Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Mustafa YALÇINER (THKO’nun Kurucuları’ndandı)
        .png
        .png

        "HALK PARTİ'DEN DP'YE GEÇİŞ"

        Ailemin ekonomik durumu iyi değildi. Annemin babası, dedem, Halil Rıfat Paşa Asansörüstü Mahallesi’nin camii imamıydı. Annem beş vakit namazında dini bütün bir insandı. İzmir’in ilk tornacı ustalarından olan babam ise çok iyi bir zanaatkârdı. Paraya değer vermeyen, zanaatına ve kendisine güvenen bir babaya sahiptim. Vilayet ve emniyetin tüm makine-motor aksamı onun elinden geçer, tamiratını o yapardı. Cumhurbaşkanıyken İzmir’e gelen İsmet İnönü’nün arabasıyla hizmetindeki birkaç motosikletin tamirini yapmasına karşın, emeğinin bedelini alamamasının ardından babamın siyasi tercihi değişti. Bu olayın sonrasında babam, önce Menderes’in Demokrat Partisi’ne, ardından da Demirel’in Adalet Partisi’ne yakınlık duydu.

        REKLAM

        "YAZIN TULUMUMU GİYER BABAMIN YANINDA ÇALIŞIRDIM"

        Annem ilkokul mezunuydu; ama tam bir “eski İzmir hanımefendisi”ydi. Kendi yapamadıklarını yapabilmem için üzerime titrerdi. 3.5 yaşımdayken beni Amerikan Kültür’e İngilizce kursuna götürür getirirdi. Çocukluk yıllarımda ise ailemin durumu daha iyiydi. İlkokulun sonlarına doğru, paraya-pula önem vermeyen, zanaatına bağlı, ama kapitalist gelişmeye de ayak uyduramayan babamın işleri, kötüleşmeye başladı ve ben ortaokuldayken iflas edip dükkânını kapatmak zorunda kaldı. Özellikle yaz tatillerinde küçük tulumumu giyip çalıştığım Mezarlıkbaşı’ndaki dükkânın kapanması hâlâ içimi burkar. Ortaokulu, ilkokulu iftiharla bitirdiğim için, -başka türlü ödemeyi sürdüremeyeceğimizden- yine aynı kolejde, ödül olarak parasız okudum. Paranın gücüne önem vermemeyi babamdan öğrendim.

        Mustafa Yalçıner (sedyede yatan), yıl 1971, yer Mamak Cezaevi... 6 Mayıs 1972'de idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ile aynı karede...

        "60’LARIN SONU AYDINLANMA ÇAĞINA BENZİYORDU"

        Daha sonra, iyi bir lise olan İzmir Atatürk Lisesi’nde okudum. Bursla üniversiteyi Amerika’da okuma şansını yakalamama rağmen, bir yandan “orada yabancı bir kızla evlenirsin” diyen annemin tutumu nedeniyle, diğer yandan da ODTÜ ve atom fiziği eğitimini kafama koyduğum için, bunu aklımdan bile geçirmedim.

        İstediğim okulu ve bölümü kazanarak, okumak üzere, 16 yaşını sürerken ilk kez ailemden ayrılarak, Ankara’ya gittim. İflas eden babamın dükkânından arta kalanlarla kum çekme işinde çalışacak bir kamyon alınmış ve İzmir’in kalburüstü müteahhitlerine elektrikçi taşeronluğu yapan eniştemin gözetiminde çalıştırılıyor, eğitimim de buradan finanse oluyordu.

