Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Murat Yetkin 20. yılında Öcalan’ın yakalanışının perde arkasına dair bilinmeyenleri yazdı

        Bu hafta terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanışının 20. yıldönümü. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen Türkiye hâlâ PKK terörüyle uğraşıyor. Üstelik 20 yıl önce Öcalan’ı Türkiye’ye teslim eden ABD şimdi örgütün Suriye uzantısı PYD’ye açıkça destek veriyor. Peki, neden böyle oldu?

        Gazeteci Murat Yetkin 2004 yılında Öcalan’ın yakalanış hikâyesini anlatan Kürt Kapanı adlı bir kitap yazmıştı. Aradan geçen zamanda ortaya çıkan yeni bilgiler, belgeler ve tanıklıklar ışığında o kitabı yeniden kaleme aldı. O dönem olayın sıcaklığı ile konuşmak istemeyen pek çok kritik diplomat, asker ve istihbaratçıyla konuştu, perde arkasındaki pazarlıkları ve birbirinden bağımsız olduğu zannedilen olaylar arasındaki bağlantıları açığa çıkardı. Yetkin ile hem kitabı hem de bölgenin bugünkü denklemini konuştuk...

        REKLAM

        Video ve fotoğraflar: Emre Namoğlu

        "'NE HABERLER ATLAMIŞIZ!' DİYE HAYIFLANDIM"

        Murat Bey kitap hayırlı olsun. Bu kitap 2004’te çıkardığınız kitaptan ne kadar farklı? Yeni neler anlatıyorsunuz?

        Başlangıçta fikrim tam da 20. yılda yeniden çıkması için güncellemekti. İlk kitapta 137 günlük takibin hikayesi vardı. CIA’den gelen, “Öldürmeyecekseniz verelim” diye özetleyebileceğimiz teklife karar veren dört kişi var: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun. Bunun bir geniş halkasında, operasyondan doğrudan haberi olan iki kişi daha vardır: Biri, MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay, ki operasyonu fiilen o yönetiyor, diğeri de Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Fevzi Türkeri. Bunların tamamıyla görüşmüştüm. Hatta Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile de bir mülakatım olmuştu. Ayrıca, “Suriye’ye gerçekten savaş açacak mıyız? Öcalan’ı ne yapacağız?” başlıklı kapalı toplantıların tutanakları vardı. Fakat o zamandan bu zamana pek çok gelişme oldu. Yunanistan’da davalar açıldı. Hatta Yunanistan’da davalar açılmakla kalmadı, Yunanlı siyasetçiler ve bürokratlar, “Aslında PKK’ya ben daha çok yardım edecektim de bunlar ettirmedi” diye birbirlerini suçlamaya başladı. Tabii o çerçevede birbirlerinin bütün kirli çamaşırlarını ortaya döktüler. CIA’in yazdığı bazı raporlar üzerindeki gizlilik kaldırıldı. PKK’lılar kendi yayın organlarında ve kendi dünyalarında olay üzerine çok konuşmaya başladı. Türkiye’de yayınlanan bazı değerli kitaplar oldu. Bunlar arasında, Nur Batur’un Atina günlerinin tanıklıkları var. Hulusi Turgut’un o kovalamaca sürecine dair tanıklıkları var. Zaten Tuncay Özkan’ın, benden daha önce yazdığı ‘Operasyon’ adlı bir kitabı vardı. Fikret Bila’nın ‘Generaller Konuşuyor’ adlı, meselenin askeri boyutuna dair önemli bilgiler içeren çalışması var. Öcalan yakalandıktan sonra onu ilk sorgulayan kişiler olan Savcı Talat Şavk ve asker Atilla Uğur’un tanıklıkları var. Ama elbette herkes bir parçayı, kendi gördüğü tanıklığı anlatıyor. O yüzden, ben de olayın bütününü tanımlamak istedim. Olayın 5. yılı olan 2004’te, o günlerin sıcaklığıyla her şeyi anlatamayan pek çok sayıda istihbaratçı, asker, hukukçu, diplomat vardı, bu kişilerle yeniden konuştum. Tabii o zaman söyleyemedikleri pek çok bilgiyi, artık kimsenin ölümüne yol açacak bir durum kalmadığı için bu kez aktardılar. Yeni bir kitap yazmış kadar, hatta daha fazla enerji harcadım. Yeni bilgiler, yeni bulgular ve tanıklıklar ışığında, yazarken benim de pek çok konudaki bakış açım değişti. Öykünün sonunu biliyoruz; suçlu yakalanıyor. Fakat öyle şeyler olmuş ki bu süreçleri hep yaşayan bir gazeteci olarak, “Ne haberler atlamışız!” diye hayıflandım. Ben de meslektaşlarım da burnumuzun dibinde olan neleri görememişiz. Geçmişte çok önemli olarak gördüğümüz bazı bilgilerin aslında o kadar da önemli olmadığını gördüm. Benzer şekilde, o dönemde önemsemediğimiz bazı şeylerin de ne kadar önemli olduğunu şimdi fark ettim. Dolayısıyla yepyeni bir kitap ortaya çıktı.

