Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema 2022 yılının en iyi 20 filmi... Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar seçti!
        1


        20. THE MENU

        Özel bir akşam yemeğini anlatan ‘The Menu’ delilik, öfke ve isyanın kesiştiği bir ruh halinin filmi. Olaylar, birçok insanın rezervasyon yaptırmak için aylarca sıra beklemeyi göze aldığı Hawthorne adlı ‘çok özel’ bir restoranda geçiyor. Öylesine özel ki, küçük bir adada yer aldığını görüyoruz. Teknelerle ulaşılan adada her akşam sadece ‘12 seçkin kişi’ye servis yapılıyor. İçlerinde dünyanın en zengin insanlarının da olduğu müşterilerin hiçbiri menüden yemek seçemiyor. Dünyaca ünlü efsane şef Julian Slowik önlerine ne koyuyorsa onu yiyorlar. Adayı, şef Slowik ile ekibini ve müşterileri, tekneye binmeden önce gördüğümüz genç çift Margot ve Tyler’ın bakış açısıyla tanıyoruz. Yemeği iple çeken, tadacağı her yemeği arzuyla bekleyen Tyler için şef Slowik yeryüzüne inmiş bir Olimpos tanrısından farksız. Margot ise onun tam aksine daha ilk andan başlayarak ortamdan hiç etkilenmeyen, yemeğe ve sunuma karşı hayli ilgisiz biri. Dahası Slowik’in para karşılığı hizmet verdiği insanlar üzerindeki etkisini anlamsız ve abartılı buluyor. Mark Mylod’un yönettiği filmdeki olaylar giderek daha gerçeküstü hale geliyor ve bizi gerçek dünyadaki benzeri restoranlarda olup bitenler üzerine düşündürmeyi başarıyor.

        2

        19. HAYIR
        (Nope)

        Jordan Peele’in yazıp yönettiği filmi yorumlamak için yola çıkabileceğiniz birçok nokta var. Sözgelimi, Peele’in esin kaynağı olarak gösterdiği ‘King Kong’ üzerinden yorumlayabiliriz filmi. ‘Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’ gibi uzaylı filmleri üzerinden yorumlayana kim ne diyebilir ki? Sonuçta, her şey İngilizce’de ‘extra terrestrial’ olarak ifade edilen ‘dünya dışı’ bir varlıkla ilgili değil mi? Peele’in tam da burada, ‘dünya dışı’ olanı anlamanın en iyi yolu olarak hayvanların içgüdülerini işaret etmesi dikkat çekici. Son tahlilde, bir grup insanın maddi çıkar elde etmek ve şov malzemesi haline getirmek için dünya dışı bir cismi kullanma çabasını seyrediyoruz. Filmdeki UFO, görsel olmanın ötesinde işitsel bir tasarım. İlk başta uçan daireleri andıran, sonra hiç ummadığımız noktalara varan UFO’yla ilgili her detayı, her fikri kreatif bulduğumu söyleyebilirim. Bir UFO öyküsü olarak baktığımda, kim ne derse desin ‘Hayır’ın kendi janrı içinde adı hep anılacak, hatta gelecekte ilham kaynağı haline gelebilecek bir film olduğunu düşünüyorum.

        3


        18. PARALEL ANNELER
        (Madres paralelas)

        Almodovar, ‘Paralel Anneler’in politik çerçevesini en baştan çiziyor; geçmişin acılarıyla yüzleşmediğimiz sürece yüzümüzü geleceğe dönemeyiz, diyor. Ama İspanya’da herkesin böyle düşünmediğini de vurguluyor. Filmin bir yerinde Ana, İspanya’da geçmişin acılarını unutup geleceğe odaklanmaktan yana olan babasından alıntı yaptığında, Janis öfkeyle herkesin İç Savaş’la yüzleşmesi gerektiğinden; insanların yıllar önce katledilen yakınlarını usulüne uygun şekilde toprağa verme hakkından söz ediyor. O an, Janis ve Ana’nın ailelerinin İç Savaş’ta karşı karşıya gelen iki farklı taraftan olduğunu seziyoruz. Janis ile Ana’nın bir hastanenin kadın doğum bölümünde başlayan arkadaşlık hikâyesine biraz da İspanya’nın geçmişi üzerinden bakmamızı istiyor Almodovar. Böylelikle ‘Paralel Anneler’in açılışı ve finaline damga vuran politik tarihsel çerçeve ile orta bölümdeki annelik öyküsü arasındaki bağ belirginleşiyor. Almodovar, 40’larındaki Janis ile henüz reşit dahi olmayan Ana’nın ‘bekar annelik’ serüvenleri üzerinden kadın dayanışmasının da altını çiziyor.

