Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Sinema buysa asla oyuncu olmayacağım!

        Gizem Sevinç SELVİ/ GAZETE HABERTÜRK-PAZAR

        45’ini devirdi ama hâlâ dünyanın en sofistike güzellerinden biri. Yeteneğini, seksapelini ve zarafetini tartışan yok. Ve ‘Lord of the Rings’ (Yüzüklerin Efendisi) filmindeki Galadriel falan bir yana, ‘Notes on a Scandal’da (Skandal) kocasını öğrencisiyle aldatan haliyle, ‘Blue Jasmine’deki (Mavi Yasemin) panik atak krizleriyle hafızalardan silinmeyecek bir kadın Cate Blanchett. Şimdi bir kez daha façasız, sıra dışı bir lezbiyeni canlandırdığı ‘Carol’da boy gösteriyor. 1950’lerin New York’unda, iki kadının aşkını olabildiğince çıplak bir biçimde sunan ve yaş farkı meselesiyle de tabuları altüst eden film, heyecan verici bir iş. Önümüzdeki hafta vizyonda olacak ‘Carol’ vesilesiyle karşınızda Cate Blanchett...

        ‘Carol’da canlandırdığınız karakter, bir sahnede kızının velayetinden vazgeçmekten söz ediyor. Bu tür zor sahnelere nasıl hazırlanıyorsunuz?

        Kitapta Carol’ın avukatının ofisinde hayal meyal geçen, son derece belirsiz bir pasaj var, dolayısıyla bu sahneyi yaratan aslında senarist Phyllis Nagy ama sahnenin tümüne baktığınızda, Carol’ın taşı nasıl gediğine oturttuğunu görüyorsunuz. Bu sahne benim için son derece önemliydi, çünkü olay bir anda patlak veriyordu ve Carol, bazı şeyleri sonradan pişman olacağını bile bile söylüyordu. Asla politik bir an değildi bu, aksine hayatla bağını koparmamaya, ayakta kalmaya çalışıyordu. Bu tür sahneler benim için daima biraz ürkütücü ve hüzünlüdür, çünkü bir yandan karakterin artık bu kadarını söylemeye hakkı olup olmadığını anlamaya çalışıyorsunuz, diğer yandan ise filmin sonuna kadar bunu tam olarak anlamlandıramıyorsunuz. Bahsettiğiniz sahnedeki duygu, Meryl Streep’in Oscar aldığı ‘Sophie’nin Seçimi’ne benziyordu. Biraz epik olduğunu kabul ediyorum ama tam da gerçek hayatın bir parçası.

        Todd Haynes filmi size nasıl bir ruh haliyle önerdi, yaklaşımı nasıldı yani?

        Phyllis bu senaryoyu yazalı 15-16 yıl olmuş. 5-6 yıl önce filmden haberdar olduğumda çok sevmiştim. Ama Todd beni arayıp “İlgini çeker mi?” diye sorana kadar benim oynayacağım resmiyet kazanmamıştı. Sadece kostümlerimizi tasarlayan Sandy Powell’la bir sohbet sırasında kendi aramızda, “Fena iş olmayabilir” diye konuşmuştuk. Todd kesinlikle 50’lerin ruhunu iyi biliyor, zaten bu Douglas Sirk-vâri havayı ‘Far From Heaven’da (Cennetten Çok Uzakta) göstermişti. Ve ilginçtir, film şekillenmeye başladığında, görsel olarak benim kabul ettiğim senaryodan çok daha farklı bir yapıya büründü. Sanki birlikte, bilmediğimiz bir şeyi keşfediyorduk. Todd belki de daha önce çalıştığım tüm diğer yönetmenlerden daha işbirlikçi ve bu bence muazzam bir özellik.

        Karakter müthiş yoğun duygular içinde olmasına rağmen kendini inanılmaz bir biçimde dizginliyor. Sizi böyle oynamaya iten şey ne oldu?

        Romanı okurken bir tür bıkkınlık sezdim ve Therese’in açısından baktığımda, yani onun Carol’ı nasıl gördüğünü anlamaya çalıştığımda, orada da adeta volkanik bir durgunluk gördüm. Yani bir çocuk, ebeveynine bakıyor. Bir şeyler olacağının farkında ama tam idrak edemiyor. Patricia Highsmith, bir kez daha çoğunlukla seksüel ama aynı zamanda psikolojik ve ahlaki olarak da ikircikli bir karakter yaratmış. Benim için zorlayıcı olan Highsmith’in yazdığı ölçüde ikircikli ve gizemli bir karakteri seyirciye yansıtabilmekti çünkü orada kafa karıştıran bir denge vardı. Todd’la bu sahneler üzerine epey konuştuk ve sonunda olayları tamamen Therese’in gözünden anlatmaya karar verdik. Yani izleyici olup bitenlere bir çocuğun ebeveynine baktığı yerden bakacak.

