Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Medya Persona non grata(*) ilan edildim

        Bir tanesi de Nazlı Ilıcak’ın asker tarafından aday gösterilmemesi ricasıydı. Doğru mu yanlış mı bilinmiyor, hiçbir zaman da bilinmeyecek. Nazlı Ilıcak’ın kendisi de bunun doğru olabileceğine inanıyor. Ama kişilik özelliğinden ötürü teslim olmuş da değil. Karşımdaki kadın, tanımlanması kolay biri değil. Yakalamışken, çocukluğu, hayatı, ailesi, kişiliği ve son dedikodular üzerine konuştuk...

        (*) Persona non grata: Latince istenmeyen kişi.

        Çocukluğunuz nasıl geçti? Hep böyle yalılar, köşkler içinde mi?

        -Yok, yok... Ben bir memur kızıyım. Ankara’da oturuyorduk. Hiç unutmam, abim Ömer’le ilkokula hep yürüyerek gidip geliyorduk...

        Varlıklı bir aile değil yani...

        -Değil. Daha doğrusu, ne fakir hissettik kendimizi ne de zengin. Bu tür şeyler bizim evde konuşulmazdı. Babam, yüksek mevkide bir bürokrattı, sonra bakan oldu ama biz bunları bile fark edemedik. Bakanken bir arabası vardı, biz o arabayı şoförünün zannediyorduk. Anneme, "Sami Efendi’nin arabası ne kadar güzel!" diyorduk. Ben Avrupa’ya üniversite eğitimi almaya gittiğimde ilk defa uçağa bindim. Şımartılarak büyütülmedim.

        Şu anki duruşunuz kimseye pabuç bırakmayacak gibi. Küçükken de öyle miydiniz? Tuttuğunu koparan, erkek gibi bir kız mı?

        -Hayır. Tam tersine annem beni tam bir "cici kız" olarak yetiştirdi. Benden bir leydi yaratmak istedi. Ben pantolon giymeyi arzu ederdim, o bana elbiseler giydirirdi. Ben denize girerken tek parça mayo giymek isterdim, o tuttururdu: "Hayır, döpiyes giyeceksin!" O zaman bikini deyimi yoktu, döpiyes deniyordu. Bana biçtiği gelecek, Finishing School’a gitmem ve iyi bir izdivaç yapmamdı. Ata binmeyi, yemek yapmayı, iyi bir eş olmayı öğrenecektim. Benim aklımda kariyer kadını olmak gibi şeyler yoktu. "Büyüyünce ne olacaksın?" diyenlere, "Finishing School’a gideceğim" diyordum, ben annemin hayallerini gerçekleştirmeye çalışıyordum. Leydi olması beklenen biriydim.

        Peki dışa dönük, sosyal, dediğim dedik bir çocuk muydunuz?

        -Hayır, annemin otoritesi altında epey ezildim ben. Çok sıkı bir disiplin altında büyüttü bizi. Babam, yumuşaktı ama siyasetle meşgul olurdu ve genellikle evde olmazdı. Bizim yönetimimizi ve evin idaresini tamamen anneme terk etmişti. Geleceğimizle ilgili kararları veren de annemdi. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi mezunuydu. Fransızca öğrenmemiş olmak içinde kalmış, beni o yüzden ilkokuldan sonra Dame de Sion’a leyli verdi, Ömer’i de High Shool’a...

        Nasıl hatırlıyorsunuz Dame de Sion yıllarınızı...

        -Felaket! 11 yaşındasınız. Herkes asık suratlı. "Sen artık burada uyuyacaksın!" diyorlar. Koğuş gibi bir yer. Yüksek tavanlar ve buz gibi soğuk. Konuşmak yasak. Ağzını açsan, susturuyorlar. Kurallar, kurallar, kurallar...

        Hálá gözünüzü kapatınca, o sevimsiz görüntüler geliyor mu?

        -Gelmez mi? Her akşam, lastikli bir bez bağlaman gerekiyor üzerine. Silineceksin. "Grand tuvalet" diyorlar. Önünde bir tas var, tasa su doldurup, tuvalete gideceksin. Mecbursun. Gelip tasını kontrol ediyorlar, silindin mi diye. Aksi gibi bana da o lastikli bezi koymayı unutmuşlar. Nasıl korkuyorum. Sabahlığımı bağlıyorum, kalın geliyor, düşüyor. Bir taraftan da, göğüslerim görünecek diye çekiniyorum. Hiç iyi gelmedi Dame de Sion bana o küçük yaşta...

