Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Ekonomi İş-Yaşam Röportajlar Ünlü ekonomi profesörü Şevket Pamuk, Türkiye ekonomisinin son 12 yılını değerlendirdi, Türkiye ekonomisinin son 12 yılı, Şevket Pamuk, Orhan Pamuk - İş-Yaşam Haberleri

        Anıl EMRE / HT GAZETE

        Princeton ve London School of Economics de dahil olmak üzere dünyanın en prestijli üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak çalışmış, ekonomi alanında dünyada bilinirliği en yüksek Türk akademisyenlerden biri. Nobel ödüllü dünyaca ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un abisi. Ünlü ekonomi profesörü Şevket Pamuk’tan bahsediyoruz. Yıllar sonra yurda dönüp Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi ve ekonomi tarihi dersleri veren Pamuk’la, son kitabı ‘Türkiye’nin 200 Yıllık İktisat Tarihi’ eserinde yaptığı tespitlerden yola çıkarak, Türkiye ekonomisinin son 12 yılını yani Ak Parti yıllarını konuştuk.

        Kitabınızda Ak Parti yıllarını ikiye ayırıyor, 2007 öncesi ve sonrası olarak ayrı kategorilerde değerlendiriyorsunuz. Öncelikle olumlu gelişmelerin ağır bastığını dile getirdiğiniz ilk 5 yıllık iktidar döneminin gelişmeleri ve kazanımlarını anlatabilir misiniz?

        Özelleştirme politikalarına kitabınızda bazı eleştiriler getiriyorsunuz. İlkesel olarak karşı değilsiniz ancak uygulanış modelini eleştiriyor, gelir sağlama amacını birinci planda tutuldu, verimlilik arka plana atıldı diyorsunuz. Biraz açabilir miyiz?

        2001 krizi sonrasında en acil gündem maddesi kamu dengelerini oluşturmak, enflasyonu kontrol altına almaktı. AK Parti de sonuç olarak özelleştirmeye en fazla bu açıdan baktı. Özelleştirmelerde sadece kamunun gelirinin düşünülmemesi lazım. Tüketicinin yararının düşünülmesi lazım. Tekelci bir yapı yerine rekabetçi yapıların oluşturulması düşünülmeli. Onun yerine sadece en yüksek geliri sağlayacak seçeneğe ağırlık verildiğinde ne oluyor, özelikle Telekom gibi tekelci yapıların olduğu piyasalarda önceden büyük gelir sağlıyor devlet, bunun karşılığında firma tüketiciyle baş başa bırakılıyor. Tüketiciyi koruyacak emniyet sübapları hiç kullanılmadı ve belki bu konuda bazı güvenceler verildi.

        Baktığımız zaman bugünkü AK Parti ile 12 yıl önceki AK Parti çok farklı. 2002 yılında Türkiye’de dengeleri yeniden kurmaya çalışan ve siyaseti, demokrasiyi genişletmeye çalışan bir parti vardı, son 5 yılda ise devamlı olarak siyaseti daraltmaya çalışan, ekonomiyi de açmak yerine kendisine yakın kesimleri desteklemeye çalışan bir parti var.

        AK Parti’nin, iktidara gelmeden önce Sayın Kemal Derviş’in Türkiye’nin ekonomik krizden çıkışı için hazırladığı reçeteyi başarılı bir biçimde uyguladığından bahsettiniz. Bu reçetenin içeriğinde neler öngörülüyordu?

        Bu reçetenin oluşturulmasında tabi 1990’lardaki gidişat çok önemli rol oynadı. 1990’larda siyasetçiler kamu kesimini (kaynaklarını) kısa vadeli amaçları için kullandılar. 2001 programı bir yandan kamu kesimi dengelerini kurmaya çalışıyordu, ikincisi siyasetle ekonomiyi bazı alanlarda birbirinden ayırmaya çalışıyordu. Ekonomiyi bir bakıma siyasi müdahalelere karşı korumaya çalışıyordu. Üçüncü olarak 1980 Özal döneminden itibaren sadece piyasanın çalışması yeterli gibi bir anlayış vardı 2001 programı ile birlikte bunun yanına ekonomiyi regüle edecek, kurallar oluşturarak denetleyecek kurumlar eklendi.

        ‘KURUMLARIN BAĞIMSIZLIĞI ÇOK ÖNEMLİ’

        2001 modelinde öngörülen, kurumların siyasetten bağımsızlığı, Türkiye’nin yakaladığı ‘istikrar’ açısından ne kadar hayati önemdeydi sizce?