        REKLAM

        ABD ÖCALAN’I TÜRKİYE’YE NEDEN TESLİM ETMİŞTİ?

        Kitabın girişinde bahsetmişsiniz, 20 yıl sonra bambaşka bir manzarayla karşı karşıyayız. O günlerde CIA’in ve ABD’nin desteğiyle yakalanan bir Abdullah Öcalan’dan söz ediyorduk, şimdi ise PYD’nin ABD desteğiyle büyümesinden, palazlanmasından söz ediyoruz. Aslında Öcalan’ın yakalanışında ABD’nin desteği olduğu 2003’e kadar tam olarak söylenmiyor. 18 Eylül 2003’te, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, o dönem Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanlığını yürüten Mehmet Ağar ile görüşmesinden sonra gazetecilerle konuşurken ağzından kaçırıyor. Peki, ABD o dönemde Öcalan’ı neden gözden çıkarıp Türkiye’ye teslim etmişti?

        Bu, o zaman da çok konuşulan bir konuydu, fakat cevabını bulamıyorduk. Şimdi cevabı bulduk, ancak şimdi de tek bir cevaptan söz edemiyoruz; birden fazla yanıt var. Birincisi, en siyasi olarak verilebilecek cevap, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’dır. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ABD enerji havzasında Rusya’nın, İran’ın ve Arap ülkelerinin kontrolünde olmayan bir rota çizilebileceğini gösteriyordu. Washington Moskova’ya, “Orası artık senin arka bahçen değil, ben oradan enerji kaynağını çekip alıyorum” diyordu. Bu, stratejik bir adımdı ama bunu engellemek isteyen şirketler ve ülkeler vardı. Yunanistan ve Rusya istemiyordu. Ermenistan da istemiyordu, çünkü o hat onları baypas ediyordu. Bu anlaşma 1993’te imzalanacaktı. PKK ile o zaman da bir ateşkes süreci yaşanıyordu, ancak 33 er şehit edildi. Ondan sonra Sivas Katliamı, Başbağlar Katliamı yaşandı, Azerbaycan’da darbe oldu. Kısacası 1993’te ortalık karıştı ve anlaşmalar iptal edildi. Olayların sona ermesinin ardından ise bir bakıyoruz ki Bakü-Tiflis-Ceyhan Hattı da imzalanıyor.

        İkinci siyasi neden Amerika’nın o dönemde Irak işgaline hazırlanıyor oluşuydu. O yıllarda yazdığım ‘Tezkere’ adlı bir kitap var. O kitapta, Bush’un açtığı savaşın, ta 1996-1997’de Clinton döneminden beri planlanmaya başladığını yazdım. 1998’de tam da o günlerde, Başkan Clinton’ın, Savunma Bakanı William Cohen aracılığıyla Ankara’ya, “Biz yakında Irak’a bir operasyon yapabiliriz ve kara desteğine de ihtiyacımız olabilir” dediğinin ve Demirel’in de buna itiraz ettiğinin kayıtları var. Amerika, Irak Operasyonu için Kürtlerle işbirliği yapmak zorunda; bu Kürtler Irak Kürtleri olacak, Talabani-Barzani olacak. Talabani-Barzani ile PKK rakip. Öcalan’ın kullanım değeri o açıdan o anda ortadan kalkmış, ötekileri beslemek istiyor. Ayın 4’ünde, Ankara’daki CIA İstasyon Şefi geliyor, Şenkal Atasagun o sırada Demirel’le görüşüyor, Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’a ilk defa söylüyor. Şenkal Bey geldikten sonra beraber köşke çıkıyorlar. Demirel, kendi elyazısıyla o toplantıdaki isimleri yazıp bana vermişti.

        Bir de taktik nedenler var ki kararı esas verdiren de bunlar olmuştu. Öcalan’ın Avrupa’ya çıkma kararı, aslında Avrupa güvenliği açısından bir noktadan sonra çok ciddi bir risk haline gelmeye başlamıştı. Türkiye ve Yunanistan NATO üyesi ülkeler, fakat bu iki ülke savaş haline girmişler. Zaten bir iki sene öncesinde Kardak Krizi yaşanmış ve savaş çıkmasını Amerika engellemiş. Öcalan oradan Rusya’ya gidiyor. Rusya da onu atınca İtalya’ya gidiyor. İtalya da NATO ülkesi... O noktada MİT’in müthiş bir yanıltma operasyonu var. Amerikalılara ve diğer NATO müttefiklerine, Öcalan’ın İtalya’dan bir operasyonla kaçırılacağı izlenimi veriliyor. Bu, olur mu olmaz mı diye tartışılıyor, gerçekleşme ihtimali üzerine endişeler oluşuyor. Çünkü daha önce Türkiye, Kıbrıs Operasyonu sırasında, Amerikalıların olmaz dediği işi yaparak Kıbrıs Harekâtı’nı başlatmış. Böyle bir şey yapıldığı zaman NATO üyesi iki ülke karşı karşıya gelip çatışacak.