        60’ların sonu, belki –ilki Kurtuluş Savaşı sonrası yaşanan– Aydınlanma’nın 27 Mayıs sonrası yenilenmesi ya da yarım kalmışlığının tamamlanmakta oluşu özelliğiyle tanımlanabilir. Üniversite ortamı, kültür yaşamı, bilim ve sanat canlanmış, yeni akademik ve edebi eserlerin yayımı hızlanmış ve yayılmış, klasikler yaygın olarak ve hızla Türkçe'ye çevrilmeye başlanmış, birçok kültürel politik dergi, tartışma çevrelerini hareketlendirerek yayın hayatına atılmış, daha çok gençlik çıkışlı ülke bağımsızlığını ve demokrasiyi savunan politik çevreler oluşmuş, ülke ilerici-demokrat bir atmosfere yelken açmıştı. Başlangıcında olan ve “yukarı”lardan “aşağı”lara, emekçilere, halka ve örneğin liselere ve mahallelere sirayet etmemiş ya da yeni yeni etmekte olan bu atmosferi Ankara ODTÜ’de solumaya başladım. İzmir’in birçok yönüyle en ileri ortamı durumunda olan lisemizde bu yeni koşullar ve atmosferle hiç yüz yüze gelmemiş, liseden politikayla ilişkisiz biçimde mezun olmuştum.

        REKLAM

        "ÜLKENİN BAĞIMSIZLIĞINI İSTİYORDUK"

        ODTÜ’de bir Sosyalist Fikir Kulübü vardı ve ilk kez orada “sosyalist”lerle karşılaştım. Karşılaştıklarım dış çeperdendi ve ilk karşılaşmalarım benim için oldukça itici oldu. Görüntü olumlu değildi. Geceleri meyhanelere gidiliyor, içiliyor ve yalnızca laklak ediliyordu. Başka politik gruplaşmalarsa yoktu. Hemen tüm ODTÜ’lü gençlik ilerici-demokratik fikirlere sahipti ve ilerici-gerici, devrimci-faşist bölünmesi henüz ortaya çıkmamıştı. Kimi politik olarak daha gelişkin kimi daha geriydi; ancak eğilim bakımından gençlik yekpare bir bütün durumundaydı. Herkes ülkesinin bağımsızlığını ve demokrasiyi savunuyordu; ilerici, demokratik, sosyalist fikirlerin etkisi altındaydı. İzmir’den, çoğu aynı liseden gelenler, dayanışma halinde bir grup durumundaydık. “Sosyalist çevre”den karşılaştıklarıma duyduğum tepkiyle, önce, bir grup arkadaşla birlikte, adı “Ortanın Solu” ya da “Sosyal Demokrasi” derneği olan bir dernek kurduk. Ancak kuruculuk ve üyeliğim kâğıt üzerinde kaldı. Daha ilk yıl, hazırlık okurken, kendimi bir boykot örgütlenmesinin içinde buldum. Ders notlarıyla ilgili bir taleple “boykot”a gitmiş ve kazanmıştık. Burada gerçek “sosyalistler” ya da devrimcilerle karşılaştım ve huyumuzla suyumuzun tam uyum halinde olduğunu eylem içinde gördüm. Nurhak'ta öldürülen Alpaslan Özdoğan’la zaten liseden arkadaştık. Deniz’le birlikte idam edilen Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’la, Taylan Özgür ile bu ilk boykot örgütlenmesi içinde tanışıp dost olduk. Bir daha da ayrılmadık.

        "ÜLKEDE MARKSİST BİR FİKİR MİRASI YOKTU"

        Yeni olduğu için fazlaca birikimsizdi hareket, henüz emeklemekteydi. İlerici, demokratik, anti-emperyalist niteliği ve sosyalist özlemleri belirgindi. Özgürlüğe susamışlığın, yurtseverliğin bendine sığmaz bir akışı ve yükselişiydi. Üzerinde yükseldiği hemen tek birikim ise, dışarıdan ve az çok kulaktan dolma Marksist fikirlerin ötesinde Kemalist ve onunla birleşmiş demokratik/sosyalizan fikir ve deneylerdi.

