Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Dünya SON DAKİKA! Çamaşır makinesi ayağınıza geldi: Futbol kirli çamaşırları yıkar mı? - HABERLER
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bundan 51 yıl önce Avrupa'nın en eski diktatörlerinden biri olan Antonio de Oliveira Salazar hayatını kaybetti. 1932'den 1968'e kadar Portekiz'i yöneten Salazar, ülkede muhafazakar, milliyetçi ve otoriter bir rejim formüle etti ancak çağdaşları Hitler ve Mussolini'nin aksine ülkeyi askerileştirmeyi değil silahsızlandırmayı tercih etti ve halkı apolitize etti.

        Portekiz, Salazar'ın bu politikalarıyla İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız kalmayı başaran ender Avrupa devletlerinden biri oldu. Salazar'ın 'Estado Novo' (Yeni Devlet) adı verilen rejiminin mottolarından biri de 'Tanrı, Vatan ve Aile'ydi. Ne var ki bu motto, zaman içinde tüm dünyaya yayılan şehir efsaneleriyle beslendi, Salazar'dan sonraki uzun yıllar boyunca kulaktan kulağa 'Fado, Fatima ve Futbol' (müzik, din ve futbol) olarak yayıldı.

        On yıllar boyunca Salazar'ın Portekiz'i '3F rejimiyle' yönettiği miti, özellikle futbolla ilgili hemen her tartışmada masaya konulan argümanlardan biri oldu. Dünyada gençlik hareketleri ve hak mücadelelerinin yoğunlaştığı 60'lı ve 70'li yıllarda, 'kitlelerin afyonu futbol' düşüncesinin bir ayağı hep Salazar'ın Portekiz'ine dokundu. 3F miti zaman zaman İspanya diktatörü General Franco'ya zaman zaman da Şili'yi demir yumrukla yöneten Pinochet'nin rejimine yakıştırıldı. Bir başka deyişle, otoriter rejimlerle futbol tutkusunun bir arada görüldüğü tüm coğrafyalarda, Marx'ın ünlü sözünden esinlenen 'kitlelerin afyonu futbol' fikri hep gündeme geldi.

        Yıllar geçti, Salazar'ın, Franco'nun, Pinochet'in diktatörlükleri devrildi, dünya değişti. Dünyayla birlikte futbol da değişti. 'Kitlelerin afyonu' miti de yerini, 'endüstriyel futbolun para babalarına' bıraktı. Büyük sermayenin futbola girişi, oyunun dinamiklerini değiştirirken etki alanını da genişletti. Futbolseverler içerisinde ise hatırı sayılır ölçüde bir 'endüstriyel futbol karşıtı' damar yarattı.

        Glazer ailesi Manchester United'ı satın alırken, bir grup United taraftarı amatör kümede United of Manchester ismiyle yeni bir takım kurdu. Almanya'da Bayer, Red Bull ve Volkswagen gibi şirketlerin kurduğu veya desteklediği takımlar Bundesliga tribünlerinin nefret objesi haline dönüştü. Türkiye'de ise Galatasaray'ın efsane sol açığı Metin Kurt'un 'futbol borsada değil arsada güzel' sözü endüstriyel futbol karşıtlarının dillerinde düşürmediği bir motto haline geldi.

        Gel gör ki, 90'ların ikinci yarısı ve 2000'lere damga vuran bu tartışmalar da geride kaldı. Endüstriyel futbol, futbolun kendisi haline geldi ve çağın ruhu değişirken, futbolun ruhu da ona ayak uydurdu. 2010'lu yıllarda başta futbolseverler olmak üzere tüm dünya yeni bir kavramla tanıştı: Sportswashing.