        Allah Allah, mahcup bir çocuk muydunuz?

        -Evet, mahcuptum. Dolmuşa bile bindiğimde, kendi kendime tekrarlardım: "Dolmuşa bin, parayı ver, üstünü al, yerine otur..."

        Anneniz 11 yaşında sizi leyli vererek, sizi ne kadar hırpaladığının farkında mı?

        -Bilmiyorum. O tabii, iyi bir şey yaptığını zannediyordu. İstanbul’da bir ev tuttu, anneannemi başımıza oturttu, hafta sonları Ömer’le o eve çıkıyorduk, 15 tatillerde de Ankara’ya eve dönüyorduk. Tamam iyi bir eğitim alıyorduk ama yine de hep boynumuz büküktü. Hiç unutmadığım başka bir kare daha: Dame de Sion’da geceleri yatakhaneyi havalandırırdık. Bu görev, sırayla birisine verilirdi. Radyoevi’nin karşısındaki panjurları açarsınız. 5 yıl boyunca ne zaman sıra bana gelse, hep hafif şaşkın ve hasretle dışarıya, o ışıklı sokaklara bakardım: "Aman Allah’ım dışarıda hayat var!" diye. Hapishane gibi gelirdi orası bana. Gerçi bugün kızım bana, "Anne, çalışkan ve disiplinli olmanı Dame de Sion’a borçlusun" diyor. Doğrudur. Ama çok acı çektim. Biraz öksüz biraz yetim gibi büyüdük, annem bunu kabul etmek istemiyor ama...

        Kocan sayesinde bir yerlere geldin sanıyordum meğer öyle değilmiş

        Annenizle babanız arasında aşk var mıydı?

        - Hayır, yoktu. Babam, annemden 11-12 yaş büyüktü. Annem, Kuzguncuk’ta oturuyor, güzelliğiyle nam salmış bir genç kız, çevredeki bütün delikanlılar aşık, üstelik kendi jenerasyonuna göre iyi de eğitim almış. Onca paşazadeler varken, izdivaç için babamı seçiyor...

        E madem aşık değil. Neden onu seçiyor?

        - Çünkü babası, yani dedem, bir paşazade. Hareket Ordusu’yla Rumeli’den göç etmiş. Okusun diye Galatasaray’a koymuşlar, Hariciye’ye koymuşlar, ıh ıh bir türlü iflah olmamış, önce babasının, sonra da karısının parasını yemiş. Annem de, "Evleneceğim adam, babam gibi paşazade filan olmasın, meslek sahibi olsun!" diye düşünmüş, 3 dil bilen babamı seçmiş. Ama karakterleri hiç uyuşmazdı. Annem sosyaldi, gezmeyi, tozmayı severdi, babamsa tam tersi. Ama birbirlerini tamamladılar. Mantık izdivacı işte...

        Siz ne zaman biraz isyankar bir tip oldunuz?

        - 27 Mayıs’ta. O zaman kadar hiçbir şeyin farkında değilim. Fransızca ders ezberlemekle meşguldüm. Yavaş yavaş bir takım şeyler, dedikodular duymaya başladım. "Kıyma makinelerinde gençleri öldürüyorlarmış, böyle bir şey var mı baba?" diye sordum. "Menderes böyle bir şeyin olmadığını söyledi" dedi. Sonra, birdenbire darbe oldu. Ve hayatım değişti. Artık bütün çevrem Demokrat Partiliydi. Bütün eski bakanlar, onların hanımları, çocukları. Müşterek bir sıkıntıyı paylaşıyorduk. Yassıada şartları çok ağırdı. Benim babam 6 sene 2 aya mahkum oldu, üst komşumuz Hasan Polatkan ise idama mahkum oldu. Onun idam kararını duyunca, ailesiyle karşılaşıp, mahcubiyet duymalarına yol açmayalım diye evimizi terk ettik, bizim babamız kurtulmuş, onlarınki idam oluyor. Daha sonra yatak odamın bütün duvarlarını infaz fotoğraflarıyla kapladım. Müthiş bir duygusallık içindeydim. Bu olay, benim hayatımda dönüm noktası oldu. Siyaset, benim için artık vazgeçilmezdi.