        Mustafa Suphi deneyi bir yana, ülke içinde ciddiye alınabilir bir Marksist fikir mirası yoktu. Bulanık olmayan görüntü veren TİP deneyimini ise birlikte yaşıyorduk. Başlangıçta çekiciydi; ancak o da, hem Marksizm’den hem de ülkenin ihtiyaçlarından oldukça uzaktı. Başlıca, devrimci yönelime yanıt vermiyor, yeninin arayışına ve ileriye atılmaya yönelmiş gençliğin heyecanını ve devrimci duyarlıklarını karşılamıyordu.

        REKLAM

        "İLERİCİ GENÇLER HAREKETİN ÖNÜNE DÜŞTÜ"

        Ülke dışından, başlıca Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye ulaşan cılız ses de devrimcileşme sürecindeki gençliğin arayışına “merhem” olacak nitelikte değildi. SSCB, çoktan sosyalizmden caymış, sonunda Gorbaçov’la tam iltihak ettiği kapitalizmi yeniden kurmaya girişmiş ve devrimci eğilimini yitirmişti. Daha çok devrimci sloganlarıyla Che Guevera’dan etkilenerek Türkiye gençliği, 70’lere kadar o bölünmemiş pozisyonuyla, başta Denizler gibi ileri unsurlarıyla, tanışıp katılacağı değil; ama yaratıp geliştireceği hareketi oluşturma zorunluluğuyla yüz yüzeydi. Hareketin nesnelliği, beni de gençliği de kendine çekti; özellikle ilerici gençler hareketin önüne düştü.

        "MÜCADELEMİZ HALK İÇİNDE MAYALANDI"

        Devrimci oluşumu belirleyen Türkiye ve dünyanın o günkü nesnel koşulları oldu. Türkiye’de, 27 Mayıs sonrası, ilerici, demokratikleşmeye açık bir ortam oluşmuştu. Bu, kuşkusuz –kimin nasıl devirdiğinden ve sonra sürecin nasıl geliştiğinden bağımsız olarak– Bayar-Menderes yönetiminin yeni devrilmiş olmasının da bir ürünüydü. Halk içinde de ilerici, demokratik fikir ve tutumlara olan ilgi artıyor, gençlik çıkışlı devrimciler, Anadolu’da halk içinde yayılarak, gevşek bağlara sahip olarak da olsa hızla örgütleniyorlardı.

        Ülkede halka da sirayet etmekte olan ilerici-demokratik devrimci bir mayalanma vardı; ama işbirlikçi gericilik de yeterince güçlüydü. Bu karşıtlık da, henüz sınıf eksenine oturmasa ve yönü ve niteliği tam belirginleşmemiş olsa da, sınıf mücadelesinin gelişimini koşullamaktaydı. İlerici-demokratik, sosyalizan yönelimli gençlerin üniversite ve eğitim sistemine dair en basit ve sıradan talepleri ve mücadelesinin karşısına dikilen işbirlikçi gericilik, politika ve uygulamalarıyla en başta gençliği devrimcileştirici bir etken durumundaydı.

        REKLAM

        "SOSYALİSTLER İLE KEMALİSTLER BAŞLANGIÇTA BİRLİKTEYDİ"

        Yine o yıllarda Yargıtay eski başkanlarından İmran Öktem’in cenazesini kaldıracak imam bulunamazken, sosyalizan, demokratik hareket Kemalist hareketle henüz bölünmemiş güçlü bir “mihrak” oluşturuyordu. Sosyalist’inden Kemalist’ine muhalefet bütün halindeydi.