        Çok önemliydi. Nasıl siyasette kuvvetler ayrılığı önemlidir, demokrasi için bir önkoşuldur deniliyorsa, ekonomide de bir anlamda yürütmenin dışında daha bağımsız kurumlar oluşturulması önemli.

        Örneğin 2008 krizinin korkulandan hafif atlatılmasının önde gelen nedenleri arasında 2001’den sonra BDDK’nın kurulması ve bankaları etkin şekilde denetlemesi gösteriliyor. Katılıyor musunuz?

        Katılıyorum, hem bu söylediğiniz hem de 2001 krizinden sonra bankaların kendilerinin de daha ihtiyatlı davranmaya başlamaları çünkü bankalar da çok ağır maliyetler ödediler. 2001 krizinden batmadan çıkan bankalar da sonraki yıllarda çok daha ihtiyatlı davrandılar.

        Peki bugün sık sık gündemimizde olan merkez bankasının bağımsızlığı tartışmalarını bu kapsamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

        Bu bağımsız kurumlar arasında düşünülen kurumlardan önemli bir tanesi de merkez bankası. 2007’den bu yana son 7 senede başka kurumların yanı sıra AK Parti iktidarı merkez bankasını da etkilemeye çalıştı. Kısa vadede, AK Parti’nin önümüzdeki seçimleri kazanmak için diyelim, merkez bankasını etkilemesi, daha popülist davranmasını sağlamak, faizleri düşük tutarak daha fazla kredi hacmini artırmasını sağlamak kısa vadede yarar sağlayabilir ama sadece bu tür önlemlerle yani merkez bankasından kısa vadede bazı şeyler yapmasını isteyerek eğer dönüşümler, yapısal değişiklikler bunlarla sınırlı kalacaksa orta uzun vadede bunlar bir işe yaramayacaktır. Hatta belki de olumsuz sonuçları olacaktır.

        ‘EKONOMİDE TEMEL SORUN FAİZDE DEĞİL İKTİSADİ MODELDE’

        Sizce faiz oranları konusunda nasıl bir denge tutturulmalı? Ne tarz bir faiz politikasını siz şu anda Türkiye için olumlu görürsünüz?

        Ben bugün Türkiye’nin ekonomiyle ilgili temel sorununu faiz sorunu olarak görmüyorum. Temel sorun uzun vadeli sorun şu anda Ak Partinin son 5-6 yılda oluşturduğu iktisadi modelin yanlışlığıdır, iktisadi modelle ilgili sorunlardır. Bu ülkede özel sektörde başarılı olmak için devlete yakın olmak gerekiyor. Ak Parti’ye yakın olmak gerekiyor. Bugün Türkiye’de firmalar Ak Parti’ye yakın olduğu ölçüde başarılı olabiliyor. Ak Parti herkese bu mesajı verdi. Ve ondan sonra dedi ki yani böyle imalat sanayiiymiş, uluslar arası pazarlarda rekabetmiş bunlarla değil, çabuk başarılı olmak istiyorsanız, kar etmek istiyorsanız, devlete yakın durun, devletin size sağladığı olanaklardan yararlanın, inşaat yapın, ortaya çıkan model bu. Bu, kısa vadede bazı kesimleri zengin ediyor buna hiç şüphe yok ama orta uzun vadede Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sorunları daha da derinleştirecek.

        ‘İKTİDARA YAKIN BİR ÖZEL SEKTÖR YARATMA YOLUNA GİDİLDİ’

        Şu andaki büyüme modelinin inşaat ve aşırı tüketime dayalı olduğunu belirtiyorsunuz. Türkiye’nin günümüzdeki büyüme modeli sizce sürdürülebilir mi?

        Aşırı tüketimimizi dış borçla finanse ettiğimiz için cari açığımız artıyor. Bu cari açık meselesini biraz irdelemek istiyorum. Yıllardır bahsediliyor, okuyucularımızı tam anlamıyla bir tanımlamasını sunalım istiyorum.