        YENİ FUTBOLUN YENİ İŞLEVİ

        Sportswashing teriminin henüz bir Türkçe karşılığı yok ancak İngilizce spor ve yıkamak kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Macmillan Sözlüğü ise bu terimin anlamını, "yolsuz veya zorba bir rejimin itibarını artırmak için sporu kullanması" olarak tanımlıyor. Son 10 yılda futbol sahalarında sıklıkla görülen ve futbola diplomasi ve devletlerin halkla ilişkiler faaliyeti işlevini de yükleyen bu 'yıkama' işlemenin en sıkı ve en yeni örneklerinden birine ise İsrail'de tanık oluyoruz.

        1936'da kurulan Beitar Jerusalem Futbol Kulübü, İsrail Ligi'nin en önemli ekiplerinden biri olarak görülüyor. İlki 1987'de olmak üzere 6 kez şampiyon olmayı başaran Beitar'ın şöhretinin kaynağı ise sahadaki başarılarından çok kendilerini 'anti-Arap' ve 'anti-Müslüman' olarak tanımlayan aşırı ırkçı taraftarlarından geliyor. Bu noktada İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun da bir Beitar taraftarı olduğunu hatırlamak kulübün aşırı sağcı geleneğini kavramak için önemli bir referans noktası olabilir.

        Ancak Beitar Jerusalem'in ismi geçtiğimiz birkaç ayda oldukça tuhaf bir evlilikle gündeme geldi. Abu Dabi kraliyet ailesinin üyelerinden Şeyh Hamad bin Khalifa Al Nahyan, kulübün yüzde 50 hissesi için 92 milyon dolar ödeyerek Beitar Jerusalem'in ortaklarından biri oldu. İsrail Ligi'nde asla hiçbir Filistinli futbolcu oynatmamış tek takım olan Beitar, bir anda Birleşik Arap Emirlikleri kraliyet ailesinin bir üyesi tarafın satın alınmıştı.

        Bu tuhaf işbirliğine gelen tepkiler ise Beitar'ın ırkçı taraftarlarıyla sınırlı kalmadı. İsrail Futbol Federasyonu devreye girdi ve satış işlemleriyle ilgili bir soruşturma başlattı. Yürütülen soruşturma sonucunda ise Beitar'ın Hamad bin Khalifa'ya satışı durduruldu.

        İsrail spor medyasından One geçtiğimiz ay, Hamad bin Khalifa'nın başvuru evrakları içerisinde Dubai polisi tarafından onaylanmış bir sicil kaydının olmadığını, bunun yerine diplomatik pasaport ve suç kaydı olmadığına dair Khalifa tarafından yazılıp imzalanan bir ifadenin bulunduğunu öne sürdü.

        İsrail'de yayın yapan ekonomi gazetesi The Marker ise İsrail Futbol Federasyonu'nun Hamad bin Khalifa'nın servetiyle ilgili şüpheleri olduğunu yazdı. Habere göre, Khalifa'nın beyan ettiği 1.6 milyar dolarlık servetin, 1.5 milyar dolarlık bölümü Venezuela hükümet tahvillerinde bulunuyordu yani ABD yaptırımları varken satılamazdı.

        Hamad bin Khalifa futbol yoluyla belki Venezuela tahvillerinde sıkışan parasını kurtarmak istemiş belki de son dönemde Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail arasındaki sıra dışı yakınlaşmadan payını almak için bu işe girişmişti. Beitar'a yaşatacağı birkaç saha içi başarıyla hem İsrail'deki itibarını artırabilirdi, hem de Abu Dabi kraliyet ailesi içerisindeki ağırlığını. Khalifa neden bir futbol kulübü satın aldığıyla ilgili bir açıklama yapmadı ve hedefleri konusunda elde net bir kanıt veya bilgi yok ancak gerçek niyetinin futbolun kendisi veya bir spor organizasyonu yönetmek olmadığını tahmin etmek güç değil.

        NASIL BAŞLADI, NASIL GİDİYOR?

        Hamad bin Khalifa, şüphesiz İsrail Futbol Federasyonu'ndan gelen satışın engellendiği haberiyle üzülmüştür. Zira yakın akrabaları, benzer bir yolla Dubai'den Manchester'a uzanan altın bir köprü kurmayı başarmıştı.