        4

        17. HER ŞEY HER YERDE AYNI ANDA
        (Everything Everywhere All at Once)

        Türkiye’de 8 Nisan 2022’de gösterime giren ve 39 binin üstünde seyirciye ulaşan film, dünya genelinde 100 milyon dolar hasılat barajını aşmayı başardı. Festivallerden aldığı ödüllerin yanı sıra eleştirmenlerin de kalbini kazandı. Filmin hikâyesi, ‘bedenlerin paralel evrenler arasındaki hızlı yolculuğu’ fikri üzerinden şekilleniyor ve olaylar tam da filmin adındaki gibi ‘her şeyin her yerde aynı anda’ olup bittiği sonsuz olasılıklara dayalı evrenler arasında geçiyor. Paralel evrenler arasındaki anlık yolculukları, hızlı geçişleri bir yana bırakırsanız film, sofistike ve karmaşık bir nitelik taşımıyor aslında. Tam aksine, tanıdık, duygusal bir aile öyküsü anlatıyor. Özünde her şey, üç kuşak arasındaki çatışmalar ve heyecanını kaybetmiş bir evlilikle ilgili... Dövüş sahneleri, aksiyon, romantik komedi ve absürt mizahı da unutmayalım.

        5

        16. ARTHUR RAMBO

        Fransız yönetmen Laurent Cantet, Mehdi Meklat adlı genç yazarın yaşadıklarından yola çıkarak çektiği filmde bir ‘yükseliş – düşüş’ öyküsü anlatıyor. Filmin açılış sahnesi, yazar Karim D.’nin sosyal medyadan gelerek geleneksel medyayı fethetme sürecine denk düşüyor. Kitabı üzerine konuştuğu program çıkışında kendisine tahsis edilen aracıyla kutlama partisine giderken; yayınevinin çalışanları ve arkadaşlarıyla konuşurken, Karim D.’nin hayatında artık başka bir aşamaya geçtiği belli oluyor. Özellikle kitabının sinema hakları için gelen teklifin filmin yönetmenliğini de kapsaması, Karim D. için nerdeyse rüya tadında bir başarı zirvesi oluyor. Yıllar önce Arthur Rambo takma adıyla yazdığı sosyal medya mesajlarını silmemesi; onların unutulacağını veya hoşgörüyle, güler yüzle karşılaşacağını düşünmesi, kuşkusuz büyük bir hata. Ama bu; ihmalin, saflığın ötesinde, Karim D.’nin iki medya dünyası arasındaki uçurumu henüz fark etmemiş olmasının bir göstergesi. Filmin güçlü yanlarından biri, Karim D.’nin düşüşü yaşamaya başladıktan bir süre sonra kendi geçmişiyle hesaplaşmak zorunda kalması.

        6

        15. THE PREY

        ‘Predator’ serisinin yeni filminde yönetmen Dan Trachtenberg hikâyeyi 1719 yılına, Kuzey Amerika kıtasının ilk yerli halklarından Komançilerin yaşadığı Büyük Kuzey Ovaları’na taşıyor. Naru şifacı olarak yetiştirilen ama avcı olmak isteyen genç bir Komançi kızı. Filmde uzaylı Predator, Amerika’nın yerli halkı Komançiler ile istilacı Fransız avcılar arasında geçen, herkesin birbirini avlamaya çalıştığı ve işin içine orman hayvanlarının da karıştığı bir av hikâyesi seyrediyoruz. Gerilim ve aksiyon olarak baştan sona çok iyi işlemesinin yanı sıra zengin alt metinleriyle de dikkat çeken bir film. Naru, sadece çevresindeki erkeklere karşı kendini ispat etmeye çalışmıyor. Hayatla ölüm arasında gidip geldiği süre içinde savaşçılığın özünde ne anlama geldiğini de öğreniyor. Hikâyedeki bir başka güçlü alt metin, Komançilerle sömürgeci beyazlar arasındaki ilişkiler üzerinden gelişiyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan Fransız kürk avcıları, her anlamda bölgenin en vahşi, en gelişmemiş ve uygarlıktan en az nasibini almış canlıları olarak çiziliyorlar.