        Cari açığın temel sebebi Türkiye’de özel kesimin yani hanelerin ve firmaların tasarruf oranının düşmesinden kaynaklanıyor, bu oran son 7-8 sene içerisinde giderek düştü. Ak Parti hükümetlerinin bu konuya daha erken, daha güçlü çözümler üretmesi gerekirdi. Büyük ölçüde izlendi, seyredildi diye düşünüyorum, yeterli önlem alınmadı. Sonuç olarak ne oluyor, Türkiye’de yatırım potansiyeli var, firmalar yatırım yapma eğilimi içerisindeler ama o yatırımı yapacak tasarruf yok, onun için dışarıdan borç alınıyor, onun için borç alındığı kadar yatırım yapabilen bir ekonomi yapısı ortaya çıktı. Tasarruf oranı yükseltilmeden bu sorunu aşmak mümkün değil.

        Hükümete danışmanlık yapıyor olsaydınız, tasarruf artırıcı ne tarz yöntemleri tavsiye ederdiniz?

        Bu konuyla uğraşmak hükümetlere cazip gelmiyor çünkü uzun vadeli çözümleri var, bugünden yarına bunları aşmak mümkün değil. 1-2 sene sonra seçim kazanılacaksa hükümetler tasarruf oranını artırıcı önlemler yerine yurtdışından borç alınmasını tercih ediyorlar. Bu yüzden, cari açık sorununu çözmenin yolu sabretmekten, uzun vadeli bir perspektiften geçiyor. Bir sonraki seçim hedefiyle, cari açık, düşük tasarruf oranı gibi yapısal problemleri çözmek mümkün değil. Hatta bu sorunlarla uğraşırken kısa vadede bazı olumsuz sonuçları da kabul etmek gerekiyor onun için bu problemleri çözmenin en iyi zamanı 2002 gibiydi. 2002’de, AKP ilk seçimini kazandıktan sonra önlerinde bazı yapısal reformlar yapma fırsatı vardı, kullanmadılar.

        ‘DEVLET EKONOMİYE MÜDAHALE ETMELİ’

        Kitabınızda Ak Parti’ için , ‘ 2001’deki kurumsal düzenlemelerin ve mali disiplin anlayışının ötesine geçemedi’ diyorsunuz ve ‘Uzun vadeli bir sanayileşme, büyüme ve istihdam perspektifi oluşturulamadı’ eleştirisinde bulunuyorsunuz. Bu perspektif nasıl oluşturulabilirdi?

        Türkiye’de 1970’lerde ve 1990’lardaki deneyimlerden sonra, devlet müdahaleciliğine karşı çok olumsuz tepkiler oluştu. ‘Biz devlet müdahaleciliğini yüzümüze gözümüze bulaştırdık’ denildi. Bu tamamiyle haksız değil. Ama son 50 yılda sanayileşmede başarı sağlamış ülkelere bakarsanız, sanayileşmenin, iktisadi gelişmenin hep başarılı devlet müdahaleciliği sayesinde mümkün olduğunu görürsünüz. Türkiye’nin sanayileşmede başarılı olması için daha kaliteli bir devlet müdahaleciliği geliştirmesi gerekiyor. Devlet olmadan sanayileşmeye olmuyor kaldı ki Türkiye’de devlet ekonominin zaten içinde. Ama kötü bir müdahalecilik var, olumsuz sonuçlar veren bir müdahalecilik var. Kişisel bazda bir müdahalecilik var. Oysa onun yerine teknolojiye, belirli sektörlere, becerilere ağırlık veren bir devlet müdahaleciliğinin olması gerekiyor. Ve de iktidara yakın olanı kayıran değil, rekabeti artırıcı bir devlet müdahaleciliği gerekiyor.

        Dünyada birçok ekonomist devlet müdahaleciliğine asla kabul edilemez gözüyle bakar. Ama siz olması gerektiğini, kaliteli ve etkin bir biçiminin Türkiye’ye çok ciddi yararları olacağını söylüyorsunuz.

        Evet, son 60 yılda bakalım sanayileşmede en başarılı olan ülkeler hangileri? Doğu Asya ülkeleri. Bu ülkelerde kapsamlı bir devlet müdahaleciliği var ve bu sayede sanayileşmede başarı sağladılar.

        AR-GE ve eğitim alanlarının geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğunun altını kitabınızda defalarca çiziyorsunuz. Türkiye’den bir silikon vadisi çıkmamasının sebebi bu konulara yeterince eğilinmemesi midir?