        O yüzden mi Lozan’da siyaset bilimi okudunuz?

        -Lozan tercihini de ben yapmadım. Annemin bir arkadaşının oğlu Lozan Üniversitesi’nde okuyordu, annem öyle uygun gördü.

        ÊSiz ne zaman kendi kararlarınızı kendiniz vermeye başladınız?

        -Çok sonra. Evlendikten sonra. Ancak o zaman özgür oldum ben.

        Peki sizi kontrol etmeye bu kadar meraklı bir anne, nasıl oldu da yurt dışında okumanıza izin verdi?

        -Valla ben de bilmiyorum. Şaşırdım da. "Git" dedi. Bosfor Turizm’in otobüslerine bindim, gittim.

        Gidince ne oldu?

        -Şok oldum. Ben "Bir Türk dünyaya bedel" zannediyordum, gerçekten de bize burada öyle öğretiliyordu. Meğer öyle değilmiş, meğer biz geri kalmış bir ülkeymişiz. Sonradan farkına vardım tabii, bize ne Bolşevik İhtilali ne Fransız İhtilali ne de Rönesans adam gibi öğretilmiş...

        Çekingenliğiniz geçti mi üniversitede?

        -Evet kısmen. Önce bir ailenin yanındaydım, sonra arkadaşlarımla yaşamaya başladım. Güneri Cıvaoğlu’nun eşi Canan’la ve Şirin Tekeli’yle çok yakındım..

        "Solcu olmam lazım" diye düşünmenize sebep olan da, Şirin Tekeli değil mi?

        -Evet. Ben tabii sadece mağduriyet edebiyatı yapıyorum, çünkü bilgim onunla sınırlı. Şirin ise bana öncesini anlatıyor, "Türkiye’de büyük eşitsizlikler, sosyal sorunlar var" diyor. O dönem bir solculuk maceram oldu.

        Şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz o dönemi? Gençlik hatası gibi mi?

        -Yok canım, çok az sürdü zaten. İstanbul’a gelince "Anne, sana bir şey itiraf edeceğim" dedim, "Ben solcu oldum." Ama üzerinde bile durulacak bir şey değil çünkü bende bir ideolojik temel zaten yoktu.

        Döndünüz, sonra..?

        -Evlendim.

        Aşık mı oldunuz?

        -Kemal’e mi? Hayır. Mantık evliliği. Kemal de bana aşık değildi. Demokrat Parti camiasında bir gazete sahibiydi, etrafta bir iyi aile kızı bakınıyor. Ben de "Neden olmasın?" dedim. Aramızda 12 yaş fark vardı ama genç gösteren biriydi. Hareketli ve şirin bir insan. Bu izdivaç, ikimize de uygun düştü. 24 yıl evli kaldık.

        Nasıl bir tortu kaldı geriye?

        -Çok güvendiğim, sırtımı dayayabileceğim bir erkekti Kemal. Bir de biz aileyi hemen inşa edebildik, çocuklarımız hemen oldu. Ama evliliğimizi kalabalıklar içinde yaşadık diyebilirim. Bu iyi miydi kötü müydü bilmiyorum ama bizim gerçeğimizdi, Kemal baş başa yemeğe çıkmaktan hoşlanmazdı, bütün dostlarımızı eve davet ederdi. Yiyelim, içelim, sohbet edelim...

        Peki bir gazete patronunun karısı olmak nasıl bir şeydi?

        -Kemal muhabirlikten gelme biriydi, klasik bir gazete patronu olmadığı için ben de kendimi patroniçe hissetmedim.

        Peki patronun karısı ve köşe yazarı olmak nasıl bir şey?

        -Babamı kaybedince bir bunalım geçirdim. "Bir şeylerle meşgul olsun, çalışsın" dedi doktorlar. Kemal de "Gazetede çalış" dedi. Önce ansiklopedik şeyler yazmaya başladım, sonra bilmeceler, bulmacalar. Derken, "27 Mayıs yargılanıyor" diye bir dizi. Sonra "Köşe mi yazsa acaba?" dediler. "Kaçıncı sayfadan verirler ki benim köşemi?" diye düşünürken, Saadettin Çulcu, Kemal’a dedi ki "Birinci sayfadan yazsın. Genç insanların önünü açalım." O kapı açılınca, müthiş bir mesai sarf ettim. Ama tabii demediklerini bırakmadılar...