        REKLAM

        O dönem bir de şöyle bir olay yaşanıyor: MİT, Amerika’nın ve bütün dünyanın aradığı iki teröristi ve bunlar hakkındaki bütün bilgileri Libya’da saptıyor ve yakalıyor. Büyük pazarlıklar sonucunda MİT, “Bize yardım etmek zorundasınız” diye CIA’i ikna ediyor. Bütün bunlar CIA’in ve Amerikan Güvenlik Teşkilatı’nın, Başkan Clinton’ı, “Bizim Türkiye’ye yardım etmemiz lazım” diye ikna etmesiyle sonuçlanıyor.

        1999’da aslında 5 önemli gelişme yaşanıyor: PKK Lideri Öcalan CIA desteğiyle yakalanıyor. 1 ay kadar sonra, 21 Mart Nevruz günü, Fetullah Gülen bir Türk Hava Yolları uçağına binip ABD’ye gidiyor. Yine aynı yıl, Bill Clinton, CIA’in Öcalan’ı yakalaması için MİT ile ortak operasyon başlattığı 5 Şubat günü, Barzani ve Talabani’ye silah yardımı gönderiyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması ve arkasından Türkiye-AB ilişkilerinde üyelik süreci hızlanıyor… Dolayısıyla, siz ilk kez bu kitapta, bu olayların birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyorsunuz.

        Evet... Ama bütün bunlar olurken Türkiye’de, CIA’in o zamanki Ankara İstasyonu’nun iki numarası, Gina Haspel adlı bir kişi var. 1998’in ortalarında geçici görevle Türkiye’ye gelmiş, daha önceki görev yeri de Bakü! Bu iş bittikten sonra da 2000’in ortalarına doğru tekrar dönmüş. Şimdi CIA direktörü...

        REKLAM

        ‘33 ERİN ŞEHİT EDİLDİĞİ NOKTA PETROL BORU HATTI ROTASINDAYDI’

        Kitapta, bugüne kadar yanıtını bulmamış birtakım soruları da gündeme getiriyorsunuz. Öcalan ateşkes ilan ettikten bir hafta sonra 24 Mayıs 1993 günü Elazığ-Bingöl karayolunda tuzağa düşürülerek katledilen 33 er olayı da bunlardan bir tanesi...

        Evet, o olay hâlâ ortadadır. Şemdin Sakık, “Ben yapmadım” diyor. Abdullah Öcalan, “Ben de yapmadım” diyor.

        Sizin tahmininiz ne?

        Yaptırılmıştır. Şemdin Sakık’a bağlı bir grup tarafından yapıldığı biliniyor. Zaten Şemdin Sakık da bu yüzden müebbete mahkûm olarak cezaevinde. Şemdin Sakık’ın anılarını yayınlamış olması da benim için bir kaynaktı. Bu, istihbarat örgütleri tarafından çok sık kullanılan, ‘sahte bayrak gösterme’ olarak adlandırılan bir yöntemdir. PKK’nın telsizlerine girmek iş değil, bir şey gösterilerek yapılmış olabilir. Elimizde 1992 yılında kalan, kitapta da yer alan bir fotoğraf var. Yunan bir siyasetçi ve bürokrat heyetinin Bekaa’ya gidiyor ve Türkiye ve etrafındaki muhtemel boru hatları projesini gösteren, Yunanca yazılmış bir harita var. Tesadüf mü değil mi bilmem, o haritada bir yeri işaret ediyorlar; Öcalan’ın parmağını koyduğu yer aşağı yukarı, eskiden güneyden geçecek olan boru hattı rotasında 33 erin şehit edildiği noktaya geliyor.

        REKLAM

        "ÖCALAN, SURİYE’DEN ÇIKARILDIĞI GÜNE KADAR FKDC ÜYESİ ALİ AMMAR KİMLİĞİYLE DOLAŞTI"

        Kitapta, PKK’nın kuruluş dönemine de bakıyorsunuz. KGB, PKK’nın kuruluşunda işin içinde miydi?

