Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Polemik Birileri bu fotoğraftan utanır mı?

        İsrail'in ambargo altındaki Gazze'ye insani yardım götüren gönüllülere saldırması ve 9 kişiyi öldürmesi sadece Türkiye'de değil, dünya çapında büyük tepki gördü. Öyle ki; birçok ülkenin metropollerinde olduğu gibi İsrail'in kadim müttefiki ABD'nin kalbi New York'ta bile ellerine Türk bayraklarını alan binlerce kişi sokaklara döküldü ve bu dehşeti protesto etti. Yan tarafta gördüğünüz ve New York'taki protestolarda çekilmiş fotoğraf, İsrail'in yaptığı vahşetin vehametini azaltmaya çalışmasının beyhude bir çaba olduğunun en açık göstergesi olsa gerek. İsrail'in gardını sadece küresel çapta sokağa inerek İsrail'i protesto eden, "Gazze'ye Özgürlük" mesajını tüm dünyanın kulaklarına bağıran kitleler yerle bir etmedi. Başta Yahudi entelektüeller olmak üzere dünya basınının entelektüel kalemleri her gün milyonlarca kişiye ulaşan sütünlardan omuz verdiler meydanlardaki çığlığa. Hemen hepsinin kaleminden ambargo altında ezilen Gazzelilere bin umut, İsrail'e ise öfke dökülüyordu. İşte milyonların gözünün Filistin'e çevrilmesini sağlayan olay sonrası "Gazze'ye özgürlük" sloganını küresel ritüele dönüştürebilecek o yazılar:

        İsrail güç sarhoşu

        Amos Oz - The Guardian

        Yahudiler 2 bin yıl boyu kendi sırtlarına inen kamçılar olarak tanıdıkları güce sahip olunca mantıksız davranmaya başladı. Hamas'ı Gazze'yi ablukaya alarak ezmek imkânsız

        Yahudiler 2 bin yıl boyu gücün gücünü, sadece kendi sırtlarına inen kamçılar şeklinde tanıyordu. Son on yıllardaysa biz kendimiz de güç kullanmaya muktediriz. Bununla birlikte, bu güç bizi tekrar tekrar zehirledi. Tekrar tekrar, karşılaştığımız her sorunu güç kullanarak çözebilec-eğimizi zannediyoruz. Tıpkı atasözünde dendiği gibi: Elinde büyük bir çekiç olan adama bütün sorunlar çivi gibi görünür.

        İsrail’in kuruluşundan önceki dönemde Filistin’deki Yahudilerin büyük bir bölümü, özellikle de aşırı milliyetçi İrgun grubunun mensupları, askeri gücün her türlü hedefe ulaşmak için, Britanya’yı ülkeden def etmek ve devletimizi kurmamıza karşı çıkan Arapları kovmak için kullanılabileceğini düşünüyordu.

        Devletin kurulmasından sonraki dönemde, Filistin’deki Yahudi nüfusunun büyük bir kısmı gücün sınırlarını idrak edemedi ve her amaca ulaşmak için güç kullanılabileceğini düşündü. Neyse ki, İsrail’in ilk yıllarında David Ben-Guiron ve Levi Eşkol gibi liderler, gücün sınırları olduğunu gayet iyi biliyordu ve bu sınırların dışına çıkmamak için dikkatli davrandı. Fakat 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan bu yana İsrail askeri güce takılıp kalmış durumda. Mantra şu: Güçle yapılamayan şey daha da büyük bir güçle yapılabilir.

        İsrail’in Gazze ablukası bu bakış açısının yan ürünlerinden biri. Bu bakışın kökeninde şu yanlış varsayım var: Hamas silahların gücüyle yenilgiye uğratılabilir; ya da daha genel ifadesiyle, Filistin sorunu çözülmek yerine ezilebilir.