        Nasıl yani? Kuyunuzu mu kazdılar...

        -Evet. "Patronun karısıyım" diye yazımın sonunu koymuyorlardı. Yazı hop diye manasız şekilde bitiyordu. Uzun bir zaman benimle uğraştılar. Ben de dirayetli çıktım, vazgeçmedim. Yavuz Donat, Rauf Taner, Güneri Cıvaoğlu hepimiz aynı dönemde gazeteciliğe başladık. Ben aralarındaki tek kadındım. Hepimiz birden sivrildik. Ama tabii patronun karısı olmak, zannedilenin aksine hep benim aleyhime işledi. Hatta Canan Barlas, Kemal öldükten sonra itiraf etti, "Ben seni hep kocan dolayısıyla bir yerlere geldin zannediyordum, meğer öyle değilmiş. Sen eşin vefat ettikten sonra da ayakta kalabildin. Önyargılı davranmışım, kusura bakma" dedi.

        İSMİMLE KİŞİLİĞİM UYUŞMAZ BENİM

        Kişiliğinizin isminize uygun olduğunu düşünüyor musunuz?

        - Yok hiç düşünmüyorum. Ben nazlı filan değilim. Tam tersin son derece dayanıklı biriyim.

        O bana bulaşmasa bile, ben sataşırım

        Eski kocanızdan bağımsız, köşe yazarı Nazlı Ilıcak olarak anılmaya başlamanız hangi döneme denk geliyor?

        -12 Eylül öncesi. Kamuoyu beni Uğur Mumcu’yla televizyondaki tartışmalarımızdan tanıdı. Bir gün Oktay Ekşi ile uçaktayız, Uğur Mumcu’yla bir tartışmaya çıkacağız. Oktay Bey’in elinde de eski Devrim gazeteleri var, "Nedir onlar?" dedim. "Uğur Mumcu’nun 12 Mart öncesi yazıları" dedi. Ben de bilmiyorum o yazıları. Meğer askeri kışkırtan, darbe teşvikçiliği yapan yazılarmış. "Uğur, bana sataşırsa, ben de bunları önüne koyacağım" dedi. Ben hemen atıldım: "Siz onları bana verin. O bana bulaşmazsa bile, ben ona sataşırım!" Serde gençlik var. Şimdi böyle bir şey yapmıyorum. Ama oldum olası tartışmayı severim. İşte o programda Uğur Mumcu’ya "Türkeş’e faşist diyorsunuz ama siz de orduyu darbeye teşvik etmişsiniz!" dedim. Onu masa başı devrimcilikle itham ettim...

        Siz herkesi ısıran biri misiniz? Saldırgan, polemikçi...

        -Yok normal hayatımda böyle değilim.

        Niye insan "O belgeleri ver de sataşayım" der...

        -Bilmiyorum, galiba kişiliğimin bir parçası. Ama özel hayatımda hiç münakaşaya girmem. Zaten özel hayatımda siyaset de konuşmam. Ama karşıma Reha Muhtar’ı koyarsanız, o zaman konuşurum tabii. Benim mücadeleci bir tarafım var. Kendimi bir anlamda Süleyman Demirel’e benzetiyorum. Benim hayatım da alabora oluyor ama bir şekilde hep küllerimden yeniden doğuyorum.

        Sevildiğinizi düşünüyor musunuz?

        -Seven de vardır, sevmeyen de var. Ama tanırlarsa insanlar, sevebilirler beni...

        Daha çok erkek arkadaşınız mı var?

        -Siyaset, erkeklerin dünyası. Toplantılarda filan daha çok erkeklerle sohbet ediyorum. Kadınlarla da aram iyi olsun diye oyun oynamaya başladım. 15 günde bir Amerikano oynuyorum.

        Siz hayatınızda en çok neyin eksikliğini hissediyorsunuz?

        -Kadınların. Kadın arkadaşım çok yok. Erkekler dünyasında o kadar da mutlu değilim.

        Kadınlarla istediğiniz gibi siyaset konuşabiliyor musunuz?

        -Hayır. Benim çevremin kadınlarıyla konuşamıyorum. AK Partili kadınlarla konuşuyorum. Benim çevremin kadınları benden farklı düşünüyor, beni yadırgıyor. Çatışma olmasın diye konuşmuyorum. Özellikle Merve Kavakçı’dan sonra büyük tepki oluştu. Sırt çevirdiler, yalnız kaldım.