        Abu Dabi kraliyet ailesi daha önce İngiltere Premier Ligi'nden Manchester City'i satın almış ve harcadıkları devasa miktardaki paralarla kulübü dünyanın en önemli futbol takımlarından biri haline getirmişlerdi. Çok ünlü futbolcular ve teknik adamlarla çalışarak hem İngiltere'deki hem de tüm Avrupa'daki prestijlerini ciddi oranda artırmışlardı. Öyle ya, Şampiyonlar Ligi'nde zirveye oynayan bir futbol takımı dünyanın tüm reklam panolarının toplamından daha etkili bir halkla ilişkiler aracıydı.

        Abu Dabi'nin petrol zengini prensleri bu konudaki ilk örnek değildi. Aslında her şey, utangaç bir Rus zenginin milyonlarca dolarla gelip Londra'nın en zengin semtinin takımını satın almasıyla başlamıştı. Roman Abramoviç, Chelsea'yi satın aldığında kimse bu Rus milyarderi tanımıyordu. Soranlara harcayacak çok parası olduğunu ve futbolu sevdiğini söyleyerek yanıt verdi. Servetinin kaynağı üzerinde şüpheler vardı ancak İngilizler o dönem bu konunun pek üstünde durmadı.

        Abramoviç'in Chelsea'si defalarca kez Avrupa'nın en büyüğü olmayı başardı ancak zamanla Putin'in dostu olan Rus milyarderin neden futbol için devasa paralar harcadığı sorusunun yanıtı net olarak ortaya çıkmadı. Ancak aradan geçen 15 yılı aşkın süreçte, SSCB'nin dağılmasının ardından ortaya çıkan Rus oligarkların hemen hemen hepsi bir şekilde tarih sahnesinde çekildi, bazıları hapse girdi, bazısı ise servetini kaybetti. Gerçek niyet bu muydu bilinmez ama dünyaca ünlü bir futbol kulübüne sahip olmak ve sürekli medya ilgisinin odağında olmak Abramoviç'in işine yaramıştı.

        2018'de Rusya Dünya Kupası'na ev sahipliği yaparken, birçok kişi bu ev sahipliğini Kırım'ın ilhakına ve Rusya'daki anti demokratik iktidar yapısına yapılan futbol makyajı olarak yorumlamıştı. Gerçekten de AB'nin lokomotif ülkeleri Kırım meselesi nedeniyle Putin'i tecrit etmeye çalışırken, Dünya Kupası finalinin ardından tüm dünyadan milyarlarca kişi Putin, Macron ve turnuvanın yıldızlarından Kylien Mbappe'yi aynı karede görüyordu.

        2022 Dünya Kupası da Katar için benzer tartışmaları beraberinde getirmişti. Ancak Katar Emirliği de önce ünlü Fransız kulübü Paris Saint Germain'i satın alarak daha sonra da dünyanın en pahalı transfer harekatıyla Neymar'ı Paris'e getirerek Dünya Kupası ev sahipliğine giden yolu temizledi.

        Örnekler çoğaltılabilir ve sermaye ile siyasetin arasında sıkışıp kalan futbol topunun nasıl bir çamaşır makinesine dönüştüğü sayfalarca anlatılabilir ancak tüm yaşananların özeti futbolun ruhunun çağın ruhu karşısında bir kez daha ağır bir mağlubiyet aldığını gösteriyor.

        Kendisini 'basit bir futbol dilencisi' olarak tanımlayan Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında, "Suudi Arabistan’daki Kral Fahd Stadyumu’nun mermer, altın ve halı kaplı tribünleri var, ancak ne anlatacak bir anısı, ne de söyleyecek önemli bir sözü yok!" diyor ancak bu satırların üzerinden geçen 23 yılda futbol adına geriye kalan sadece mermer, altın ve halı kaplı tribünler oldu, bir de hala büyük metropollerin kenar mahallelerinden yükselmeye devam eden gol sesleri.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