        Öte yandan uluslararası durum da devrimcileştiriciydi. Amerikan emperyalizmi, “60’ların sonlarında, kısa bir süre öncesine kadar olduğu gibi –artık bugün de Venezuella ve diğer Latin ülkelerinde ve Irak’ta, Lübnan’da aldığı darbelerle gerileme sürecine girmiştir– her istediğini yapabilecek yenilmez bir güç olarak görünmüyor, yenilgilerle boğuşuyordu. Küba’nın ardından, Afrika ve Asya’da, tüm saldırganlığına karşın geriletiliyor; Latin Amerika’da kendisine ve işbirlikçilerine karşı ayağa kalkan halkla uğraşıyordu. Bu durum, tıpkı ülke içindeki ilerici-demokratik ortam gibi, özellikle gençliği heyecanlandırıyor ve mücadeleye itiyordu. Bu nesnel koşullar, özellikle benim türümden, okumuş, iyi bir eğitimden geçmiş, ilerici ve araştırmacı yönelimlere sahip gençler üzerinde ülke sorunlarıyla ilgilenmeye yöneltici etkide bulunuyor ve devrimcileştiriyordu. Bunda, ülke gericiliğinin, henüz, bu mücadeleler içinde sonradan edineceği deneylerle kendisini yetkinleştirme işini başaramamış olmasının da kuşkusuz payı vardı.

        "HÜSEYİN'İN ÜZERİMDE ETKİSİ OLMUŞTU"

        İçimizden biri olmasına rağmen, aramızda daha gelişkin ve oturmuş kişilik özellikleriyle öne çıkan Hüseyin İnan’ın benim üzerimdeki ilerletici etkisini belirtmem gerekir. İnan (Hüseyin) ile ODTÜ’deki ilk yılımdan itibaren beraberdik, giderek çok yakınlaştık ve aramızda, hiç konuşmadan, gözlerimizle bakışarak bile anlaşabildiğimiz bir dostluk, yoldaşlık oluştu. Bir gün Filistin’e gitmeye ne dersin deyince, bir saniye bile geçirmeden “Ne zaman gidiyoruz?” diyerek hazır olduğumu belirttim ve kısa bir süre sonra 10 kadar arkadaş Ürdün sınırları içinde kalan Filistin/Şeria bölgesinde bir El-Fetih kampındaydık. Bu, biri orada ölen, diğeri de dönerek bize rehberlik eden iki kişiyi saymazsak, Türkiye’den Filistin’e ilk giden gruptu.

        Devrimcilik, ülkeyi sevmeyi, emperyalizme karşı mücadeleyi ve bağımsız, egemen bir ülkede yaşama istek ve heyecanını, halkını sevmeyi ve halka bağlılığı, talep etmeyi, kendini gerçekleştirmeyi ve halkı ve ülkesiyle birlikte kendi geleceğini özgürce kurmayı, bunun engelleriyle mücadeleyi, özgürlük ve demokrasiyi savunmayı ifade ediyordu. Ortalama bir genç ve hele iyi bir öğrenci açısından, devrimcilik tercih edilir bir şey değildi, devrimci olunurdu, o kadar. Bu kaçınılmazdı.

        REKLAM

        "YAŞAMINIZ FİLM ŞERİDİ GİBİ..."

        İşkencede, kuşkusuz sevdikleriniz, değer verdiğiniz her şey ve herkes gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Bu sanırım, ölümle yüz yüze ve her ciddi zor durumda kalışta yaşanıyor. Şarkışla civarında kırsalda bir çukurda sıkıştırıldığında, benzeri bir film şeridinin gözlerinin önünden geçtiğini, cezaevinde karşılaştığımızda Deniz de anlatmıştı. Bir yanı bu oluyor kaygılarınızın. Bu, yaşama bağlılık yanı. Bir diğeri ise işkencenin verdiği acılara dayanmak; ama uğruna mücadele ettiğiniz değerleri savunmaktan, halka ve mücadele yoldaşlığına bağlılıktan geri düşmemek, halka ve onun içinden süzülüp gelen ve mücadele eden kimseye zarar vermemek. Bu da, ölümü göze alma yanı.