        Bu soruyu diplomatlara, istihbaratçılara çok sordum. “Kuruluşunda fiilen yer almıştır” diyen kimse yok ama 1960’ların ikinci yarısında 1970’lerin ortalarına kadar kurulan pek çok Kürt örgütü var. Bunların bir kısmı Marksist-Leninist iddiayla bir kısmı da milliyetçi ideolojiyle kuruluyor. Bu örgütlerin ortaya çıkış ortamında, Güneydoğu’daki o atmosferin yaratılmasında KGB’nin etkisi var. Deneyimli bir istihbaratçı, “KGB o dönemde kullanmak istese tam 13 tane aktif Kürt örgütü vardı, bunları kullanabilirdi” dedi. Şu da var ki Öcalan, 1979’da Kobane üzerinden Suriye’ye kaçıyor. Gider gitmez Suriye istihbaratıyla temas kuruyor. Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe diye bir örgüt var, örgütün başında da doğrudan Suriye istihbaratının bir adamı var. Örgüt de nispeten yeni kurulmuş bir örgüt. Hafız Esad, darbeyle yönetimi ele geçirdikten sonra Suriye istihbaratını yeniden yapılandırıyor, aynı sırada bir bakıyorsunuz bu örgüt de kurulmuş. Öcalan, Suriye’den çıkarıldığı güne kadar Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe örgütü üyesi Ali Ammar kimliğiyle dolaşıyor. O ilişki kurulduktan sonra zaten Suriye istihbaratıyla bağlantılı. Zaten kendisine, “Hadi arkadaş, sen gidiyorsun artık. Senin yüzünden Türkiye’yle savaşamayız” diye tebliğ eden kişi zaten Suriye istihbaratının işadamı kılığında bir elemanı. Ayrıca, bugüne kadar çok kurulmayan ve yine çok önemli bir bağlantı daha var: PKK, ilk kez 1984’te, Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla yaygın terör eylemlerine başlıyor. Birkaç ay öncesinde Musul-Ceyhan Boru Hattı işletmeye alınmış. Çünkü İran-Irak Savaşı çıktığında Kerkük-Ceyhan Boru Hattı tehlikeye düşüyor, hemen Türkiye’yle bir anlaşma yapılıyor ve o anlaşmayla ikinci bir ikiz boru hattı işletmeye alınıyor. Suriye ile Irak o zaman can düşmanları. Suriye istihbaratı bu işe çok kızıyor ve bir bakıyoruz, 1984’ten itibaren Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla Irak içinden başlıyor.

        Öcalan’ın yakalanmasını başlatan süreç aslında Türkiye’nin açıkça Suriye’ye savaş tehdidinde bulunmasıyla başlamış. Kilit nokta da Demirel’in zannedildiğinin aksine Hafız Esad’ın Arap dünyasından destek bulamayacağının fark edilmesi...

        Evet. Zaten Demirel’in 1 Ekim konuşmasını bu kadar sertleştirip, hatta metin yazarı diplomatlar Feridun Sinirlioğlu ve Mehmet Ali Bayar’a “Daha da sertleştirin” demesinin altında istihbaratı iyi değerlendirmesi durumu var. “Suriye, Türkiye’nin saldırganlığına karşı harekete geçmek için Arap Birliği’ni olağanüstü toplantıya çağırıyor, kimsenin aldırdığı yok” istihbaratını alıyor. Bu, Türkiye’yi çok sevdiklerinden değil, artık Hafız Esad’ın haydutluğundan herkesin yaka silktiğinden. Bu adam yalnızca Rusya’nın bir kuklası olarak görülüyor. Demirel de bunu çok iyi değerlendirip hamlesini yapıyor ve kazanıyor.

        Türkiye nefreti bu kadar tavanda olan Hafız Esad, ne oldu da Apo’yu sınır dışı etme kararını verdi?

        Korktu. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek bir yandan, İran Cumhurbaşkanı Hatemi diğer yanda baskı uyguluyor. ABD de aynı anda hem Demirel’e hem Hafız Esad’a mektup yazıyor, “Böyle şey olmaz, bu teröristi bırakacaksınız” diyor. Hafız Esad, Türkiye’yle savaşa girileceğini anlıyor. Suriye Ordusu bugün de olduğu gibi kendi başına duramaz vaziyette. Elindeki en modern silahları da İsrail sınırına yığmış, PKK’nın varlığını Türkiye’ye karşı adeta bir ordu gibi kullanıyor.

        REKLAM

        "MEHMET EYMÜR 'SUİKASTI YEŞİL’E YAPTIRSAYDIK APO ÖLMÜŞTÜ' DEDİ"

        Aslında yakalamanın öncesinde MİT’in Öcalan’a suikast girişimleri de var. Kitapta o günlere dair çok önemli itiraflar almışsınız. MİT Kontr-terör Başkanı Mehmet Eymür size “Keşke Yeşil’e yaptırsaydık, o başarırdı” demiş!

        Evet, öyle dedi. Çok samimi bir ifadeydi ve güzel bir özeleştiriydi. Zaten devlet daha sonra bu yolla yapılamayacağını anlıyor, “Bunu Suriye’den çıkartmak zorundayız” diyor. Beyrut’ta öldürmeye çalışıyorlar, o da olmuyor. Yeşil, bütün bu operasyonlarda var ama son tetikçi olarak onu kullanmamışlar.