        7

        14. KURAK GÜNLER

        Emin Alper, yeni filminde hayali bir Anadolu kasabasındaki iktidar ilişkilerini mercek altına alıyor. Öncelikle çoğunluğun, azınlık üzerindeki baskısının anatomisini çıkardığı söylenebilir. Kasabadaki iktidar ilişkilerinin keşfine, yasaları ve devleti temsil eden bir savcı ile çıkmamız, kuşkusuz filmin en dikkat çekici yanı. Yeni atanan genç savcı Emre, kasabaya gelir gelmez yasaları uygulama konusunda kararlı tutum sergileyeceğini gösterir. Kasabanın belediye başkanını ve onun temsil ettiği gücü, başlangıçta kendine karşı tehdit olarak algılamaz. Devleti ve yasaları temsil eden biri olarak kendine güvenir, sadece işine odaklanmak ister. Taşradaki iktidarın parçası olmayı reddeder. Buna karşın, belediye başkanına kadar uzanan yolsuzluk iddiaları konusunda da hiçbir şey yapmaması gerektiği ima edilir. Tanık olduğu olaylar üzerinden ayrımcılığa karşı çıkmaya ve zayıfları korumaya çalışır. Ama ayrımcılık ve zayıfları ezmenin, taşradaki erkek çoğunluğun vazgeçemediği gelenekler olduğunu keşfeder. Filmde gerilim duygusu ağır basıyor çünkü Emin Alper, ‘Kurak Günler’i savcı Emre’nin bakış açısından psikolojik bir kâbus olarak kurguluyor.

        8

        13. THE WONDER

        Sebastien Leilo’nun yönettiği film İrlanda’da 1 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği Büyük Kıtlık’tan (1845-1852) 10 yıl sonra geçiyor. Her şeyin odağında ağzına tek lokma koymadan, Tanrı’nın besini ‘manna’ ile hayatını sürdürdüğünü söyleyen 11-12 yaşlarındaki kız çocuğu Anna var. İngiliz hemşire Elizabeth ‘Lib’ Wright (Florence Pugh), hayatını yoksul ve dindar ailesiyle birlikte sürdüren genç Anna’yı yakından gözlemlemek için geliyor İrlanda kırsalına. Köyün ileri gelenlerinden oluşan komite, O’Donnell ailesinin iddiasının doğruluğunu araştırmak için tutuyor onu. Etkili görsel atmosferiyle gizemli gerilim gibi başlayan ‘Mucize’, karakter tasvirleri ve sosyal gözlemlerle psikolojik drama doğru evriliyor. Hem karakter psikolojilerinde hem sosyolojik gözlemlerde giderek derinleşen bir film seyrediyoruz. Olayın ardındaki gerçeği anlama konusundaki ısrarından hiç vazgeçmeyen, köyün hayalci doktorundan bile kuşkucu olan Lib ile birlikte ürpertici sırları keşfediyor; dinsel bağnazlık ve fanatizmin merhametsiz yüzüyle karşılaşıyoruz.

        9

        12. DOMUZ
        (Pig)

        Nicolas Cage tarafından canlandırılan Rob, saç sakal birbirine karışmış yarı vahşi bir orman adamı olarak çıkıyor karşımıza. Her tür lüksten uzak derme çatma kulübesinde domuzuyla yaşıyor ve onunla birlikte mantar topluyor. Amir lüks spor otomobiliyle kulübeye geldiğinde, o eciş bücüş topraklı mantarların şehirde çok para ettiğini anlıyoruz. Aynı zamanda, Rob’un Amir’le sohbet etmeyi sevmediğini, ikisinin pek anlaşamadığını görüyoruz. Ne var ki, kısa süre sonra Rob’un çalınan domuzunu bulmak için birlikte hareket etmek zorunda kalıyorlar. Domuzu hırsızların gözünde değerli kılan özelliği ise toprak altında saklanan trüf mantarlarını bulması… Arayış sürerken Rob’un geçmişi hakkında da yavaş yavaş bilgi sahibi olmaya başlıyoruz. Rob’un ormanda yaşamadan önce Portland şehrindeki şöhretini ve kim olduğunu öğreniyoruz. Tüm bunlar yanıtını merak ettiğimiz soruların sayısını daha da artırıyor. ‘Domuz’un geçmişe doğru açıldıkça derinleşen anlamlı ve iyi yazılıp geliştirilen bir hikâyesi var. Düşük bütçeli, bağımsız bir ABD yapımı olan ‘Domuz’, yönetmen Michael Sarnoski’nin ilk uzun konulu sinema filmi…