        Fakat Hamas bir terör örgütünden ibaret değil. Hamas bir fikir. Birçok Filistinli’nin perişanlığından ve öfkesinden ortaya çıkmış, çaresiz ve fanatik bir fikir. Tarihte hiçbir fikir güçle yok edilememiştir; ablukayla, bombardımanla, tank namlularıyla ve deniz komandolarıyla yenilgiye uğratılmamıştır. Bir fikri yenmek için daha iyi, daha cazip ve kabul edilebilir bir fikir ortaya koymanız gerekir. İsrail’in Hamas’ı bir kenara itmesinin tek yolu, Batı Şeria ve Gazze’de 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet kurulması konusunda Filistinlilerle bir an önce anlaşmaya varmaktır.

        İsrail Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ve onun hükümetiyle barış anlaşması yapmak ve böylelikle İsrail-Filistin ihtilafını İsrail’le Gazze arasındaki bir ihtilafa indirgemek zorunda. Gazze’yle ihtilafsa ancak nihayetinde Hamas’la müzakere ederek, ya da daha mantıki olarak, Abbas’ın Fetih hareketini Hamas’la entegre ederek çözülebilir. İsrail Gazze’ye giden 100 gemiye daha el koysa bile, Gazze’yi işgal etmek için 100 kere daha asker gönderse bile, ordusunu, polisini ve gizli kuvvetlerini kaç kere daha seferber etse bile sorunu çözemez.

        Sorun şu ki, bu topraklarda sadece biz yaşamıyoruz ve bu topraklarda sadece Filistinliler de yaşamıyor. Kudüs’te sadece biz ya da sadece Filistinliler yaşamıyor. Biz, yani İsrailliler ve Filistinliler bu basit olgunun mantıksal sonuçlarını kabul etmedikçe, hepimiz daimi kuşatma halinde yaşayacağız - Gazze İsrail kuşatmasında, İsrail’se uluslararası toplumun ve Arapların kuşatmasında olacak.

        Gücün önemini azımsamıyorum. Askeri güç İsrail için hayati. Güç olmadan tek bir gün bile ayakta kalamayız. Fakat gücün ancak bir önleyici; İsrail’in yıkımını önlemenin, hayatlarımızı ve özgürlüğümüzü korumanın aracı mahiyetinde etkili olduğunu unutmamalıyız. Gücü nefsi müdafaa temelinde önleyici bir araç yerine, sorunları ezmenin ve fikirleri yok etmenin aracı olarak kullanmak yönündeki her teşebbüs daha fazla felakete yol açacak; tıpkı Gazze kıyılarının açığındaki uluslararası sularda kendi başımıza getirdiğimiz felaket gibi.

        ***********************************************

        İsrail kendi kendisine ciddi zarar verdi

        Başyazı - Los Angeles Times

        Pazartesi sabahı, İsrail komondoları ablukayı kırmayı amaçlayan gemiye indiğinde ne olduğuna dair hâlâ bilinmeyen birçok şey var. Gemiye helikopterlerden indirilen komandolar, filonun organizatörlerinin iddia ettiği gibi hemen mi ateş açtı? Yoksa İsrailli yetkililerin savunduğu gibi, bıçak, sopa ve nihayetinde tabancayla ilk önce saldıran yolcular mıydı? Gemiler söylendiği gibi romancıları, Nobel Barış Ödülü sahiplerini ve Holokost’tan kurtulmuş yaşlıları mı taşıyordu, yoksa baskının savunucularının inanmamızı istediği gibi İsrail’den nefret eden kişileri mi? Amaç Gazzelilere barışçıl sivil itaatsizlik eylemiyle yardım mı götürmekti, yoksa İsrail’i, en ez dokuz sivilin ölümüne yol açan bir tepki vermesi için tahrik mi etmekti?

