Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Tayfun MATER (Devrimci Yol’un 8 No’lu Sanığıydı)
        .png
        .png

        BABASI, HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI'YDI

        1968-69 yıllarında ben öğrenci olaylarının odağındayken, babam Reşat Mater, Orgeneral rütbesiyle Hava Kuvvetleri Komutanı’ydı. Ekonomik durumumuz iyiydi ve ailemin siyasi görüşü CHP’ydi. Babam dışında ayrıca üç amcam da Türk Silahlı Kuvvetleri mensubuydu. Sosyal demokrat bir ailede yetişmiştim.

        1964-65 yıllarında, Lise 2. sınıfa giderken, “Kıbrıs”la ilgili gösterilere katılarak siyasetle tanıştım. İlerleyen yıllarda Amerikan müdahaleciliğine karşı anti-Amerikancı çizgim gelişti ve Devrimci Yol içinde yer alıp, 12 Eylül’de hareketin sekizinci ismi olarak yargılandım.

        REKLAM

        FİKİR KULÜPLERİNDEN ÖN SAFLARA

        1966, benim ODTÜ’ye girdiğim yıldı ve Fikir Kulüpleri örgütlenmeleri vardı. Ben de bu Fikir Kulüpleri’nin içerisinde yer almaya başlamıştım. 12 Kasım 1966’da Ankara’da NATO ile ilgili bir gösteriye katıldım. Bu gösteriye CKMP’nin yeni örgütlemeye başladığı komandolar saldırdı, bu dönem benim siyasi çizgimin oluşmaya başladığı dönem oldu. Daha sonra ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’ne (SFK) katıldım ve onun içinde çeşitli görevler üstlendim.

        6 Ocak 1969’da ABD Büyükelçisi Robert Kommer’in arabasını yakanlar arasındaydım. 70’li yılların başından itibaren işin şekli biraz daha değişti ve silahlı hareketlenmeye doğru gidildi. Bazı arkadaşlarımızın Filistin’e gitmesi ve Türkiye’ye dönmesinin ardından 1971 gibi THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) kuruldu. Sonra aynı tarihlerde THKP/C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi) ortaya çıktı. ODTÜ’deki grubumuzla birlikte biz Mahir Çayan’ın önderliğindeki THKP/C içerisinde yer aldık. Bir bölümümüz bir tarafa diğer bölümümüz bir tarafa geçtik, biz cephe sempatizanlarıydık.

        Tayfun Mater, İncirlik Üssü'nün kapatılması için düzenlenen protesto gösterisinde açıklama yaparken.

        '5 MART OLAYININ ARDINDAN 2.5 YIL MAMAK'TA YATTIM'

        24 Ocak’ta (1971) bir banka soyuldu ve Deniz Gezmiş aranmaya başlandı. Bizim okulda olduğu söylendi ve ondan sonra 3 kişinin hayatını kaybettiği, onlarca öğrencinin yaralandığı ODTÜ’de 5 Mart Olayı yaşandı.

        12 Mart Muhtırası’nı tetikleyen olay bence bu olaydı. Bir öğrenci, bir jandarma eri ve bir aşçı hayatını kaybetmişti. Gece Rektör Erdal Bey (İnönü) ile Ankara İl Jandarma Alay Komutanı Mehmet Öztoprak geldi ve arama yapacaklarını söylediler. Biz yalvar yakar olduk, çünkü Denizler orada değildi. Ne dediysek inanmadılar ve Kırşehir’den, Nevşehir’den getirilen jandarma taburları yurtları sardı. Ardından da yurtlara çok şiddetli ateş açıldı. Saat 11.00 gibi yaralı sayısının artması üzerine elime beyaz bir bez parçası alarak yurttan dışarı çıktım. Megafonla yapılan uyarının ardından ateş durdu. Albay ile konuşup yaralıların çıkarılmasını söyledim. Önce “Hayır” dediler ve şiddetli bir ateşin ardından yaralıların yurttan çıkarılmasını daha sonra kabul edip, izin verildi. Bir jandarma er hayatını kaybetti, ancak ben o erin hâlâ nasıl öldüğünü anlamıyorum. Yurtlarda yapılan aramalarda 4-5 tane tabanca bulunduğu söylendi. ODTÜ bekçilerinin av tüfekleri sanki bizimmiş gibi bulundu ve o yönde açıklama yapıldı! Bu olayın ardından, Anayasa’yı ihlalden 4.5 yıl ceza aldım ve 2.5 yıl Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldım.