        Öcalan’ın Suriye’de lüks havuzlu bir villada hayat sürdürdüğüne dair tanıklıkları da yazmışsınız...

        REKLAM

        Bunu bir Türk yazar yazsa, ortalık birbirine girer. Ama bunu kaleme alan, PKK’nın davetini alıp kamplarını ve nasıl bir mücadele içinde olduklarını gözlemlemeye giden Aliza Marcus adında Amerikalı bir yazar, ki kendisi Türkiye’de Reuters Haber Ajansı’nın muhabiri olarak da çalıştı. Aliza Marcus’un yazdığına göre Öcalan’ın Mahabad adında bir şahini var ve onu kuzu etiyle besliyor. Mahabad, 1946’da Sovyet İstihbaratı’nın desteğiyle İran’da kurulan, birkaç ay yaşayabilen bir Kürt Cumhuriyeti. Şahinine o adı vermiş. Kampta her gün maç yaptırıyor, tabii bütün paslar ona veriliyor, bütün golleri o atıyor; kendi gollerini eksik saydı diye orada ‘komutan’ dedikleri bir militanı herkesin içinde rezil ediyor. “Benim dört golümü eksik saydıysan cephede de dört Türk askerini eksik öldürürsün” diyor. Kitap yayımlanalı uzun zaman oldu, kimse de bugüne kadar “Hayır, böyle bir şey olmadı” demedi. Bu bilgileri oradan aldım, çünkü ben yazsam veya Fatih Altaylı yazsa, “Bunlar propaganda yapıyor” derlerdi!

        Bu kitap size Öcalan’ın kişiliğine dair neler söyledi?

        Birinci sırada, her şeyin merkezinde bizzat kendisi var. Kurduğu hareketin merkezinde de, dünyanın merkezinde de. İtalya’da villada kaldığı müddetçe yapılan değerlendirmelerde, “Dün Bush şunu söyledi, Fransız Devlet Başkanı şunu söyledi, demek ki benim konuşmalarımı dinliyorlar” gibi şeyler var. Bunlara samimiyetle inanıyor, çünkü bütün dünyanın dikkatinin sadece ve sadece kendi üstünde olduğunu varsayıyor!

        "ÖCALAN KANDİL'E GİTSE YAKALANMAYACAKTI"

        Öcalan’ın yakalanışında dönüm noktası neydi?

        Kendi hatası; Kandil’e gitse yakalanmayacaktı. Kandil’e gitse biz bunları konuşmayacaktık, ben bu kitabı yazmayacaktım; belki tarih bambaşka akacaktı. Ama o illa, bir yandan tanınmak hevesiyle bir yandan da örgütün parasının peşinde Avrupa’ya gitmeyi tercih etti ve yakalandı.

        REKLAM

        “Örgütün parasının peşinde” derken neyi kastediyorsunuz?

        Örgütün asıl gelir kaynağı Avrupa’dan. Avrupa’daki işçilerden toplanan bağış ve haraçlar, orada açtıkları işletmeler, bir de, Amerikan Hazine Bakanlığı’nın PKK’dan bazı isimleri kara listeye almasını sağlayan, her zaman spekülasyonu yapılan, uyuşturucu kaçakçılığıyla bağları; bütün bunlar önemli bir zenginlik oluşturuyor. Türk helikopterlerini düşürdükleri, ısıya duyarlı çok gelişmiş füzeleri çok büyük paralar vererek alıyorlar. Yunanistan, Sırbistan, Rusya, Ermenistan yoluyla onlar Kandil’e geliyor. Dokümanlar o paraların hep Avrupa’dan çıktığını gösteriyor.

        "ULUSLARARASI BİR KUMPASIN PARÇASI OLURSANIZ, SONUNDA ULUSLARARASI BİR KUMPASLA YAKALANIRSINIZ"

        “Türk devletine bir kapan kurmuşsunuz, sonra da o kapan sizin üstünüze kapanmış...”

        REKLAM

        Öcalan’ın yakalanması Kandil’de nasıl yankılandı?

        Okurlar bunu kitapta Murat Karayılan’ın ağzından bulacak.

        O gün orada ne oluyor?

        Hareketsiz kalmışlar. Çünkü Hollanda’ya gidecek diye biliniyor. Öcalan “Bana uluslararası bir kumpas kuruldu” diye hep söylüyor ya, aslında bu doğru; uluslararası bir işbirliğiyle yakalandı. Hollanda, onun geleceğini anladığında hava sahasını kapatıyor. PKK, o sırada Hakurk Kampı’nda 6. Kongre topluyor, çünkü Öcalan’ın Hollanda’dan çıkacağını varsayıyorlar. Hep varsayımlar üzerine plan kurmuşlar. Siz uluslararası bir kumpasın parçası olursanız, sonunda uluslararası bir kumpasla yakalanırsınız. Türk devletine bir kapan kurmuşsunuz, sonra da o kapan sizin üstünüze kapanmış.