        İki ayrı Carol’a, yani başlangıçtaki kendinden emin kadına ve hikâyenin sonundaki son derece kırılgan kadına baktığınızda, hangisi size kendinizi daha konforlu hissettirdi ve hangisi daha zorlayıcıydı?

        Bence Carol bir kriz yaşıyor. 2016 yılındayız ve şu anda bile 30’lu, 40’lı yaşlarında olup cinsel eğilimlerini inkâr eden, varoluşunu bastıran insanların sayısı hiç de az değil. Carol da böyle bir kriz yaşıyor ama mesele şu, bugün varlıklarına açıkça şahit olduğumuz eşcinsel gruplar, o dönemde neredeyse yeraltında yaşıyordu. Ve bir oyuncu için o hassaslığı yansıtmak zaman zaman en az duygu patlamaları yaşanan sahneler kadar zorlayıcı olabiliyor. Bir tür denge işi yani.

        Bu tür bir hayat yaşayanların hissettiği suçluluk duygusu hakkında neler söylerdiniz?

        Elbette Patricia Highsmith bir polisiye yazarı ama aynı zamanda insana dair, duygulara dair yazıyor ve bu kez suç, iki kadının yaşadığı aşk. Hazırlanırken bir sürü erotik hikâye okudum tabii. Todd ve rol arkadaşım Rooney Mara’yla birlikte özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan 60’lara kadar olan dönemin siyasi yapısına baktık. Bu tür bir erotizmi yeraltında yaşamanın kesinlikle Carol’ın seçimi olmadığını biliyordum. Sanırım tüm bunlar içinde bana en acı verici gelen ya da en derinden bağ kurabildiğim Carol’ın yaşadığı soyutlanma hissi oldu.

        ‘AKTÖRLER HEP BİRAZ AVAREDİR’

        2013 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ‘Blue is the Warmest Color’ (Mavi En Sıcak Renktir) filminden ilham aldınız mı?

        Filmi izledim ama bana sorarsanız etrafta gördüğünüz her şey bir tür ilham kaynağı. Aktörler hep biraz avaredir, gördükleri her şeyden bir parça koparırlar; bu bazen bir film sahnesi olur, bazen bambaşka bir şey... Sonunda hepsini toplayıp masaya koyduğunuzda, ortaya size ait yepyeni bir çerçeve çıkarırsınız. Ama evet, açıkçası bu tarz ilişkileri gösteren ana akım işlerin sayısı hayli az. Ama bence bu, film yapmayı güzel kılan şeylerden biri. Mesela Todd iki kadının ilişkisini, oradaki bütünlüğü asla inkâr etmeyerek ve kesinlikle ‘Romeo ve Juliet’teki kadar olağan bir ilişkiyi anlatıyormuşçasına sundu izleyiciye. Bu, doğum yapmak gibi bir şeydi benim için. Doğumda da sanki bugüne kadar sizden başka hiç kimse bunu yapmamış, dünyada doğum yapan tek kişi sizmişsiniz gibi hissedersiniz. Ya da ilk kez âşık olduğunuzda bu duyguyu ilk keşfedenin siz olduğunu ve aşkın sizi harcadığını sanırsınız.

        Her şey senaryoyla bire bir mi yürüdü? Herhangi bir doğaçlama sahne var mı?

        Senaryo iyi kurgulandığında her sahne bir tür doğaçlamaya dönüşür. Bana sorarsanız doğaçlama kullanışlı bir teknik ama her seferinde yeni, taze bir sonuç elde edemeyebilirsiniz. Bazı sahnelerde gerçekten çok fazla doğaçlama yaptık; Rooney Tara, sinematografımız Ed Lachman ve Todd’la birlikte öyle anlar yakaladık ki, alt metni inanılmaz zengin bir sessiz filmin içinde gibi hissettik. Mesela ilk kez Carol’ın evine gittikleri sahne için Todd, birdenbire “Burada kar olmalı” dedi. “Karı çok severim.

        'SOSYAL YA DA CİNSEL ANLAMDA ÇİZGİLERİM YOK'

        Sizce seksin bu kadar ön planda olduğu bir dünyada bu filmin tartışma yaratması biraz ironik değil mi?