        İki kez tutuklandım. Birincisi 31 Mayıs 1971’de Nurhak'ta yaralı yakalandığımdaydı. Bu olayda, arkadaşlarım işkence görürken, ben görmedim. İşkence kaldıracak halde değildim, vücudumda hemen hiç kan kalmamıştı ve sağlık ocağına zor yetiştirilmiştim. Aylarca ayağa kalkamadım. İşkence görecek durumda olmadığım için, yaşamam için tedavi ettiler. (Gülüyor...)

        "DİŞİNİZDEN VERİLEN ELEKTRİĞİ BEYNİNİZDE HİSSEDİYORSUNUZ"

        İkincisi de zaten 12 Eylül oldu. Darbeden 7 ay sonra tutuklandım. Gözaltı süresi 15 gündü. Sanırım bir haftası Sirkeci'de şu an Adliye binası olan Sansaryan Hanı, kalanı Gayrettepe olmak üzere 110 gün işkenceye maruz kaldım. Gayrettepe'ye götürmeden önce Sansaryan'a özellikle götürüyorlardı ve burada çabuk sonuç almak için şiddetli bir dayaktan geçiriyorlardı. Elektriği de yaygın olarak kullanırlardı. İşkence türleri, yani bizim kuşağın gördüğü işkence benzerdi; ama herkesin yaşadıkları inanın başka başka acılardı. Mesela elektriği vücudunuzun her yerinden veriyorlardı; ama bana dişimden verdiklerinde çok daha şiddetli hissediyordum, daha iyi bir iletken miydi bilmiyorum; ama doğrudan beyninizin o ceryana kapıldığı hissini yaşıyordunuz. Benim sorgum 3.5 aya yakın sürdü ve bittiğinde cinsel organım çevresinde halka şeklinde bir morluk belirdi. İki aya yakın ağrılı bir şekilde idrarımla kan attım.

        REKLAM

        "FALAKADAN SONRA YÜRÜTÜRLERDİ, ERTESİ GÜN DEVAM ETMEK İÇİN"

        Askıya çekip, elektrik vermeye başladıklarında belinize geçirdikleri lastiği sallayarak acınızı katlarlardı. Bir de birbirlerine top gibi fırlatıyorlardı. Bu fırlatmaların bir bölümünde sizi yakalayan bir çift el olmuyor, buz gibi bir duvar oluyordu tabii. Bu lastiği falakada da kullanırlardı ve falakadan sonra ayaklar kan toplamasın, patlamasın diye özellikle yürütürlerdi. Neden bunu yaparlardı? Eğer ayağınız patlarsa bir sonraki gün işkence devam etmeyeceği için bu onlar için kayıp olurdu. Falakada da askıda da elektrikte de acıdan bayılmanız kadar doğal bir şey olmaz. Buz gibi çıplak bir betonda yatmak bile kendi başına işkencedir; çünkü insanlık dışı bir muamele vardır. Ama bazen o buz gibi betonda yatmak, bir bakıma kurtuluş, dinlenme yeri gelir insana. Ben bana işkence yapanın sesini üzerinden 27 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ hatırlıyorum. İyi polisi oynayan ve yüzünü göstermekten çekinmeyen polisin yüzünü de...

        "TKP'Lİ HAYRULLAHOĞLU'NU İŞKENCEDE ÖLDÜRDÜLER"

        12 Eylül Türkiye'sinde on binlerce işkence yaşandı. Bunlar arasında tacizler de oldu, ancak bu dönemde taciz yaşayan biri bunu söyleyemez. Bizim sorgumuzun yapıldığı Gayrettepe'de çivili sopaların kullanıldığını duyuyorduk. Bu dönemde TKP Türkiye Sorumlusu olduğu iddia edilen Mustafa Asım Hayrullahoğlu'nun işkencede kaybı sözkonusu olmuştu. Yani bir yandan acı yaşarken bir yandan gidenlerin de tanıklığını yapıyordunuz. İşkencede bizim farkımız sadece öldürmemeleri oldu.