        10

        11. AYRI DÜNYALAR
        (Ouistreham)

        Yazar Marianne Winckler (Juliette Binoche), Finansal Kriz sonrasında iş arayan ve zor durumda hayatını sürdüren insanların yaşadıkları deneyimlere odaklanan bir kitap yazmak istiyor. Kimliğini gizleyerek iş arayan insanların arasına karışıyor. İlk günden itibaren tanıdığı ve bir çeşit kader birliği yaptığı üç çocuk annesi Christèle’in (Hélène Lambert), yazmak istediği kitabın merkezi haline gelmesiyle film, Marianne’in de öngöremediği başka bir yere doğru gidiyor. Temizlik iş kolunun en zor ‘saha’sı olarak gösterilen feribotlarda birlikte çalıştığı Christèle ile yakınlaşıyor Marianne. Üstelik arkadaşlığı o ilerletiyor ve ilişkiyi özelleştiriyor. Yaptığının çok doğru olmadığını ne yazık ki biraz geç keşfediyor ve ahlaki açıdan acı verici bir çıkmazın içinde buluyor kendini. Belki birlikte çalıştığı birçok temizlik işçisi Marianne’i affedebilir. Ama Christèle ile aralarındaki bağ, öylesine bir yalanı kaldıracak cinsten değil. Christèle’in, ilk baştan beri eşiti olarak gördüğü ve bir süre sonra yakın arkadaşı kabul ettiği Marianne’in asla eşiti ve gerçek arkadaşı olamayacağını anlayınca nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyoruz. Burada sadece Christèle’in sonuna kadar haklı olması önemli değil. Asıl önemli olan, Christèle ile Marianne arasındaki aşılamaz sınıf farkına yapılan vurgu. Sınıf ilişkileri üzerine çekilmiş kalburüstü filmlerden biri.

        11

        10. KAÇIŞ
        (Flugt - Flee)

        Animasyon, belgesel ve uluslararası film kategorilerinde Oscar’a aday olmayı başararak tarihe geçen ilk film. Kuşkusuz, asıl ilgi çekici yanı animasyon ve belgesel dalındaki çifte adaylığı. Çünkü ‘animasyon belgesel’, bilinen ama yaygın olmayan bir format. Projenin zaman içinde animasyon belgesele dönüşmesinin nedenlerinden biri, filmde adı Amin Nawabi olarak geçen kişinin kamera karşısında gerçek kimliğini paylaşmak istememesi... Danimarkalı yönetmen Jonas Poher Rasmussen’in imzasını taşıyan ‘Kaçış’ ilk bakışta, Afganistan’da başlayıp Danimarka’da biten tanıdık bir mülteci öyküsü anlatıyor belki. Ama çocukluk yıllarından olgunluk çağına kadar uzanan bir büyüme ve kendini bulma öyküsü aynı zamanda... Amin ve ailesinin öyküsünde son 40 yılda, özellikle Soğuk Savaş sonrası şekillenen Yeni Dünya Düzeni’nde milyonlarca evsiz, ülkesiz kalmış insanın yaşadığı sorunları bulmak mümkün. Rüşvetçi polislerden vicdansız insan kaçakçılarına, sığınmacıları insan yerine koymayan Doğu Avrupa rejimlerinden Batı Avrupa’nın katı bürokrasisine kadar sığınmacıların karşılaştığı birçok soruna ve manşetlere konu olan olaylara tanık oluyoruz.