        Bu anlatılar her bakış açısının destekçilerinin istediğini duymasını sağlıyor. Fakat şunu reddetmek imkânsız: İsrail kendisine ciddi zarar verdi. Şiddet içermediği açık olan bir misyonu önlemek için silahlı asker konuşlandırma kararı ve İsrail’in versiyonunu kabul etseniz bile, askerlerin bu kadar çok sivilin ölümüne yol açan bir savaşa girmesine izin vermek, zaten hastalıklı olan barış sürecine yeni darbe vuracak ve İsrail’in ‘orantısız’ güç kullandığını savunanların argümanlarını besleyecek. İsrail’in nadir Müslüman müttefiklerinden Türkiye şimdiden elçisi çekti.

        İsrailli yetkililerin hangi istihbarata dayandığını, operasyonun niçin uluslararası sularda gerçekleştirildiğini ve komandoların dirençle karşılaşması yönündeki açık ihtimale karşı ne hazırlık yapıldığını öğrenmemiz gerekiyor. Göz yaşartıcı gaza, plastik kurşunlara ve kalabalıkları kontrol etme amaçlı diğer silahlara sahip olan bir ordunun niçin durumu sivilleri vurmadan yatıştırmanın yolunu bulamadığını anlamaya ihtiyacımız var. Bu olay İsrail’in Hamas hükümetini tecrit etmek için dayattığı ablukaya daha çok dikkat çekecek. İsrail’in kendini savunma hakkını destekliyoruz. Gazze’ye silah girmesini engellemeye yönelik mantıklı önlemlerini destekliyoruz. Hamas’ın İsrail’in yıkılması çağrısına karşıyız. Fakat aynı zamanda, 1.5 milyon Filistinli’nin topluca cezalandırılması anlamına gelen ablukaya son verilmesini istiyoruz.

        ***************************************************

        İsrail'in Hamas politikası için değişim vakti

        Başyazı - The Independent

        Uluslararası toplum eylemlerini ne kadar kapsamlı şekilde kınarsa, İsrail de kendisini o kadar derin bir inkâr ve kendini haklı çıkarma sığınağına sokuyor. İsrail Gazze yardım filosuna saldırısını uluslararası hukuk kapsamında haklı gördüğü ve şiddete yol açan tek şeyin ana gemideki eylemcilerin provokasyonu olduğuna inandığı için, eylemlerinden dolayı özür dileme veya yabancı bir soruşturmayı kabul etme ihtiyacını duymuyor. Bu bağlamda, BM Güvenlik Konseyi’nin ölümlere ve yaralanmalara yol açan ‘eylemleri’ kınayan ve tarafsız soruşturma çağrısı yapan açıklamasının etkide bulunması zor.

        Açıklama, Türkiye’nin önerdiği gibi açık bir kınamayı kabul etmeyen ABD tarafından ciddi derecede sulandırıldı. İsrail, önyargılı bulduğu BM’yi hiçbir zaman fazla ciddiye almamıştır. İsrail geçen yılki Gazze istilasındaki gibi işbirliğini reddederse, onu soruşturmaya zorlamanın bir yolu yok. Bunu daha önceden de gördük; son olarak, Mossad’ın bir Hamas liderini sahte Britanya pasaportları kullanarak öldürmesi nedeniyle yaşanan öfkeyi gördük ve hiçbir sonuç çıkmadı. Sinik bir Ortadoğu için, dün Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın kullandığı ifadeyle, bu ‘katliam’dan da pek az sonuç çıkacak.

        Fakat uluslararası tepkilerin yaratabileceği bir etki var; o da Gazze ablukasına dikkat çekmek. Ablukanın amacı, Hamas’a İsrail’i tanıması için baskı yapmak ve otoritesinin de altını Gazze’deki yönetimi çökertene dek oymaktı. Bunların ikisi de başarılamadı. Fakat abluka, çoğu çocuk olan yoksul ve umutsuz insanları muazzam bir ıstıraba maruz bıraktı. Artık farklı düşünmenin vakti geldi. İsrail en azından sınırı açmalı ve daha çok yardım gitmesine izin vermeli. Filo nedeniyle yaşanan uluslararası öfke İsrail’in bunu reddetmesini zorlaştırabilir.