        12 Eylül'ün bende bıraktığı psikolojik bir iz oldu mu bilmiyorum; çünkü kaldığım yerden devam ediyorum; ancak fiziksel olarak hasar yarattığı kesin. Dişimden aldığım elektrik nedeniyle her yıl bir dişim döküldü. Boyun ve belimde fıtık oluştu.

        REKLAM

        "İŞKENCE ÖNCESİ ASKERİN UZATTIĞI SİGARAYI UNUTAMAM"

        Bir süre sonra onlara elbette hak vermiyorsunuz; ama felsefesini, inanın çözüyorsunuz. Meselâ sizden bilgi alamadıklarında, bilgi alabilecekleri üzerinde yoğunlaşıyorlar. Evet, yaptıkları insana yakışmıyor; ama sonuçta onun orada bulunmasının amacının işkence olduğunu kanıksıyorsunuz, bundan sonra da zaten iki taraflı bir sinir mücadelesi yaşanıyor.

        Karşı tarafı insani olarak içselleştirmediğiniz zaman daha güçlü olabiliyorsunuz. 110 günlük işkence sürecinde orada insanlarla tanışıyorsunuz. Bir iletişim başlıyor. Ben işkence için koridorda beklerken başımda nöbet tutan itikâtli bir askerin, direndiğim için bana hayranlık duyduğuna tanık oldum. Aynı askerin uzattığı bir dal sigaranın anlamı o günün koşullarında inanın beş yıldızlı bir otelde bir hafta tatil bahşetmesine eşdeğer bir mutluluktu dışardaki bir insan için.

        Sorgumun tamamlanmasının ardından yasadışı örgüt kurucusu ve yöneticisi olarak 7 yıl hapis yattım. Gayrettepe'den sonra Selimiye Kışlası'nın altında at ahırı olarak kullanılan bölümlerde robotlaşmamız istendi. Buna iki defa karşı geldiğimiz için 20-30 kişilik bir asker grubu tarafından tam anlamıyla çiğnendik.

        Sonra iki yıl Sağmalcılar Özel Tip'te, 5 yıl kadar da Metris Askeri Cezaevi'nde kaldım. Metris'te de çok dayak vardı. Orada, herkese "Komutanım" dedirtmek için çok döverlerdi. Ama çözümsüz değildik, herkesin Lasonil pomadı vardı. Koğuşta da ağır bir Lasonil kokusu tabii. (Gülüyor)

        "SIKIYÖNETİMİ İHLAL ETTİ DİYE BİZDEN ÇOK DÖVMÜŞLERDİ"

        Sıkıntılı anlarda akılda kalan ve yıllar sonra gülümseten anektodlar da oldu elbet. Benim aklımda kalan ilk olay, işkencehaneden sonra Selimiye Kışlası’na götürüldüğümüzde yaşandı. Selimiye girişinde, o günlerde boyutları küçümsenmeyecek bir “Hoş geldin dayağı” adettendi. Gelen herkes istisnasız bu sıra dayağından geçerdi. Girişte “görevli askerler” neden tutuklandığını, hangi davadan (örgütten) olduğunu sorar, buna göre “muamele” ederlerdi. Bu “görevli askerler” kışlalardan özel ve gönüllü olarak seçilip gönderilenlerden oluşurdu ve “bizim görevliler” arasında İstanbul-Maltepe Ülkü Ocağı Başkanı gibi tümü aynı kategoriden askerler bulunuyordu. Burada hiçbir örgütle ilgisi olmamasına rağmen sadece sıkıyönetimi ihlâl ettiği ve askerle tartıştığı için bir çocuğu getirmişlerdi, “Neden geldin?” diye sordular… “Sıkıyönetim yasağına uymamak, askerle tartışmak” yanıtını vermesiyle birlikte “Vay! Askere ha..!” nidaları arasında, biz gizli örgütten gelenlerden çok bu çocuğu hırpaladılar. Yasadışı örgüt dese belki o kadar dayağı yemezdi. O zaman çok üzüldüğüm bu olayı şu an biraz tebessümle karşılıyorum ama yine acıyorum.