        12

        9. KÜRTAJ
        (L'événement)

        1963 yılında Fransa’da 23 yaşındaki Anne, taşrada yaşayan dar gelirli orta halli bir aileden geliyor. Yüksek eğitim, gelecekte kendi hayatını kurmanın ve ekonomik bağımsızlığını kazanmanın ilk adımı onun için. Ve bir gün hamile olduğunu öğreniyor… Hayatına kaldığı yerden devam edebilmesi, derslerine odaklanabilmesi için istenmeyen hamileliğini bir an önce sona erdirmesi gerekiyor. Kürtaj her şeyiyle zor bir süreçken o çok daha zoruna hazırlıyor kendini. Çünkü o yıllarda Fransa’da kürtaj yasak. Dahası, yaptıran, yapan ve suça ortak olan herkesi hapis cezaları bekliyor. Yönetmen Audrey Diwan, sadece Anne’in kişisel deneyimlerine odaklanan bir film koyuyor ortaya. Görüntü yönetmeni Laurent Tangy’nin kamerası, film boyunca Anne’i yakından takip ediyor. Kamera çoğunlukla hareketli ve dar ölçeklerde çalışıyor. Audrey Diwan ve Laurent Tangy, çerçeve oranı olarak 1.37:1’i tercih ettikleri için baştan sona nerdeyse ‘klostrofobik’ bir film seyrediyoruz. Belli ki hedefleri, görsel dikkatimizi ayrıntılarla hiç dağıtmadan, resme değil sürekli Anne’e odaklanmamızı sağlamak. Diwan, Anne’in çevresindeki dünyadan ziyade gördüklerine, yaşadıklarına ve hissettiklerine tanık olmamızı istiyor. Sonuçta hedefine ulaşıyor. Anne ile film boyunca duygu birliği kuruyor, çaresizliğini ve acılarını içimizde hissediyoruz.

        13

        8. ELVIS

        Film, Elvis Presley’in menajeri Albay Tom Parker ile olan ilişkilerine odaklanıyor. Kariyerinin ilk dönemindeki Elvis’i önce onun gözünden görüyor, onunla birlikte keşfediyoruz. Albay, anlatıcı ve filmin antagonisti olarak öykünün tüm kritik noktalarında çıkıyor karşımıza. Ama asıl önemli olan, Albay’ın Elvis’in karşısında temsil ettiği değerler… Albay, sadece ticaret ve kapitalizmin çirkin yüzünü temsil etmiyor. Maddi açıdan Elvis’i sömürmesinin yanı sıra asıl olarak Elvis’in, yobaz ve ırkçı Amerika’ya boyun eğip itaat etmesi için çaba gösteriyor. Yönetmen Baz Luhrmann’ın vurgulamaya çalıştığı nokta, bu çabanın Elvis’in müziğinin özüyle, ruhuyla çelişmesi… Öyle ki, Albay ve onun zehirli itaatkarlığı, Elvis’i içten içe yiyip bitiren, tüm kariyerini etkileyen trajik bir sürece dönüşüyor. Luhrmann tüm filmi Elvis’in itaat ile karşı çıkış arasındaki gidiş gelişleri üzerine kuruyor. Elvis’in sahnede şarkı söyleme tutkusunu da çok iyi anlatıyor. Hatta filmini bu tutku üzerine kurduğu dahi söylenebilir. Montaj ilk sahnelerden itibaren baş döndürücü bir tempoya sahip.

        14

        7. KAHRAMAN
        (Ghahreman - A Hero)

        İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin İran’da çektiği film, medya ve sosyal medya üzerinden ‘iyilik’, ‘kahramanlık’, ‘imaj’, ‘ahlak’, ‘doğruluk’ gibi kavramların göreceliğini ele alması itibarıyla öncelikle bir sosyal medya çağı hikâyesi anlatıyor. Cezaevinden çıkan Rahim’in eline özgür kalmak için bir fırsat geçer. Kız arkadaşının bulduğu altınları borcunun yarısı karşılığında alacaklısına teslim etmeyi düşünmektedir. Ama sonra vazgeçip altınları sahibine vermeye karar verir. Rahim’in davranışını fark eden cezaevi yönetiminin girişimleriyle haber medyada çıkar ve Rahim kahraman olur… Ama bir süre sonra ‘kahraman’ ilan edilmesinde rolü olan herkesle çatışma içinde bulur kendini. Çünkü sosyal medyanın doğasında hep olduğu gibi ‘kahramanlık’ gibi değerler beraberinde karşıt kutbu da hemen oluşturur. Özgürlüğünü medya üzerinden elde etme kararını vermesiyle birlikte Rahim, her şeyin imajlarla ilgili olduğu, güvensiz, kaypak bir alanda bulur kendini. Sonuçta, medya insanın bugün kahraman, yarın rezil olabileceği bir yerdir.