        İtirazların hiç mi haklılık payı yoktu?

        - Olabilir. Öyle düşünebilirler. Ama kendi kendine gelişen bir olaydı. Ama ne desem boş, kimseye derdimi anlatamıyorum. Dört buçuk yıldır bana bir tepki yoktu. Şimdi yeniden başladı. Acı olan şu, farklı düşünüyorum diye bu memlekette irticayı savunan insan durumuna düşüyorum. Yani Reha Muhtar laik, ben gericiyim öyle mi? Güldürmeyin beni. Bakın, her insan sevilmek ister. Ben de istiyorum. En fenası beni samimiyetsizlikle suçlamaları... Bana "Tabii çok sıkıntılar çektin, sen de hayatını düşüneceksin!" diyorlar. Bu beni daha çok üzüyor. Sanki maddi bir menfaat karşılığı AK Parti’ye destek veriyormuşum gibi. Söylemiyorlar ama açıktan para aldığımı ima ediyorlar. Tam tersine, ben bu yüzden persona non grata ilan edildim.

        SİZİ İSTEMEYEN ASKER MİYDİ?

        Listeye giremediniz. Hayal kırıklığınız var mı?

        -Yok. Tayyip Bey’e küskün değilim. Yetkiyi vermişler, Sen seç, demişler, Doğru seçmiyorsun ki, diyemezsiniz ki.

        Neden aday gösterilmediniz sizce?

        -Onu bilemem. Tayyip Bey, genel bir vitrin değişikliği yaptı. Vitrin diye aldığı o yeni isimleri de, belli noktalara yerleştirme durumu vardı. Ben Ankara birinci bölgeden talip olmuştum. Yer de bulamamış olabilir. Yoksa, bana karşı bir tepkisi olduğu zannetmiyorum.

        Askerle bir alakası olabilir mi seçilmemenizin?

        -Hayır, olamaz. Ben buna hiç inanmıyorum. 27 Nisan muhtırası olmasa, belki, diyeceğim. Ama belli ki bu muhtıra, AK Parti zihniyetine ve yönetimine verilmiş bir muhtıra. Ve Tayyip Bey bunun karşısında dimdik durabildi, taviz vermedi. Askerin bana karşı bir tavrı varsa ya da ben akredite değilsem, sebebi AK’yi destekliyor olmam. Bu yüzden de cezalandırılıyor olamam.

        AK Parti, askerden talimat almış olabilir mi?

        - Olamaz. Ben Dolmabahçe listesine inanmıyorum. Almış olsa, 27 Nisan muhtırası karşısında bu dik duruş sergilenemezdi. Ayrıca Tayyip Bey elini verirsen kolunu kaptıracağını bilir. Zaten ben de o kadar önemli bir insan değilim ki, "Nazlı Ilacak’ı listeye koyma!" desinler.

        AK Parti tabanı nasıl tepki gösterdi?

        - Üzüldüler. Başörtülü kızlar beni seviyorlar. Zaten temayül yoklamasında bayağı yüksek puan aldım. Keşke siyasi partiler içinde de daha fazla demokrasi olabilse, keşke herkes üye olabilse, reddedilen insanlar yargıya baş vurabilse ve ön seçimlerde adaylık sıralaması yapılabilse...

        Kendinizi ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamış gibi hissediyor musunuz?

        -Yooo. Temayül yoklamasında iyi bir netice almasaydım öyle bir hayal kırıklığı yaşardım. Tayyip Bey’in bazı dengeleri korumak adına beni listeye koymadığını düşünüyorum. Sağlık olsun. AK Partililerin beni sevmediğini düşünsem, o zaman karşılıksız bir aşk gibi bir durum olurdu, bakın ona üzülürdüm işte. Ama öyle bir durum yok.

        Tayyip Bey ile telefonlaştınız mı?

        - Hayır. Ama bir yakınıyla konuştum. "Bana karşı bir güvensizliği mi var? Ya da beni idare edilemez, ele avuca sığamaz biri olarak mı değerlendiriyor?" diye sordum. "Kendilerinin böyle bir düşüncesi yok, sizden hep sevgiyle söz eder" dedi. İkna da oldum.

        Kendi çevrenizin tepkisi ne oldu?

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