        REKLAM

        "IRAK'TA YAŞANANLARIN BENZERİNİ YAŞIYORDUK"

        1974’te Ecevit Affı’yla birlikte birçok kişi çıktı, ben de okuluma döndüm. Her şey normal gidiyordu aslında, yani çok büyük bir gerginlik yoktu. 70’lerin sonundaki çatışmalı, kanlı ortam da yoktu. 1974 yılında İstanbul’da Vatan Mühendislik’te bir öğrencinin öldürülmesinin ardından fırtına kopmaya başladı. 80’e kadar her geçen gün bu çatışma ortamı daha da tırmandı.

        1977'nin 1 Mayıs’ıyla birlikte Dev-Genç’te ayrılık başlamıştı. 77’de çoğunlukla İstanbul’da olan arkadaşlarımız Devrimci Sol, Ankara ağırlıklı olmak üzere, Türkiye’nin pekçok yerinde Dev-Genç içinde bulunan arkadaşlar Devrimci Yol’dan yana olmak üzere ayrıldı. 1978-80 arasında Irak'ta, Suriye'de ne yaşanıyorsa ona yakınını yaşadık. Her gün yirmi, otuz kişi hayatını kaybeder olmuştu. Çoğu solcu olmak üzere 6 bine yakın insan hayatından oldu.

        "BENİ 8'İNCİ SIRAYA KOYDULAR"

        Ben, darbeden 2.5 ay kadar sonra, 26 Kasım 1980’de Ankara’da bir evde yakalandım. Ama ondan önce yaklaşık bir hafta takibe alındım. Onu farkettikten sonra bir süre dolaştırdım ve bir ev baskınıyla beni aldılar. Beni gözaltına aldıklarında, istihbarat sözcüğünü kullanmak istemiyorum, Devrimci İstihbarat Teşkilâtı (DİT) Sorumlusu olarak suçladılar ve bununla anıldım. Ancak görev ve sorumluluk olarak bunu kabul etmiyorum, çünkü öyle bir örgütlenme değildi. Benim çalışmam bilgi edinme ve bu bilgileri düzenli bir biçimde arşivlemekle, saklamakla ilgiliydi. Oldukça güçlü bir yapımız vardı. O dönem için örgüt içindeki görevime Dev-Yol’un Bilgi Ağı Sorumlusu denebilir. (Gülüyor)

        Biz o zaman Merkez Komite olup olmadığını da bilmezdik açıkçası. Onlar, daha çok mahkemelerde “MK yedi kişiden oluşur„ diye biraz da yakıştırma biçiminde oldu. Sorumlu arkadaşlarımız elbette vardı; ama ben Dev-Yol’da MK olduğunu, dava sırasında öğrendim, öyle suçladılar çünkü… Sıralamada beni sekizinci isim olarak kabul ettiler ve idamla yargılanıp, 16 yıl ceza aldım.

        REKLAM

        “BİZİ ANKARA DAL'DA SORGULADILAR"

        Yakalanır yakalanmaz, Ankara’da DAL’a (Derin Araştırma Laboratuvarı) götürdüler. O dönem devrimcilerin büyük bölümü DAL’da sorgulanıyordu. Orada önce benim hakkımda bildiklerini söylediler; ancak fazla bir şey bilmiyorlardı. Benim MK Üyesi olduğumu düşündüler ama o konuda hakikaten rahattım, işin o kısmı varsa bile bilmiyordum. Ancak MK Üyesi olarak yargılanan arkadaşlarım da benim iş alanım hakkında bilgi sahibi değillerdi pek. Benimki birkaç arkadaşın birlikte çalıştığı özel bir durumdu. Çeşitli adreslerde el yazmalarının çıkmasıyla da birtakım değerlendirmelerde bulundular. MİT’le ilgili önemli bir liste vardı, yok edildi. Ele geçen diğer bilgi notlarını ise mahkemede Hakim: “Bunlar nedir?” diye sordu. Ben de bazı dokümanlara ilişkin yöneltilen bu soruya, “Bunlar bilgidir” demiştim. “Ne işe yarar?” diye sorunca da, “Türkiye’nin nereye gittiği belliydi, bu bilgiler kullanılır diye düşündüm” yanıtını vermiştim.