        "ÖCALAN’IN HAREKET HATTINI BELİRLEYEN TEK BİR ŞEY VAR: ŞAHSEN HAYATTA KALMAK"

        Öcalan o gün yakalandıktan sonra, Kandil’de, bir intihar eylemleri serisi başlatmayı düşünüyorlar ama Öcalan’ın emriyle bunlar durduruluyor. Öcalan niye bu eylemleri durduruyor?

        REKLAM

        Onu durdurduğu sırada henüz mahkeme süreci devam ediyordu. Öcalan’ın bütün hareket hattını belirleyen tek bir şey var: şahsen hayatta kalmak. İmralı’ya geliyor, Atilla Uğur koluna girip hücumbottan indiriyor ve ilk sorusu “Beni idam edecek misiniz?” oluyor. Bugün de, bütün hareket hattını belirleyen bu korkudur. Birinci kriteri hayatta kalmak; “Hayatta kalayım da gerisini hallederiz” diye düşünüyor.

        Peki, Öcalan yakalandıktan sonra örgüt üzerinde etkisi ne kadar devam etti, bugün hâlâ devam ediyor mu?

        Ediyor. Bunu bir süre PKK’nın kendisi zayıflatmaya çalıştı. “Kürt halk önderi” gibi isimler takarak onu yarı evliya havasına büründürmek, böylece de izleyicilerin ya da ona sempati duyanların etkisini sulandırmak istediler. Bu, PKK’lıların çok önem verdiği bir şey; sivil uzantıları içinde de kim öne çıkarsa onu törpülerler. Leyla Zana öne çıkar, törpülerler, Selahattin Demirtaş öne çıkar, törpülerler. Örgütün önüne hiçbir şey geçmesin istiyorlar. Türkiye’de liberal çevrelerde bunu IRA mücadelesiyle bağlantılamak isteyenler olur ama tam tersinedir; orada siyasi kanadı Sinn Fein’dir, bir noktadan sonra silahlı kolu olarak İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu ortaya çıkmıştır. Buradaki iş tamamen tersine. “Önderlik” de diyorlar, bunlar psikolojik savaş taktikleri ama işliyor. Yine de, sulandırmak istedikleri o imaj ters tepti. 6-8 Ekim 2014 ayaklanmaları Öcalan’ın bir mektubuyla bastırıldı. Yoksa o ciddi bir ayaklanmaydı.

        REKLAM

        Peki ya PYD üzerindeki etkisi?

        PYD’nin bir önceki başkanı Salih Müslim sürekli olarak “Başkan Apo’dur” diyor. Bundan daha somut bir gösterge yoktur. Yayınlanan fotoğraflarda onun posterlerinin asılı olduğu görülüyor. Kobani’de, Afrin’de yürüyüş yapılıyor, yine Öcalan posterleri açılıyor. Önder olarak onu görüyorlar.

        Aslında bugünden bakınca sorulacak en önemli soru şu: Öcalan yakalanmasına ve PKK o dönemde zayıflamasına rağmen Türkiye nerede hata yaptı da terör örgütü bitirilemedi?

        Çok yerde hata yaptı. “Demir tavında dövülür” diye bir atasözü vardır, Türkiye demiri tavında dövemedi. O dönem, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden askeri hâkimlerin çekilmesi gibi ufak tefek adımlar atıldı, fakat bunlar son derece yetersiz kaldı. Bir kere, ülkeyi çok kırılgan bir koalisyon yönetiyordu. Ecevit, ülkeyi seçime götürsün diye Azınlık Hükümeti Başbakanı yapılmıştı, kimsenin Ecevit’in bir siyasi istikbali kaldığı yönünde bir inancı yoktu. Birbirine hiç benzemeyen üç partiden oluşan bir koalisyon var ve hiçbir konuda karar alamıyorlar. Bir konuda anlaşmışlar, Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı seçilmiş. Ancak seçilmesinin üstünden 1 ay geçmeden hükümet ile Sezer arasında, Kanun Hükmünde Kararnameler krizi nedeniyle inanılmaz bir kavga çıkıyor, ki mali krizi tetikleyen en önemli nedenlerden biri de bu. Hiçbir karar alınamayan o süreçte, PKK aslında adım atamaz bir haldeyken hiçbir önlem alınamıyor. İlker Başbuğ, “Biz o dönem Irak’ta gidip bu işi bitirecektik, yapamadık” diyor. Amerika’nın Irak’ı işgal ettiği yıl olan 2003 dönüm noktası oluyor. Türkiye’nin işgale katılmamasıyla Talabani-Barzani öne çıkıyor. O fırsattan istifade PKK tekrar başlıyor. TAK intihar eylemlerinin başladığı yıl da odur. Orada ABD de “Demek ki siz bize kazık attınız, biz de bırakıyoruz ne yaparsanız yapın” tavrına giriyor. 24 Temmuz’da Süleymaniye’deki Türk birliğinin başına çuval geçirme hadisesi var. O zaten, “Artık biz sizinle bu coğrafyada ortak değiliz” mesajıydı.