        Filo daha temel manada, Hamas’la topyekün çatışma yönünde İsrail’in istediği fakat ABD ve Avrupa’nın da desteklediği politikanın daha radikal bir biçimde gözden geçirilmesine de yol açmalı. Gazze sadece insani değil, aynı zamanda siyasi bir çözüme de ihtiyaç duyuyor. Başlangıç, Hamas’ın açıkça ele alınmasıyla yapılmalı.

        ************************************************

        Ankara aşırı tepkiden kaçınmalı

        STEPHEN KINZER - The Boston Globe

        Türkiye yabancı bir ordu vatandaşlarına saldırırken sakin ve güleryüzlü bir biçimde hayatına devam edemez. Fakat gemi krizine aşırı tepki vermek Türkiye'nin kendi emellerini tehlikeye atar

        Türkiye’yle İsrail arasında zayıflayan dostluk, İsrail’in Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan bir eylemci filosuna düzenlediği saldırıyla daha da sarsıldı. Eylemcilerin yarıdan fazlası Türk’tü. Türkler filoyu dikkatle izliyordu ve hikâye hiç kimsenin beklemediği kadar şiddetli bir dönemece girince dehşete düştüler.

        Gazez bu iki eski ortak arasındaki ilişkileri ilk kez alevlendirmiyor. Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan İsrail’le Suriye arasında gizli bir barış sürecine aracılık etmiş, bu süreç İsrail’in Gazze istilasıyla kesilmiş ve Erdoğan şahsen ihanete uğradığını hissetmişti. İstilayı öfkeyle bir soykırım eylemi olarak nitelemişti. Geçen yılki Davos konferansında da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le Gazze üzerine tartışmış ve öfkeyle sahneyi terk etmişti. Onu eve dönüşünde coşkulu kalabalıklar karşılamış ve bir gecede Arap dünyasında kahraman haline gelmişti.

        Türkiye ocakta, bir İsrail yetkilisinin aşağıladığı elçisini çekmişti. Büyükelçi sonra görevine geri döndü, fakat Gazze filosuna yönelik saldırının ardından yeniden geri çağırıldı. O eve döndüğünde öfkeli Türkler de sokaklara akıyordu. Türkiye’deki İsrail karşıtı duygular yoğun; bu duygular, iki yıldır Gazze’den gelen görüntülerle besleniyor ve fiyo baskınıyla bir anda ateşlendiler.

        Türkiye bugün Ortadoğu’da, hiç olmadığı kadar saygı görüyor. Doğru koşullarda, İsrail’le düşmanları arasında kilit arabulucu haline gelebilir. Bu son rezalete İsrail’le ilişkileri fazlasıyla kesin bir biçimde keserek yanıt vermek, Türkiye’nin bölgenin umutsuzca ihtiyaç duyduğu türden tarafsız bir arabulucu olarak görev yapmasını daha da zorlaştıracaktır. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri eskiye dayanır ve Türklerle Yahudiler arasındaki dostluk da tarihidir.

        Bugünün Edirne’si olan Adrinople’ın hahamı 1454’te, zulüm gören Avrupalı Yahudilere “Türkiye, herşeyin olduğu bir memleket” diye yazmıştı. 16 yıl sonra, Osmanlı kapıları Bavyera’dan sınırdışı edilen Yahudilere açılmıştı. 150 binden fazla Yahudi 1492’de İspanya’dan buraya geldi. 17. yüzyılda, dünya Yahudilerinin çoğu Osmanlı yönetiminde güven içinde yaşıyordu. Hitler Yahudi profesörleri Alman üniversitelerinden attığında, onlara ne ABD ne de Avrupa ülkeleri sığınma hakkı verdi; Atatürk 200’den fazlasını kabul etti ve onlar da yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’nin kabiliyetli çekirdeğini oluşturdular.