        Bu bir hayli karmaşık ve kökenleri bir hayli gerilere giden bir konu. Böyle teknoloji ağırlıklı bir hamlenin 5-10 hatta 20 yılda yapılması çok zor. Böyle bir hamlenin 50 yıl önce, 1960’larda başlaması gerekirdi. Başlayamamasının bir nedeni özel sektörün heves göstermemesidir. Bunun bir ayağı da eğitimdir. Liselerde ve üniversitelerde, bu teknoloji hamlesinin yapılabilmesi için gerekli beceriler kazandırılamıyor. İkisi bir araya gelince Türkiye 50 yılda teknoloji ve beceriler konusunda çok fazla mesafe alamadı.

        ‘MUCİZEDEN BAHSEDEBİLMEK İÇİN BÜYÜME HIZINI 30 YIL DEVAM ETTİRMELİ’

        ‘Türkiye mucizesi’ kavramını nasıl değerlendirmek lazım? Ortada gerçekten de ‘mucize’ olarak nitelenebilecek bir başarı var mı?

        Büyümemiz ne zamandan itibaren sekteye uğradı?

        Bütün bu deneyimlerde ve yaşadığımız son döneme de bakarsanız, iktisadi başarı için siyasal iktidar ve siyasal istikrar ve siyasette de sağlıklı dönüşümlerin sağlanması gerekiyor. Bu yüzden son yıllardaki gelişmeleri ben olumsuz sinyaller olarak olumsuz bir gidişatın habercisi olarak görüyorum. Eğer hem toplumu, hem ekonomiyi, hem siyaseti sıkmaya başlarsa iktidar, faaliyet alanını giderek daraltmaya başlarsa bunun mutlaka ekonomide olumsuz sonuçları olacaktır. Gelişen ülkelerde de iktisadi gelişmenin ilk 8-10 yıldan sonra durakladığı örneklerde de buna benzer durumlar görürsünüz.

        ‘BÜYÜME AÇISINDAN CUMHURİYET TARİHİYLE SON 12 YIL ARASINDA PEK FARK YOK’

        Cumhuriyet tarihinin yani 1923-2002 arasındaki ortalama büyüme oranıyla son 12 yılın ortalama büyüme oranı arasında ciddi bir fark var mı?

        Çok büyük bir fark yok. Cumhuriyet tarihinin kabaca yüzde 4-5’tir ekonominin büyüme hızı. Kişi başına gelirdeki artış hızı yüzde 3 gibidir. Son 12 yıla bakarsanız ortalamalar bu rakamların yüzde 1 kadar üzerindedir. Ancak son 3-4 yıla bakarsanız ve önümüzdeki birkaç yılın beklentilerine bakarsanız Türkiye uzun vadeli ortalamalarına geri dönmüş gibi gözüküyor. 2010’dan itibaren büyüme hızlarını alırsanız, uzun vadeli ortalamalardan daha yukarıda değil. Biz sürekli kriz halindeki Avrupa’yla kıyaslayarak Türkiye’nin büyüme hızlarının yüksek olduğunu söylüyoruz ama başarılı gelişen ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de büyüme hızları o kadar yüksek değil.

        Peki Türkiye’de kur politikası tartışmalarına nasıl bakmak gerekiyor?

        Kur politikası kısa vadede bazı avantajlar sağlayabilir ama sadece kur politikasıyla, diğer alanlarda dönüşümler gerçekleştiremeden, bir yere kadar gidebilirsiniz. Merkez bankasının faizlerle oynaması Türkiye’nin sanayileşme, gelişme, cari açık problemlerine sadece kısa vadeli yanıtlar oluşturur. Kur politikası da bir yere kadar olanak sağlar, ihracata destek sağlar, mutlaka onun yanında sanayileşmede destek olarak yine teknoloji konusunda, eğitim konusunda, beceriler konusunda destek sağlayarak, daha uzun vadeli bir vizyonla buralarsa hamle yaparak sanayileşmeyi desteklemek gerekiyor. Yoksa kur politikası size orta uzun vadede hiçbir şey sağlamaz.

        Son 12 yılda IMF ile ilişkilerimize de değinmek istiyorum. Stand-by anlaşmaları iyi bir disiplinle götürüldü. 2008 yılında dünyada finansal kriz çıkınca iş dünyasının ciddi bir kısmın IMF ile yeni bir anlaşma imzalanması için lobi yaptı. Hükümet tarafından da uzunca gündemde tutulan yeni bir anlaşma imzalama fikri, sonunda uygulamaya konulmadı. Bir süre önce meydanlarda o gün böyle bir anlaşma isteyenlere sert sözlerle yüklenildi. O gün bir stand-by imzalanması Türkiye için zararlı olur muydu? Siz o gün ne düşünmüştünüz, bugün ne söylersiniz?