        REKLAM

        "HÜCREDEN HÜCREYE KURUYEMİŞ İKRAMI"

        İkinci olayla da ertesi gün “cezaevine alıştırma” işlevi yüklenmiş Selimiye’nin koridora bakan hücrelerinde karşılaştım. Robotlaştırıcı emirlere uymayı reddeden biz 5 kişiyi, 20-30 asker koridorlarda ölümüne dövmüş, aynı tutumu iki kişi sürdürmeye devam etmiş ve şimdi kestiremediğim bir süre aynen “top gibi oynama” ya da “paspas gibi çiğneme” olarak tanımlanabilecek işlem devam etmişti.

        Sonunda “saçından tırnağına” her yanımız mor da değil simsiyah halimizle ikimizi bir hücreye atmışlardı. Arkadaşım fenalaşıp hastaneye kaldırılınca tek kaldığım hücreye gelen bir asker, önce saygısını belirtip, “Ağabey merak etme, biz de faşistlere aynısını yapıyoruz” demişti. Hemen arkasından da idam hükümlülerinin kaldığı bu hücrelerin yanımdakinden “selamlar” ve sigarayla kuruyemiş türü yiyecekler gönderilmişti. Kimden olduğunu sorduğumda 5-6 devrimciyi öldürmekten idam cezasına çarptırılmış (sonra bu cezası bozuldu ve serbest bırakıldı) C.’den olduğu söylendi. Bense bir yandan gülerek, askere “Hemşehrim kimin hıncını kimden alıyorsun?” derken, C.’nin hediyelerini iade etmiştim.

        "AH, KEŞKE PİŞMANLIĞI YAŞAMIYORUM"

        “Bunları yaşamasaydım” dediğim hiç olmadı. Bir dizi bir daha yapmayacak olduğum hatalarım bir yana, yaşadıklarımdan yana bir sıkıntım yok, hem de “ah, keşke...” dememek deneylerimin bana kazandırdıklarıyla bir parçam gibi oldu; ders çıkarmanın ötesinde, “bunları yapmasaydım...” demenin “pişmanlıklar”ın hiçbir anlamı olmadığını öğrendim.

        Bir yönüyle doğumumdan başlayan, bilinçli seçim olarak ise 16 yaşımdan itibaren yaşamımı aynı çizgi üzerinde sürdürüyorum. Tabiî deneylerim işime yarıyor, olgunlaştırıyor. Gençlikten her gün biraz daha uzaklaşmak ise olgunlaşmaya karşın, fiziki yetersizliklere neden oluyor. Ama, asıl olarak, büyük zigzagları, ezber bozmaları ya da döneklikleri olmayan bir yaşamı, mücadeleci kişilikten taviz vermemeye çalışarak, sürdürüyorum. Hâlâ emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşıyım. Bugün hâlâ hiç malım-mülküm yok, siyaseti rant aracı olarak görmedim, böyle davranmadım ve üstelik hâlâ mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi yanlısıyım.

        "ABD EMPERYALİZMİNİ GENÇLER GÖRMEKTEDİR"

        Amerikan emperyalizminin birkaç yıldır her istediğini yapmaya muktedir olmadığı, yeniden, giderek daha çok sayıda insan ve özellikle genç tarafından görülmeye başlanmıştır. Ve ülke içindeki 12 Eylül’ün yerleştirdiği karanlık dönem, yasakları ve dayatmalarıyla, hem çok can yakmıştır hem de ülkenin ve gençliğin hiçbir derdine merhem olmadığı yine giderek daha çok görünür olmaktadır. Saldırganlık ve dayatılan karanlığın karşı tepkileri çoğaltarak mücadele eğilimlerini kışkırtması ve aydınlığı yakınlaştırması, ülke ve dünya tarihinin bir dersidir...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