        Türkiye İsrail’i kuruluşundan kısa süre sonra tanıdı ve kısmen Araplara yönelik ortak antipatiden dolayı, iki devlet işbirliği yapmaya başladı. Daha yakın zamanda, iki ülkenin yıllık ticareti milyar dolar seviyesine çıktı. Bu sicildeki tek ciddi engel, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sırasında, kısmen Yahudi ailelerin dürüst yollardan kazandığı serveti azaltmanın bir yolu olarak dayatılan Varlık Vergisi’ydi. Fakat bu istisna dışında, Türk-Yahudi ilişkileri yüzyıllar boyu sıcaktı.

        İsrail askerlerinin Türk sivillere açık denizde saldırdığına dair haberler Türkleri doğal olarak öfkelendirdi. Fakat protestolarının hissiyatının politikayı etkilemesine izin vermek Türkiye’nin çıkarlarına zarar verir. Türkiye’nin geleceğini en iyi şekilde güvence altına alacak şey sakin bir Ortadoğu. Bu hedefe de İsrail’in işbirliğinin yokluğunda ulaşılamaz.

        Şaşırtı biçimde, İsrail’le İran’ın dünyayı benzer ikilemlerde bıraktığı söylenebilir. İkisi de haydut devletler, hatta parya olarak görülüyorlar. İkisinin de davranışları kendilerine çok sayıda düşman kazandırdı. Birini veya diğerini, veya her ikisini cezalandırma içgüdüsü anlaşılır. Fakat hem İsrail’in hem de İran’ın işbirliğinin yokluğunda, Ortadoğu’da acil barış hedefinde ilerleme kaydedilemeyecektir. İsrail ve İran’ı tehdit etmek ve yaptırım dayatmak duyguları sakinleştirebilir, fakat ihtirasları sakinleştirmek yerine derinleştirir.

        Türkiye, yabancı bir ordunun askerleri vatandaşlarına saldırırken sakin ve güleryüzlü bir şekilde hayatına devam edemez. Ülkenin ulusal vicdanı, Gazze ambargosunun yoğunluğu ve pazartesi günkü olayın şiddeti nedeniyle şoka uğradı. Fakat aşırı tepki, bölgeye 50 yıldır iyi hizmet veren ve cezbedici fırsatlar taşıyan Türk-İsrail eksenini daha da zayıflatır.

        **********************************************

        Filo saldırısı ablukayı kırmaya vesile olsun

        Louise Arbour - The Independent

        İsrail’in Gazze filosuna yönelik saldırısını gereksiz, yanlış düşünülmüş ve orantısız olarak görüp kınamak kolay. Daha zor olanı ama şu an yapılması gerekense, bu olayın Gazze’ye yönelik daha kapsamlı ve genel anlamda uluslararası toplumun da sorumluluğunu taşıdığı politikanın hatasını ortaya koyduğunu anlamak. Yıllar boyu çok sayıda ülke neredeyse pazartesi günkü baskın kadar yanlış yönlendirilmiş olan bir politikaya ortaklık etti: Hamas’ı zayıflatma umuduyla Gazze’yi tecrit etmeye çalıştılar. Gazze işsizlik ve açlıktan mustarip; ilaç, yakıt, elektrik ve diğer hayati önemdeki mallardan yoksun. İsrail’in Hamas’ın içeriye sokulan materyali askeri amaçlı kullanım için dönüştürmesi konusunda meşru güvenlik endişeleri bulunsa da, toplu cezalandırma anlamına gelen ve büyük ihtimalle sadece bu nüfusun radikalleşmesine hizmet eden ablukayı hiçbir şey haklı çıkaramaz. Seçimleri kazanmasından bu yana Hamas’ın altını oymaya çalışmanın işe yaramadığı çok açık. Bunu Gazze nüfusunun üzerinden yapmaya çalışmak da yanlış. Gazze’ye yönelik uluslararası politikanın kapsamlı şekilde gözden geçirilmeli. Amaç, uluslararası üyelerden oluşan bağımsız bir uluslararası organın nihai denetimi aracılığıyla silah kaçakçılığını durdururken, Gazze’yi normal trafiğe açmak olmalı. Daha geniş anlamda, Hamas’ı göz ardı etmek yerine onunla temas kurmaya yönelik bir politikaya doğru ilerlemenin vakti. Bu hafta, sadece İsrail’in değil, başkalarının da ortaya koyduğu başarısız ve tehlikeli bir yaklaşımın üzücü akıbetine tanıklık ettik.