        REKLAM

        Bugün olsaydı ABD, Öcalan’ı Türkiye’ye teslim eder miydi?

        Edebilirdi; karşılığında ne beklediğine ve ne aldığına bağlı. İngiliz Başbakanı Palmerston, Kırım Savaşı sırasında muhalefetin “Türkler bizim düşmanımız, neden Ruslara karşı onlara yardım ediyoruz?” eleştirilerine karşı, “İngiltere’nin ezeli dostları ebedi düşmanları yoktur, çıkarları vardır. Biz de buna göre hareket edeceğiz” diyor. Eğer ABD’nin çıkarlarına uygun bir şey olursa bugün de teslim ederdi.

        "ÖCALAN’IN YAKALANMASIYLA ORTAYA ÇIKAN İMKANLARDAN YETERİNCE FAYDALANILMADI"

        Öcalan’ın İmralı’da Atilla Uğur ile görüşmelerine dair Youtube’da videoları bulunan görüşmeleri var. Bu görüşmelerde Öcalan kendisine devletin emretmesi halinde terör örgütünü Türkiye’nin emrine vermek istediğini, Kürtleri Türkiye’ye bağlayacağını, Barzani ve Talabani’yi yıkacağını, ayrı bir devlet istemediğini, Türkiye’nin hizmetinde olmayı en büyük şeref olarak kabul edeceğini vesaire söylüyor. O dönemki yöneticiler Öcalan’ın bu görüşmelerini, bu iki yüzlü kişiliğini neden topluma duyurmadı? Öcalan’ın Kürtler üzerindeki etkisinin bitmesini mi istemediler, PKK’nın bitmesini mi istemediler, yoksa Öcalan’a mı güvenemediler?

        REKLAM

        Bu sorulara somut yanıt almak mümkün olmadığı için ancak yorumumu söyleyebilirim. Bu tür teşhir hamlelerinin ne gibi bir yararı olacağı genel olarak belli değildir; ters de tepebilir. Öte yandan sıralı hükümetlerin Öcalan’ın hizmetlerinden bütünüyle yararlanmadığı da söylenemez. MİT ve HDP aracılığıyla, dolaylı diyalog süreçleri bir yana, örneğin 6-8 Ekim 2014 olaylarının bastırılmasında hükümetin isteği doğrultusu da mektup gönderdiği biliniyor. Yine de Öcalan’ın yakalanmasıyla ortaya çıkan imkanlardan yeterince faydalanılmadığına ben de inanıyorum…

        "ESAD PYD İLE ANLAŞABİLİR"

        Biraz bugünü de konuşalım. PYD, Suriye’de bir alan kazandı, ABD çekiliyor. Bunda sonra Suriye rejimiyle PYD’nin anlaşma ihtimali sizce var mı?

        Vardır. 1979’dan 1998’e kadar PKK’nın hamiliğini yapan Beşar Esad’ın babasıydı. Bir daha olur. Rusya’nın PYD’lilere, “Gidin Şam’la anlaşın” diye açık çağrısı var. Her şeyi Batı’ya vurmak hoşumuza gidiyor. ABD’nin, “Suriye’de bir Kürt özerklik bölgesi kurulsun” diye bir açıklaması yok. Ama fiilen onu yapıyor. Böyle bir açıklaması olan tek devlet var, o da Rusya; “Suriye Federasyonu olmalı, bunun içinde Kürtler de yer almalı” şeklinde yazılı beyanları mevcut. İzah edemediğimiz şeylere hiç dokunmama yanlısıyız, o yüzden işimize gelmeyen şeyler söylendiğinde onları görmüyoruz...

        REKLAM

        Ama aynı Rusya, ABD çekilme kararını açıklamadan evvel, “Fırat’ın doğusunda bir terör yapılanmasına izin verilmemeli” diyerek Türkiye’yi yanına çekmeye çalışıyordu. Rusya, PYD konusunda nasıl hareket eder?

        Son derece akışkan bir siyasi ortam var. ABD ve Rusya günübirlik siyaset değiştiriyor. Tek kalıcı şey, Suudi Arabistan-İsrail işbirliğinin İran’a düşmanlığı, onun dışında bütün ittifaklar çözülüp yeniden kuruluyor. Bu durumda, Rusya şunu yapar, Amerika bunu yapar demek gerçekten saflık.

        Peki, PYD kazanımlarını koruyacak mı, orada bir özerk bölge kurmayı başarabilecek mi? Ayrıca PKK’nın Türkiye’deki eylemlerini bırakma ihtimali var mı, yoksa tam aksine, bütün dikkatlerini buraya mı verirler?