        Ak Parti döneminin en büyük artısı, kamu kesimi dengelerini, 1930’lardan beri olmadığı kadar yeniden kurmasıdır. 1930’lardan Ak Parti yıllarına kadar kamu kesimi dengeleri hep açık vermiştir. Ve bu dengeler yerine oturduğu içindir ki Ak Parti IMF ile anlaşma yapmaya gerek duymamıştır. Bence bu doğru bir karardır. Geçmişte de iktidarlar IMF ile anlaşmaktan kaçındılar ama bu tercih kamu dengelerinin bozulmasına yol açtı. 2009-2010’dan günümüze kadar kamu kesimi dengelerinde bir bozulma yok. Bu sebeple IMF ile anlaşma Türkiye’ye bir şey sağlamazdı, doğru bir karar verildi.

        AK Parti iktidarına yönelik en büyük eleştirilerden biri de aşırı harcama yapıldığı, kamu kesiminin ciddi maliyetler altına girdiği ve bunun olmayan bir parayla, borçla yapıldığı. Herhangi bir gerçeklik payı var mı bu söylemlerde?

        Ekonomi büyüdükçe devletin vergi gelirlerinde de artma oldu, borçlar ödendikçe devletin gelirleri artık borçlara değil, sağlık eğitim gibi harcamalara gider oldu, AK Parti’nin elindeki mali olanaklar 1990’larla karşılaştırıldığında büyük boyutlardadır, sağlık, eğitim, bölgesel kalkınma, altyapı yatırımlarında bunlar hep olanak sağladı. Son 10 yılda kamu kesimi borç alarak bunları sağlamadı. Borçlanan özel kesim oldu. Dolayısıyla bu söylemler doğru değildir. Ama şunu da eklemek lazım. Ak Parti’nin kamu kesiminde dengeleri sağlamak yoluyla oluşturduğu bu kaynakları nasıl harcadığının Türkiye’de daha fazla tartışılması gerekir. Muhalefetin bu konularda daha fazla gündem oluşturması gerekirdi. Eğitim politikası ne olmalı, sağlık politikası ne olmalı, teknoloji politikası ne olmalı, bu konularda Türkiye’de daha fazla tartışma olmalı, muhalefet alternatif oluşturmalı.

        ‘MİLLİ EĞİTİM’İN BAŞARISI DERSLİK SAYISIYLA DEĞİL EĞİTİMİN KALİTESİYLE ÖLÇÜLMELİ’

        Kamu kesiminin harcamalarına, özellikle sağlık ve eğitim alanındaki harcamalara ve izlenen politikalara en büyük eleştirilerden biri, nitelikten çok niceliğin ön planda tutulduğu. Yani sayıca çok hastane ve okul açıldığı ancak buralarda verilen sağlık hizmetleri ve eğitimin kalitesinin yeterli seviyede olmadığı. Bu alanlardaki büyümenin nitelikle doğru orantılı değil ‘niteliğe rağmen’ yapıldığı eleştirisine katılıyor musunuz?

        Eğitim için baktığımızda, sayılarda hızlı artış var ama Milli Eğitim Bakanlığı’nın başarısını inşa edilen derslik, çalıştırılan öğretmen sayısıyla değil, verilen eğitimin kalitesiyle ölçmek gerekiyor. Sanayileşmenin erken aşamalarında kalite belki o kadar önemli değildi, beceri deyince çok temel şeylerden söz ediyorduk, okuma yazma oranlarını tartışıyorduk 30-40 yıl öncesine kadar. Ama bugün siz Türkiye’nin geldiği gelir düzeyinde, Türkiye’nin rekabet ettiği ülkelerle mücadelede, kaliteden, yaratıcılıktan, teknolojiden, katma değer üzerinden bu rekabeti yapıyorsunuz işte o zaman sayılar değil kalite, nicel değil nitel rekabet şart.

        ‘AK PARTİ SAĞLIK HİZMETLERİNE ULAŞIM NOKTASINDA BAŞARILI’

        Sağlık politikaları için de aynısının geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?