        Tayfun Mater (sağda), ODTÜ'deki yurtlara yönelik müdahale sonrası bir albayla konuşurken.

        "BAŞIMIZA GELECEKLERİ BİLEREK MÜCADELE ETTİK"

        Bende o dönem kalınan ya da kullanılan ev adresi yoktu. Biz ayrı bağımsız çalıştığımız için bu konularda açıklayacak bir bilgi yoktu ve açıkçası diğerlerine oranla biraz daha şanslıydım. Ancak eylem ve eylemle bağlantılı isim konusunda zorladılar ki onunla ilgili de onlara bilgi veremezdim.

        Bende bu tür şeyler olmadığı için, DAL Grubu’ndaki MHPli’lerde bu durum ister istemez bir hınç oluşturdu ve ben bunu bariz olarak işkencemde hissettim. Düşündükleri, “Sen, bizden bu kadar insanın ölümüne neden oldun!” biçimindeydi. Ben DAL’da 60 gün kaldım. Bu 60 günün ardından da 5.5 yıllık Mamak Cezaevi süreci başladı, orada da işkence vardı. Ben mahkemede, “Tamam bizim düşüncemiz belli, başımıza gelecekleri bilerek mücadele ettik. Alın bir duvarın önüne koyup, kurşuna dizin bizi; ama bir yargılama safhasına sokuyorsanız; bazı kurallar var, onlara uymak gerekiyor” dedim. Yani bizi yargılıyorlarsa, kurallara uymaları gerekirdi, yargılamıyorlarsa zaten mahkemeye gerek yoktu. Türkiye’de 650 bin insan gözaltına alındıysa; bunun 600 bini işkence gördü.

        REKLAM

        "BANYODA SOĞUK SU HÂLÂ BENİ GERİYOR"

        DAL’da Devrimci Yol’cular gerçekten ağır bir işkenceden geçti. Tazyikli ve soğuk suyla yapılan işkencede o su, ayaklarınızı yerden kesip sizi duvara çarpacak kadar şiddetlidir. Ankara’nın Kasım ayı soğuğuna o suyu ekleyince –8/-10 dereceyi buluyordu. Suyla yaptıkları işkence aklıma ilk gelen işkencedir, çünkü ben hâlâ banyoda soğuk su vücuduma değdiğinde gerilirim. Korkunç tazyikli ve soğuktu, ciğerleri mahvetmek için kullandılar. Ben tahliye olduktan sonra 86 Mayıs’ında askere gitmeden, babam Hava Kuvvetleri’nin hastanesine götürüp baştan aşağı bir muayeneden geçmemi istemişti. Orada röntgenlerime bakan Doçent Komutan, “Ne oldu senin ciğerlerine, bembeyaz olmuş” diye sordu ve askerde akciğerlerim nedeniyle eğitimden muaf sayıldım.

        "DAL’DA TESTİS SIKMA OLAYI VARDI"

        Askı ve elektrik de çok kullandılar bize. Ancak DAL’da “testis sıkma” olayı vardı. Korkunç bir acı verirdi. Testislerinizi avuçlayıp, patlaması için sıkarlardı. Bu acıyı erkekler tahmin edebilir, iki arkadaşımızın burada testisleri sıkılarak patlatıldı. Falaka ve elektrik sistemli olarak herkese uygulandı zaten o dönem. Bize yapılan işkenceler arasında gözler bantlıyken, her iki kulağın üzerine aynı anda çok şiddetli yumruk gibi tokat atılırdı. Bu tokat tek taraftan indiğinde insanı yere düşürecek kadar şiddetliydi ve kafanızın içinde o basıncı bir anda hissederdiniz, sonra baş ağrısı tabiî. 13 Aralık 1980’de Behçet Dinlerer’i DAL’daki işkencelerde kaybettik.

        REKLAM

        "İŞKENCEDEN SONRA BABAMLA GÖRÜŞTÜM"

        Gözaltına alındıktan 15 gün sonra, babam beni görmeye geldiğinde bu işkenceden çıkmıştım. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı olduğu için Sıkıyönetim’deki isimleri tanıyordu ve Ankara Emniyeti’ne gelip benle görüştü. Sol kulağımdan kan geliyordu ve önce babam sonra siyasi şubenin müdürü bunu fark etti. Bunun üzerine Şube Müdürü, “Paşam, bu aralar hava çok soğuk, dikkat ediyoruz ama…” falan dedi. Babam hiçbir şey söylemedi, kısa bir süre birbirimizin gözlerine baktık ve vedalaştık.