        Bence insanlar sürekli seksten bahsetseler de samimiyetten korkuyorlar. Bu zaman ve efor isteyen bir şey, aynı zamanda biraz kontrolü kaybetmeyi gerektiriyor. Sanırım bu filmde yaşandığı gibi tuzağa, sarsıcı bir aşka düşme fikri ister eşcinsel olsun, ister trans ya da heteroseksüel, birçok kişi için hâlâ tehlikeli bir konsept.

        Todd Haynes’le ‘Carol’ ve ‘Far From Heaven’ arasındaki benzerlikleri konuştunuz mu?

        Neticede ikisi de 50’ler Amerika’sında farklı olmaktan söz eden filmler. Spesifik olarak bu konuda konuşmadık doğrusu, çünkü iki film aslında birbirinden çok farklı. Mesela 80’lerden söz ederken herkes bir şekilde sözü Ronald Reagan’a ya da Human League topluluğuna getirebilir ama 50’lerin bu kadarlık bir dönem olduğunu sanmıyorum. Bilimsel, politik ya da sosyal açıdan oldukça ilginç bir zaman diliminden söz ediyoruz.

        Dönemin sosyal yapısından söz ederken olumlu herhangi bir şeyden söz edemez miyiz hiç? Ne kadar baskıcı olursa olsun...

        Patricia Highsmith döneme uygun olarak yazmış olsa da bu hikâye 2015 yılında hâlâ biraz uç duruyor, toplumsal normlara uymuyor pek. Yani bu kadınların yaptığı şey bugün de cesaret istiyor. Hiçbirimizin 50’lerin cinsel meseleleri üzerine müzelik bir film yapmak gibi bir derdi yoktu. Elbette açık bırakılmış bazı kapılar olmak zorunda, olayların gidişatını bir noktadan sonra izleyiciye bırakmak gerekiyor.

        Sizce Patricia Highsmith ve Carol karakteri arasında örtüşen noktalar var mı?

        Highsmith’in müthiş bir biyografisi var. Eşim ve ben, Patricia’ya uzun zamandır saplantılı bir biçimde hayranız. Yarattığı birçok karakterde karanlık, yoldan çıkmış, ironik, melankolik bir taraf var. Özellikle ‘Carol’ adlı romanı biraz daha karanlık ve izole görünüyor.

        Filmdeki bazı erotik sahneleri gülünç bulduğunuzu açıkladınız. Ne demek istediniz?

        İzlerken öyle değil tabii! Ama bilirsiniz, gerçekten iyi tanımadığınız birinin meme uçlarını öpmek kesinlikle sıkı bir espri anlayışına sahip olmayı gerektiriyor! Rooney’yle çalışmayı seviyorum, bence pratikliğimiz, iş disiplinimiz ve gustomuz birbirine benziyor. Ama bir sahneyi çekerken mutlaka bunun hikâyeye ne kattığını düşünüyorsunuz. Yine de o sahne filmin çok önemli bir parçasıydı ve Todd, ortaya nasıl bir sahne çıkaracağımız konusunda son derece netti. Bu da güvende hissetmemizi sağladı elbette. Kesinlikle seyirciye lüzumsuz gelebilecek ya da yabancılaştırabilecek bir şey yapmak istemedik, derdimiz sadece yaşananları estetik bir biçimde aktarmak ve seyircinin kendini olayın içindeymiş gibi hissetmesiydi.

        Açık fikirli olduğunuzu söylüyorsunuz. Bununla tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu karakteristik özelliğiniz mi yoksa zamanla edindiğiniz bir şey mi?

        Büyük ihtimalle ikisi de. Todd’la çalıştığım zamanlarda çok fazla sınırım olmuyor. Elbette ahlaki sınırlarım var, söz ettiğim şey bu değil ama etiketleri genel olarak kullanışlı bulmuyorum. Yani sosyal ya da cinsel anlamda çizgilerim yok. Bence böylece, insanlarla çok daha elastik ilişkiler kurabiliyorsunuz.

        Bu arada iki kadın arasında yaş farkı da var...

        Carol’ın yaşına hitap eden bir çevresi var. Bir tür melankoliden, efkârdan, Therese’in sahip olmadığı ya da anlayamayacağı türden bir endişe halinden söz edebiliriz. Zira Therese’in ayaklarının yere bastığını söylemek güç. Bir yere bağlı değil, hayatının gidişatını belirlemeye çalıştığı bir aşamada. Carol ona bir anlamda kendi dünyasının ve zihninin kapılarını açıyor. Belki de neyi seçerse, ona göre bir sonuçla karşılaşabileceğine dair fikir veriyor.

        'KENDİMİ HALA ÇİMDİKLERİM'

        Hâlâ başarınıza şaşırıyor musunuz?