        15

        6. İLGİ MANYAĞI
        (Syk Pike – Sick of Myself)

        Tanıdık bir insanlık halinden yola çıkıyor Norveçli sinemacı Kristoffer Borgli… Yakın çevremizde ve hatta kendimizde dahi gözlemleyebileceğimiz psikolojik bir durumdan, ‘ilgi merkezi olmanın dayanılmaz cazibesi’nden söz ediyorum. Ölçüsü kaçırılmadığı ve yalana başvurulmadığı sürece kuşkusuz sorun olmayacak bir davranış bu… Peki, ya ölçüsü kaçarsa ve ‘ne pahasına olursa olsun ilgi merkezi olmak’, bir insanın hayattaki yegâne amacı haline gelirse… Üstelik, başkalarının ilgisini çekmek için elinizde bedeninizden ve sağlığınızdan başka hiçbir şeyiniz yoksa… Borgli, işte tam da böyle birinin, sanat çevrelerinde giderek yükselen Thomas’ın sevgilisi Signe’nin hikâyesini anlatıyor. Film, uç noktalara sürüklenen karakteri incelerken duygusal teşhircilik üzerine de düşündürüyor bizi. Thomas ve Signe, ünlü olmak veya dikkat çekmek için sosyal medyayı değil, özellikle popüler dergileri ve gazeteleri hedefliyorlar. Belli ki, Borgli filminin sadece bir sosyal medya hikâyesi olarak değerlendirilmesini istemiyor. Sonuçta, herkesin bir şekilde ünlü olmak ve bundan para kazanmak istediği bir çağda geçiyor film.

        16

        5. THE CARD COUNTER

        Paul Schrader’in yazıp yönettiği film, William Tell adlı usta bir kumarbazın hikâyesini anlatır. Çok para getirecek turnuvalara girmek yerine ülkenin her yanını dolaşarak ve hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde ‘kart sayarak’ 21 oyunundan para kazanmayı tercih eder. Ne var ki, genç yaşta babasını kaybetmiş, annesinden uzaklaşmış, borçları nedeniyle üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış Cirk’ü tanımasıyla hayatı değişir. Cirk’ü sahiplenip yanına almakla kalmaz; borçlarını ödeyip hayatını kurtarmak için poker turnuvalarına girer. Cirk’ün filme dahil olmasıyla öykü, William Tell’in geçmiş hayatına doğru açılır. Tell’in, Ebu Garip Cezaevi’nde Iraklı esirlere sistemli ve korkunç işkenceler yapan ABD askerlerinden biri olduğunu öğrenmemizle birlikte film, sadece politik anlamda eleştirel derinlik kazanmaz. Tell’in davranışları, hayat tarzı ve seçimleri hakkında da fikir edinmemizi sağlar. En önemlisi, Cirk’e yardım ederek ruhunu kurtarmaya çalıştığını hissederiz. ‘The Card Counter’, politik alt metinleri, karakterin psikolojisini ele alışındaki derinlikle usta işi bir yazarlığın ve yönetmenliğin ürünü… Dünya prömiyerini 2021 yılında Venedik’te yapan film, Türkiye’de geçtiğimiz yıl içinde bir dijital platformda buluştu seyircilerle.

        17

        4. AYRILMA KARARI
        (Heojil kyolshim)

        Busan kentinde çalışan ve uykusuzluk sorunu yaşayan cinayet masası dedektifi Hae-Jun, kaya tırmanışı sırasında hayatını kaybeden emekli devlet memurunun ölümünü araştırırken, adamın Çinli eşi Song Seo-rae ile tanışır. Ondan kuşkulanması, onu sorgulaması, hatta onu takip etmesi kuşkusuz işinin gereğidir. Ama gözetleme konusunda mesleki sınırları aştığını, röntgenciliğin alanına girdiğini hissederiz. Bir süre sonra elindeki diğer cinayet dosyalarını ihmal etmeye ve sadece Seo-rae ile ilgilenmeye başlar. Yaptığı araştırmalar Seo-rae’nin eşini öldürmek için geçerli nedenleri olduğunu gösterir ama elinde kanıt yoktur. Daha önemlisi, evli biri olmasına rağmen Seo-rae’den giderek daha fazla hoşlanır. Çin’den kaçak olarak Güney Kore’ye gelen ve ölen eşinin yardımıyla ülkede kalmayı başaran Seo-rae gizemli bir kadındır. İşini en doğru şekilde yapmaya çalışan Hae-Jun ve cinayet şüphelisi Seo-rae’nin ilişkisi, soruşturma sürecinde kaçınılmaz şekilde gelişir. Güney Koreli yönetmen Park Chan-wook, ‘femme fatale’ (meşum kadın) imgesi üzerinden şekillenen bir hikâye anlatıyor.