        Bu vurmaların etkisiyle sekiz yıl sonra yirmi yaş dişimin ağrısıyla diş doktoruna gittim. Doktor dişimi çekemedi, ağzımın içinden parça parça aldı.

        Mamak’ta 5.5 yıl kaldım. Ama orası da ayrı bir cehennemdi ve koşulların iyileştirilmesi için 42 gün açlık grevi yaptık. Bunun ardından da hastanelere taşındık, orada da çok acılar yaşandı.

        "SİYASİ FAALİYETLERİMDEN ÖTÜRÜ BABAM ZOR DURUMDA KALDI"

        Babam asker kökenliydi; ama gerçekten çok demokrattı. Ağabeyime de bana da asker olmamız konusunda baskısı hiç olmadı. Ağabeyim güzel sanatlar ben mühendislik okudum. Zor durumda kaldı mı, evet zor durumda kaldığı oldu. 6 Ocak 1969’da Kommer’in arabasının yakıldığı olayın ardından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın genel sekreteri tarafından “ikaz” edildi. O da “Ben oğluma karışmam, 18 yaşını bitirmiştir.” yanıtını vermişti. Cumhurbaşkanı Sunay ile arası iyi değildi; görev süresi dolmadan Demirel Hükümeti kendisinin görev yerini değiştirdi ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na Muhsin Batur’u getirdi. Demirel’in daha sonra “Hayatımda yaptığım önemli hatalardan biridir” dediğini duyduk; çünkü 12 Mart Muhtırası’nın etkin isimlerinden biri Muhsin Batur’du. Babam öyle bir işe girmezdi, 27 Mayıs’ta da yer almamıştı; öyle bir örgütlenmeye izin vermezdi, meşru yolları kullanırdı.

        Gençliğe yazık oldu diye bakmıyorum; çünkü biraz kaba kaçıyor belki ama her işe kalkıştığında bir bedeli vardır bunun. Siyasi olarak özellikle şiddete yönelik bir işe kalkıştığınızda sonucuna katlanmayı bileceksiniz. Hiçbir şekilde ağlamak, “Bana şunu bunu yapıyorlar” diye söylenmek olmaz. Bu sol için de sağ için de geçerli. Kim eline silah alıyorsa bunun sonucuna katlanır. Ancak bu asla işkencenin meşru olduğu anlamına gelmiyor.

        REKLAM

        "SOL KENDİNİ TOPARLAYAMADI"

        12 Mart da 12 Eylül de tamamen bir Amerikan politikasının Türkiye’de işlemesiydi. Böyle bir ülke istiyorlardı: “Buyursunlar…” Egemenlerimiz beğeniyorsa bu ülkeyi buyursunlar. Siyaset tamamen yok edildi, tamamen üç kağıda, ranta yönelinip, kapitalist egemenliğin en aşırı ve bağnaz biçimde uygulandığı bir ülke yaratıldı. Nasıl yaptılar, solu yok ederek yaptılar. Sağa bir şey olmadı; çünkü sağ hep iktidardaydı. İslamcısı iktidarda, milliyetçisi, liberali iktidarda… Sol kendini toparlayamadı. Gençlik olarak bakacak olursanız, her üniversitede 100-200 tane duyarlı genç var. Türkiye’de işkenceyle ilgili bir film yaptılar; ancak 200 bin kişi seyretti (Eve Dönüş filminin gösterime girmesinin üzerinden bir ay geçmişti). İnsanlar böyle bir şeyi görmek istemiyorlar böyle bir şey kafalarında kalmamış. 600 bin insan işkence gördü, aileleriyle birlikte en az iki milyon insan bunu yaşadı; ama toplum gözlerini kapamaya devam ediyor.