        **********************************************

        Haaretz’in, İsrail’deki kitap haftası dolayısıyla ünlü edebiyatçılardan aldığı Ortadoğu yazıları:

        İsrail işgalinin sürmesinin en büyük suç ortağı medya

        Gideon Levy

        İsrail medyasının büyük çoğunluğu işgalin en büyük suç ortağı. Dökme Kurşun Operasyonu sırasında İsrailli bir köpeğin öldürüldüğünü ilk sayfada, aynı gün onlarca Filistinli'nin öldürüldüğünüyse 16. sayfadaki iki satırda bulabilirsiniz

        Perulu dünyaca ünlü yazar Maria Vargas Llosa’nın, Haaretz gazetesinin ‘muhalif’ yazarı Gideon Levy’yle İsrail’de ‘muhalefet üzerine söyleşisi:

        Maria Vargas Llosa: Görüşleriniz genellikle akıntının tersine olduğu gerçeğine rağmen bir gazeteci olarak kendinizi İsrail’de özgürce ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz? Gideon Levy: Kesinlikle evet. Bunu fazla abartmak da istemem, zira kendimi özgürce ifade edebilmem olması gereken şey olarak ele alınmalı. Çok büyük bir mesele olmamalı bu, zira bir demokrasi olduğumuzu iddia ediyoruz, fakat şu da kabul edilmeli ki, ben söz konusu olduğumda, bu devletin neredeyse tüm Yahudi vatandaşları için ifade özgürlüğü bir bütündür. Ve bu özgürlüğü gerek içerde gerek dışarda, sesimin önemli olduğunu anlatmak, yanı sıra İsrail’de alternatif bir sesin olduğunu göstermek için defaten kullanıyorum. Yani nihayetinde İsrailliler tek bir sesten, tek bir koro gibi konuşmuyor ve benim İsrail’e zarar verdiğim ve büyük bir halk düşmanı olduğum yönündeki onca bahsin sonrasında, ki bu bahis İsrail’de gayet yaygındır, bir tek şeyi unutuyorlar: Gazze’deki bir günlük ağır bombardıman, bütün Gideon Levy’lerin toplamından çok daha fazla zarar veriyor. Fakat evet, yazmak konusunda, olan biten her şeyi anlatmak konusunda özgür hissediyorum.

        O zaman İsrail’de mutlak bir ifade özgürlüğü olduğunu ve medyanın olan bitenleri hiç sansür uygulamadan doğru şekilde yansıttığını söyleyebilir misiniz?

        Kesinlikle hayır. Medya en büyük suç ortağı. İsrail’deki medya, yani büyük çoğunluğu, işgalin en büyük suç ortağı. İsrail’de sansür yok, neredeyse hiç yok. Ama sansürden çok daha kötü bir şey var: Otosansür. Çünkü otosansürde hiçbir zaman direniş olmaz. Devlet sansürü olsaydı, direniş olurdu, fakat bu otosansür. Bu reytinglerin tiranlığı, okurları memnun etmek isteyenlerin tiranlığı, gazete satışlarının ve okurları okumak istemedikleri mevzularla rahatsız etmemenin tiranlığı. İsrail’deki birçok gazeteci, birçok gazete ve televizyon kanalı, gazetecilerin rolünün ne olduğunu unuttu ya da zaten hiç bilmedi. Mesele okurları memnun etmek değildir sadece. O yüzden hep şunu düşünürüm: Günün birinde tarihçiler arşivlere bakıp İsrail medyasını okuduğunda, sözgelimi Dökme Kurşun Operasyonu’na veya bir bütün olarak işgale dair haberleri okuduğunda hiçbir şey anlamayacak. Burada ne yaşandığını anlamayacaklar, çünkü en popüler İsrail gazetesinin baş sayfasında bir köpeğin (İsrailli bir köpeğin) Dökme Kurşun’da öldürüldüğünü görecekler ve aynı gün öldürülen onlarca Filistinlinin haberini 16. sayfada, iki satırla yazılmış bulacaklar. Ve bu sistematik bir uygulama; İsrail medyası Filistinlileri insan olarak göstermiyor, onları şeytanlaştırıyor. Böyle davranarak işgalin en büyük suç ortaklığını yapıyorlar aslında.