        İşimle ilgili mi? Ah kesinlikle. Kendimi düzenli olarak çimdiklerim.

        Filmde kostümlerinizi tasarlayan Sandy Powell’la çalışırken Carol’ın kıyafetleriyle ilgili bir fikir alışverişiniz oldu mu?

        Bence aktörlerin küçük kuklalar olduğu meselesi bir tür mit ama bazen gerçeklik kazanabiliyor. Talimat almayı ve Sandy ile çalışmayı seviyorum, zira birçok kez birlikte çalışma şansımız oldu ve hep çok keyif aldım. Her şeyi masaya koyup ortak bir noktada buluşabiliyoruz. Ortada gerçek bir işbirliği var ama evet, aynı zamanda Sandy bir dâhi.

        Tiyatroda ne buluyorsunuz da hâlâ tutkuyla yapmayı sürdürüyorsunuz?

        'FİLMDE GÖRÜNMEK İÇİN 5 STERLİN VERDİLER, ALMADIM'

        İlk oyunculuk teklifinizi bir Mısır seyahati sırasında aldığınızı okumuştum, doğru mu?

        Hayır. Birine hiç param olmadığını anlattığımı hatırlıyorum sadece. Mısır’da yıkık dökük bir otelde kalıyordum, pasaport ve para basıyorlardı. İskoç bir çocuk yaklaşıp bir filmde görünerek 5 sterlin kazanabileceğimi söyledi, ben de “Elbette” dedim. Bu arada parayı almadım bile, çünkü film çok sıkıcıydı. “Sinema buysa asla oyuncu olmayacağım!” dedim. n

        Ya sıra büyük bir işe geldiğinde?

        Ben bu işi hep eğlenmek için yaptım, oyunculuktan para kazanabileceğimi düşünmemiştim. Arkadaşlarımla küçük oyunlar yazdığımızı hatırlıyorum. Sonra okulda bir sürü oyun yönettim, üniversitede de öyle. Sonra “Tamam, güzel sanatlar ve ekonomi eğitimi alacağım, sonra da bir galeride küratörlük yapacağım” dedim. Ardından mimariye kaydım.

        'HER ŞEYİ BİRDEN YAPAMAZSINIZ'

        Sinemaya, tiyatroya ve ailenize ayırdığınız vakitleri nasıl dengelediniz?

        Her çalışan anne gibi topu bazen taca atıyorum. Geçen yıl harika bir yazar olan Jamie Vanderbilt’le bir film yaptık ve çekimleri Avustralya gibi harika bir yerde gerçekleştirdik.

        Zaman zaman fırsatları kaçırdığınızı düşündüğünüz oluyor mu?

        Ah kesinlikle! Ama her şeyi birden yapmaya çalıştığınızda, hiçbir şeyi iyi yapmanız mümkün olmuyor.

        Şu ana kadar 2 kez film yapılmış ‘The Dinner’ı hâlâ yönetmek istiyor musunuz? Bu kitabı filme çekmeye neden bu kadar taktınız?

        Gerçekten 2 kez mi çekilmiş? Tanrım, keşke orada olsaydım! Şaka bir yana, o romanı çok seviyorum ama 4 çocuk annesi bir kadın olarak sanırım film çekmek için doğru zaman değil. Kast süreci, mekânları belirleme, prodüksiyon ve post-prodüksiyon aşamaları, hele bir yönetmen olarak kısıtlı bir bütçeniz varsa, son derece zorlu süreçler. Hepsini toplayınca hayatınızın en az 2 ya da 3 yılına tekabül ediyor, o da şanslıysanız. Bu gerçekten uzun bir süre ve çocuklarım hâlâ çok küçük. Ama hiç acelem yok.

        İKİ KADININ TUTKULU AŞKI

        Carol’, 1950’ler New York’unda birbirinden çok farklı geçmişe sahip iki kadının kendilerini tutkulu bir aşkın içinde bulmalarının hikâyesi. Dönemin koşullarına göre asla uygun sayılmayan bir ilişki biçimi bu ama iki kadın birbirlerine duydukları çekime karşı koyamıyor. 20’li yaşlarındaki Therese Belivet (Rooney Mara), Manhattan’da basit bir iş yapan ancak bambaşka bir hayatın hayalini kuran genç bir kadın. Carol’la (Cate Blanchett) tanışıyor. Carol o sırada aşksız bir evliliğin içinde, kapana kısılmış durumda. Aralarındaki ani kıvılcımın ardından duyguları derinleşiyor; Carol evliliğini bitirirken, kocasının (Kyle Chandler) tehditleriyle de başa çıkmaya çalışıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