        "TÜRKİYE'NİN BAŞINDAKİ BELA İNCİRLİK ÜSSÜ'DÜR"

        Türkiye ne olursa olsun, 53 İslam ülkesi arasında tek burjuva-demokrasisinin var olduğu ülke. Boşuna bir ülkeyi AB adayı yapmazlar, en basiti bu. Bunu unutmamamız gerekiyor. Global anlamda Türkiye dünyanın en büyük 16.,17. ekonomisine sahip bir ülke. 2025-2050’ye doğru kapitalizmin güçlenmesi elbette sürecek ve Türkiye de bundan nasibini alacak. Bize düşen duyarlı insanlar olarak ezilenler, yoksullar ve onların çıkarları için koşulları düzenlemek. Bunun yanında savaş karşıtı olarak mücadele etmek tabii.

        Türkiye’nin başındaki en büyük bela İncirlik Üs’sü oldukça Türkiye kendini bir savaş psikolojisinden kurtaramaz. Yarın İran’da, Suriye’de bir şey olsa İncirlik akla gelecek. İncirlik’teki nükleer başlıkların sökülmesi ve daraltılması gerekiyor.

        "YILMA DURAK, ÇOK AĞIRBAŞLI BİRİSİYDİ"

        Mahkûmiyet dönemimde Yılma Bey ile tanışmıştım. Yılma Durak’ın hücresinde tadilat vardı ve Mamak Cezaevi’nde Yılma Durak ile bir süre aynı hücrede kalmıştık. İki solcu iki sağcı aynı hücreyi paylaştık. Yılma Bey, Kemal isminde sağ görüşlü bir arkadaş, ben ve Mustafa… Çok ağırbaşlı bir insandı Yılma Bey. Ülkücüler üzerinde de çok etkili bir isimdi. Beni şaşırtan kendisinin cezaevinden çıktıktan sonra siyasette aktif bir rol almaması oldu; çünkü gerçekten aktifti.

        Kürt konusu üzerine konuşmalarımız olurdu, birbirimize kitap alıp verirdik. 1.80 cm’e, 2.40 cm içinde tuvaleti de bulunan bir hücrede aynı ranzanın altında biz, üstünde onlar yatardı.

        Ben Mamak’ta hücreye girdim ve 5.5 yıl sonra hücreden çıktım. Saat 06.00’da kaldırırlar, karavana getirirlerdi. Saat: 08.00 gibi sayım yapılırdı, İstiklal Marşı’nın istedikleri kıtasını okuturlardı, sonra toplu olarak okunurdu. Günde 30'ar dakikalık 2 defa havalandırma hakkı olsa da çıkartılmazdık. Konuşma, hem hücreler arasında hem de havalandırmada yasaktı. Havalandırma sırasında bile şiddet vardı.

        "İŞKENCECİNİN BELGESİ EVREN'İN TAKDİRNAMESİ"

        DAL’ın ardından Mamak’a getirilip hücrelere konduk. DEV-YOL Davası’nın 1 numaralı sanığı Oğuzhan Müftüoğlu, bize işkence yapan bir polisi teşhis etti. Önce sesini hafızasına kazıyan Müftüoğlu, ifadelerin imzalandığı sırada bu sesin sahibinin kim olduğunu teşhis etti. Ardından da işkence yapan bu polisin çok güzel bir resmini yaptı. Bu polis hakkında dava açıldı. Bir ay sonra işkenceci polis mahkemede sanık sandalyesinde karşımızda oturuyordu. İşkence doktor raporlarıyla sabitti. Teşhis, tanıklık her şey tamamdı. Polisin ceza alacağı kesindi. Mahkemenin karar vereceği günün sabahında mahkeme hâkimi başka yere tayin edildi. Yerine getirdikleri hâkim, bizi dinlemeden polis hakkında beraat kararı verdi. Avukatımız İbrahim Tezan o mahkeme dosyasına, işkenceci polis tarafından, savunma delili olarak, bir belge sunulduğunu tesbit etmişti: Kenan Evren tarafından, "üstün hizmet belgesi" olarak verilmiş bir takdirname!

        1986 Mayıs’ında cezaevinden çıktım ve Ekim gibi askerliğimi tamamladım. TMMOB’da görevliydim ve tekrar buraya döndüm. Siyasetten kopmadım ve ÖDP’nin içinde yer aldım. 2002 yılının ortalarından bu yana da Irak’ta devam eden savaş nedeniyle Savaş Karşıtı Hareket’in içerisinde bulunuyorum. Sözün özü, ben 40 yıllık bir eylemciyim (Gülüyor).

        (Alper Uruş'un, 12 Sanık 12 Tanık isimli kitabından alınmıştır.)

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