        Şu anda PKK’nın neredeyse bütün askeri gücü Suriye’de. Şu günlerde PYD Irak’ın güneylerinde, Deyrizor’da IŞİD’cilerle savaşıyor. Bu ortamda, “Suriye’deki savaş biterse bunlar Türkiye’ye gelir mi?” sorusu, çok meşru bir sorudur. Suriye’de bir federasyon kurulup kurulmayacağı da Türkiye’nin işi değildir. Irak’ta bir özerk Kürt bölgesi var ve Türkiye’nin de orayla ilişkileri fena değil.

        REKLAM

        Ama Barzani-Talabani çizgisi Türkiye’ye karşı eylem yapan bir çizgi değildi.

        Neticede PKK orada. Kandil, başkanlığını Barzani’nin yaptığı Kürdistan Bölgesel Yönetimi toprakları içinde, orada bir şey yapılamıyor. Burada sürekli bir denge gözetme, rahatsızlık yaratmama politikası var. Cenevre sürecinde Suriye Anayasası federatif bir anayasa olarak belirlenirse, Türkiye bu yüzden Suriye’ye savaş mı açacak? Kendi iç işleri diye görülür. Türkiye’nin burada yapacağı, kendi milli güvenliğini demokratik bir hukuk devleti olarak sağlamaktır. Buradaki kilit nokta odur.

        "ÖCALAN TESLİM EDİLDİKTEN 1 AY SONRA FETULLAH GÜLEN’İN ABD'YE GİTMESİ TESADÜF İÇİN FAZLA"

        Kitapta FETÖ meselesi ve çözüm sürecinin bitmesinden bahsetmişsiniz. Fetullah Gülen’in tam da Öcalan’ın yakalanma sürecinde ABD’ye gitmesi sizce tesadüf mü?

        Hiçbir şekilde tesadüf değil. Başka türlü bir bakışla, orada aynı dönemlerde, ayrı bir sürecin, onların ılımlı İslam diye gördüğü bir politikanın başlangıcını bulabilirsiniz. Bu, doğrudan birebir “Onların ajanıdır” diyebileceğimiz bir nokta değil ama örtüşen durumlar var. Fetullah Gülen örgütünü hiçbir zaman tek derdi Türkiye olan bir örgüt olarak görmedim. Evet, Türkiye’den kaynaklanmış bir örgüttür, 1960’lardan itibaren komünizmle mücadele dernekleriyle teşvik edilen ortamda boy vermiş bir harekettir, arkasında Amerika’nın çıkarlarıyla örtüşen durumlar vardır ama yüz küsur ülkede faaliyet gösteren bir örgütten söz ediyoruz. Dolayısıyla Öcalan teslim edildikten 1 ay sonra Fetullah Gülen’in ABD'YE gitmesi tesadüf için fazla…

        Peki, çözüm sürecini neden sabote etmeye çalıştılar?

        Çünkü Batılı müttefikleri, Türkiye’nin yıkılmasını istemez ama çok dik durmasını da istemez; bir şeylerle uğraştırmak lazım. Oriana Fallaci adında İtalyan bir gazeteci vardı, kadın gazetecilerin de sembolüydü. Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yaser Arafat’la bir mülakat yapıyor. Orada, “Siz gerçekten arkasında Amerika olan ve çok güçlü silahlara sahip olan İsrail’i yeneceğinize inanıyor musunuz?” diye soruyor. O da “İnanmıyoruz” diyor. Fallaci, “Peki, bunu neden yapıyorsunuz? Bu mücadelede bu kadar insan ölüyor” diyor. Yaser Arafat da bir örnek veriyor; masanın üzerinde bir sürahi var, sürahinin altına bir nohut koyuyor ve “Nedir bu sürahinin durumu?” diye Oriana Fallaci’ye soruyor, tabii Fallaci bir şey söyleyemiyor. Yaser Arafat, “Sürahi, bu nohut yüzünden devrilmez ama dik de durmaz. Bu sürahide her zaman devrilme korkusu vardır. Biz, o nohutuz” diyor. Türkiye’ye her zaman bir nohut koymak isteyenler olabiliyor. Bu da doğal, bu coğrafyayı binlerce yıldır elinde tutan bir geçmiş var. Siz buna ağlamadan karşı koyacaksınız. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye en zayıf durumdayken, Türkiye’yi savaşa çekip belki de mahvına sebep olmak isteyen 3 devlet vardı: Nazi Almanyası, Sovyet Rusya ve İngiltere. O zamanın yöneticileri sürekli ağlayıp şikâyet etmediler; kendi akıllarını ve diplomasiyi kullanarak Türkiye’yi savaştan sakındılar, daha sonra da kazananların safında yer almış oldular. Yapılması gereken budur.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