        Türkiye’de devletin üstlendiği sağlık hizmetlerinin kapsamı birçok ülkede, örneğin Amerika’da sunulana göre çok daha kapsamlı. Amerika’da başkan Obama’nın getirdiği ve çok maliyetli olduğu için hala yoğun olarak tartışılan Obamacare sistemi bile Türkiye’dekinden çok daha limitli bir kapsam sağlıyor, Türkiye’de bunun çok daha ötesi var. Sizce bu devletin bütçesine sürdürülebilir olmaktan uzak bir yük getiriyor mu?

        Amerika ve Avrupa’yla Türkiye arasında çok önemli bir fark var. Türkiye hala genç bir toplum. Bu sebeple sağlık hizmetlerinin toplam maliyeti henüz sınırlı. Ancak sağlık hizmetlerinin daha verimli şekilde sunulması lazım. Nüfusun yaş ortalaması arttıkça daha fazla kaynak ayırarak sağlık harcamalarının üstesinden gelinebileceğini düşünmek hatalı olur. Verimliliği artırmak gerekir. Daha erken bir aşamadayız.

        Kitabınızda sosyal yardımlarla ilgili önemli bir tespitiniz var. ‘AKP’nin eşitsizlik sorununa neoliberal piyasa yanlısı yöntemler ile muhafazakar hayır işleri geleneğini birleştirerek yaklaştığını ve kapsamı belli programlar yerine keyfi ve seçici uygulamaların ve tekil ilişkiler çerçevesinde yardımlar yapıldığı’ tespitinde bulunmuşsunuz. Biraz açalım bu konuyu. Bu tespite nasıl ulaştınız?

        Sosyal yardım denilince ortada iki anlayış var. Bir tanesinde diyorsunuz ki tüm vatandaşlar, eşit koşullarda, devletin sağladığı destekten yararlanırlar. Ve bu yardım vatandaşlık haklarının bir parçası olarak görülür. Bunlar bir lütuf değildir. Bunlar bir partinin, bir belediye başkanının veya siyasetçinin sağladığı istisnai destekler değildir. Bunlar bu ülkedeki tüm vatandaşların belirli kuralları çerçevesinde kazandığı haklardır. AK Parti bu modeli kullanmadı, seçmeniyle olan ilişkisini kurallara bağlamak yerine, sosyal yardım ve politikaları standardize etmek yerine seçmenin doğrudan Ak Parti’den, siyasetçilerden bu desteği alması gibi bir durum oluştu. Sonunda kamu kaynaklarıyla oluşturulan yardım sanki kişiselleştirilerek sunuluyor. Bu çok önemli bir felsefe farklılığı haline geliyor.

        Doğrudan yabancı yatırım meselesini tartışmak istiyorum. Sizin de kitabınızda tespitini yaptığınız gibi, doğrudan yabancı yatırım çekmeyi başarıyoruz ancak bunlar çoğunlukla istihdamı artırıcı etkisi sınırlı yatırımlar, yeni bir tesis kurmak yerine mevcut bir tesisin satın alınması gibi. Sorum şu, bu yatırımlar niye daha istihdam artırıcı şekle dönüştürülemiyor? İş olanağını artıracak yatırımlar için daha çekici bir ülke haline gelmeyi nasıl başarabiliriz?

        Türkiye’nin şu anda varolan ücret-beceriler-teknoloji-kurumlar bütünü ile şu anda çok cazip gözükmediği anlaşılıyor. AB üyesi olsaydık bu açıdan daha cazip olabilirdik. Ama AB’ye tam üye olamamış ve siyasal istikrarsızlıkları süren bir Türkiye çok cazip değil. Yine de 1990’lara göre ciddi bir farklılık var. 90’lara kadar Türkiye’nin tarihinde hemen hemen hiç yok idi.

        Bu farklılığı yaratacak ortam nasıl sağlandı?

        Ak Parti döneminin ilk yarısında birçok göstergede düzelme var ve o sayede 2008’e kadar doğrudan yabancı yatırımda artış var. Ama önce dünyada çıkan finansal kriz daha sonra ise Türkiye’deki siyasi gelişmeler ve otoriterliğin giderek artması, yargıya güvenin azalması mutlaka Türkiye’ye bu tarz yatırımların gelmesi konusunda da olumsuz sonuçlara yol açtı.

        Bugün iş dünyasında hala, yabancı yatırımın daha çok çekilebilmesi için birtakım iktisadi ve hukuki reformlar yapılması gerektiğinden söz ediliyor. Siz bir danışman olsanız çekilen yatırımı artırabilmek için ne tarz önlemler tavsiye ederdiniz?

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