sinema duygusu var ki, hikâyeyi sanki ilk kez anlatılıyormuş gibi seyrediyoruz. Céline Sciamma, böylesi güçlü bir sinemaya nasıl ulaşıyor derseniz, öncelikle sadelik geliyor aklıma ve sinemanın resim sanatıyla kardeşliğini hiç aklından çıkarmayan kadrajları... Filmin içinde gördüğümüz resimler ne kadar anlamlıysa filmin içinden gelen müzikler de o kadar anlamlı...

Elveda Oğlum 2019
(Di jiu tian chang - So Long, My Son) Yönetmen: Xiaoshuai Wang
Çin'in 1982'den 2016 yılına kadar uyguladığı tek çocuk politikasının sıkıntılarını ağır şekilde yaşayan bir çiftin 30 yıla yayılan hikâyesi... Wang, filmini, onulmaz acıların etrafında kuruyor ama derdi, duygu sömürüsü yapmak değil. Tam aksine, özellikle filmin ilk yarısında her şeye uzaktan, belirli bir mesafeden bakmamızı istiyor. Telaşsız, sakin bir anlatımla bizi “filmin kalbi”ne doğru ağır ağır taşıyor...

Filmin en sevdiğim yanlarından biri, Çin'in yakın tarihini iddiasız bir tavırla, insanların gündelik hayatı üzerinden anlatmasıydı.. Wang, dönemin fabrikalarını, çalışma koşullarını, mütevazı işçi evlerini, gündelik hayatını özenli ve sağlam bir sinemayla getiriyor karşımıza... Zaman geçtikçe arka fonda Çin'in değişimi de geliyor karşımıza. Devletçi ekonominin son günlerinden piyasa ekonomisine geçişin sancıları, işlerini kaybedenlerin isyanı ve göz yaşları, geçip gidiyor gözlerimizin önünden... Finale doğru, bir zamanların yoksul komünist ülkesinin kapitalizmle birlikte yaşadığı zenginleşme ve gelişme, daha net şekilde görülür oluyor. Filmi seyrederken sinema sanatının bir ülkenin gayri resmi belleği olduğunu düşündüm bir kez daha... Çin'in tek çocuk politikasının yarattığı sorunlar üzerine yıllardır çok şeyler duyup okudum ama açıkçası hiçbiri bu film kadar derin iz bırakmadı...

Parazit 2019
(Gisaengchung) Yönetmen: Bong Joon Ho
Yoksulluk, geçim zorluğu ve ağır hayat şartları, sinema tarihinin neredeyse ilk yıllarından itibaren ele alınan vazgeçilmez temalar… “Parazit”in gücü, yeni bir bakış açısıyla yeni şeyler söyleyebilmesi… Bong Joon Ho, 2000’li yıllara ait başka tür bir yoksulluğu anlattığının fazlasıyla farkında… Sonuçta, her çağın, her dönemin kendine özgü yoksulluk ölçüleri var. Kim ailesinin yoksulluğu, geçim zorluğu kadar düşmüşlük ve dışlanmışlık halleriyle ilgili… Alışageldiğimiz tarzda bir yoksulluk psikolojisine sahip değiller. Filmde anlatılan sınıf mücadelesi, sadece ekonomik değil, psikolojik cephede de geçiyor… Tek mesele geçim ya da para değil. Gurur da bir sınıf mücadelesi nedeni…Film, alt sınıfların modern dünyadaki en önemli sermayesinin zekâ ve özgüven olduğunun altını incelikle çiziyor. Dolayısıyla, ilk bölümü “zenginlerin parası, yoksulların zekâsı” diye özetlemek mümkün…

İkinci bölümde ise öykü beklenmedik sulara doğru yol alıyor. Yoksullar zekâlarıyla elde ettikleri her şeyi biraz da kibirleri ve açgözlülükleri nedeniyle riske atıyorlar. Asıl sorun ise alt sınıfların kendi içlerindeki rekabetten kaynaklanıyor. Finalin karamsar ve çıkışsız olmasına itirazım yok. Alt sınıfların hayatını daha da kötüleştiren ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluk, gelişmiş ülkeler dahil tüm dünyanın sorunu... Sınıflar arasındaki farkların giderek keskinleşmesi, dünyanın geleceğine dair umutları azaltıyor... “Parazit” bu yanıyla, biraz da umutsuzluğun filmi...