        18

        3. 6 NUMARALI KOMPARTIMAN
        (Hytti nro 6 – Compartment no: 6)

        Finlandiyalı yönetmen Juho Kuosmanen’in Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü Asghar Farhadi’nin ‘Kahraman’ıyla paylaşan filmi 2021’in en çok ses getiren bağımsız yapımlarından biriydi. Film, Kuzey Kutup dairesine doğru giden trende aynı kompartımanda kalan iki yabancının hikâyesini anlatıyor. Moskova’da okuyan Finlandiyalı üniversite öğrencisi Laura, yataklı kompartımanı paylaştığı genç Rus Ljoha ile önce kötü bir deneyim yaşıyor. Yerini değiştirmek istiyor ama başka seçeneğinin olmadığını anlıyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, 1990’ların ilk yarısında geçen hikâye, görünürde hiçbir ortak noktası olmayan iki insanın zorunlu ilişkisi üzerine kurulu… Aslında baştan sona yalnızlık üzerine buruk bir film seyrediyoruz. Özellikle filmin son bölümü, yani tren Murmansk’a vardıktan sonra yaşananlar, hikâyeyi başka bir noktaya taşıyor. Laura’nın kent merkezinden çıkıp karlı ve soğuk havada petrogliflere ulaştığı kara yolculuğu da unutulmaz anlar vadediyor. Karakterlerin yalnızlığını, hüznünü, soğuğu, kışı ve o imkânsızlık duygusunu içimizde hissediyoruz.

        19

        2. BEBEK SERVİSİ
        (Broker)

        Japon yönetmen Hirokazu Koreeda’nın Güney Kore’de çektiği filmin ilk bölümünde karakterlere baktığımızda, aslında çok parlak bir manzara çıkmıyor karşımıza: Kilise’ye bırakılan bebekleri satmak üzere çalan iki erkek; karanlık sırları olduğunu hissettiğimiz gizemli anne ve bebek satıcılarını suçüstü yakalamak için tuzak kurmaktan kaçınmayan iki polis görüyoruz. Buna karşılık, yolculuk ilerledikçe karakterlerin içindeki iyilik ve sağduyunun gerektiğinde kişisel menfaatleri bile geride bırakabilecek bir potansiyel taşıdığını keşfediyoruz. Filmin etkili yanlarından biri, karakterlerin geçmiş öykülerini ve aralarındaki ilişkileri çok iyi geliştirmesi… Koreeda’nın asıl derdi, yolculuk boyunca minibüsün içinde gelişen ‘alternatif aile’yi gözlemlemek aslında… Tek tek baktığımızda, ailesiz ve yalnız insanlar; ama aralarındaki bağların giderek güçlendiğini görüyoruz. Öyle ki birbirleriyle kan bağı olmayan dört kişi ve bir bebek, günler içinde ‘iki çocuklu üç ebeveynli tuhaf ama sevgi dolu bir aile’ye dönüşüyor.

        20

        1. DRIVE MY CAR
        (Doraibu mai kâ)

        Uluslararası Film Oscar’ının yanı sıra Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ile FIPRESCI ödüllerini kazanan; birçok eleştirmen birliği tarafından 2021’in en iyisi olarak belirlenen film Türkiye’de 2022 yılının ocak ayında gösterime girdi. Japon yönetmen Ryusuke Hamaguchi’nin, Haruki Murakami’nin öyküsünden uyarlandığı film, dikkat ve sabır isteyen dingin temposuyla öne çıkıyordu. Seyirciyi alıp götüren bir hikâye örgüsü olmayan, ana akım sinemanın tümüyle dışında duran bir yapısı vardı. Film, eşinin ölümünün ardından konuk yönetmen olarak ‘Vanya Dayı’yı sahnelemek için Hiroşima’ya gelen Kafuku’nun, özel kadın şoförü Misaki ve oyunda rol alan genç erkek oyuncu Koji ile ilişkileri üzerinden gelişiyordu. Film başta Oto olmak üzere diğer iki karakterin geçmişine doğru uzandıkça derinlik kazanıyordu. Filmin etkisi, dramatik gerginliklerden ziyade karakter psikolojilerinin derinlemesine ele alınabilmesinden geliyordu. Kendi adıma, nerdeyse roman okur gibi seyrettiğim bir filmdi.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