        Anlattığınız durum bence sadece İsrail için değil, belki Batı’daki bütün modern demokrasiler için geçerli; medyanın yaşananları banalleşmesi ve önemsizleştirmesi. İsrail’deki durumun her gün ABD, Fransa, Britanya, İspanya’da da her bakımdan tekrarlandığını görüyorum. İlginç olan şu ki, belki sadece Üçüncü Dünya ülkelerinde medya çok daha ciddi, nesnel bir anlatım kullanmak yerine okurları eğlendirmeye daha az düşkün. Fakat bence bu, İsrail’de çok daha kritik bir durum, çünkü geleceğe dair çok daha önemli meseleler söz konusu. Eğer İsveç’teki medya...

        Daha genel bir mesele...

        Sosyal ve ekonomik açıdan bakıldığında İsrail çok büyük bir başarı. 60 yıl önce burada hiçbir şey yoktu ve bugün işleyen, çok zengin, müreffeh, modern bir kültüre sahipsiniz. Savaşlara ve bütün toplumsal sorunlara rağmen İsrail olağanüstü bir biçimde büyüyor ve gelişiyor. Dünyanın dört bir köşesinden gelen insanları son derece karmaşık ve çeşitlilik taşıyan bir toplumda entegre ediyor. Fakat bu mucizeyi yaratan aynı toplum Filistin sorununu çözmek konusunda gayet beceriksiz. En büyük gizem de bu.

        Çok fazla yetenek, birçok başarı, fazlasıyla cesaret olduğunu söyleyebilirim. Ama iş İsrail’in resmi dininine, yani güvenliğe gelip dayandığında, hepimiz düşünce suçlusuyuz ve bunu asla gerçek anlamda tetkik etmiyoruz. Belki de buradan başlamalıyız... Artık mesele devlet inşa etmek değil, o devleti daha adil hale getirmek... Artık var olma meselesi değil, adalet meselesi var. Ve bu mesafe kapatılmış değil. Hâlâ Siyonizmin başlangıcındaki o ileri karakolları kuruyormuş gibi düşünüyoruz.

        Sizce son 10-15 yıldır İsrail toplumu niye sağa kayıyor ve sol niye giderek zayıflıyor?

        Bence bu en başta solun daha önce ne kadar katı olduğuna dair bir gösterge. Katı olduğu için bu kadar kolay çökebildi, belki 10 yıl önce de aslında çok fazla sol falan yoktu. Oslo varken, bütün o romantik vaatler varken seçilmek çok kolaydı. Solun çökmesinin iki sebebi var: Ehud Barak hiçbir Filistinli muhatap olmadığı yalanını yaygınlaştırmayı başardı; 2002 ve 2003’te patlayan otobüsler ve düzenlenen intihar eylemleri.

        Terörizm yani.

        Terörizm. Gerçekten de bütün solu ezip geçti. İlk gerçek sınavında sol külliyen çuvalladı.

        İsrail’in karşısındaki bütün sorunlar ve zorluklar arasında en vahimi veya çözülmesi en güç olanı sizce hangileri?

        İnsanların zihinlerini değiştirmek, Filistinlilerin bizim gibi insanlar olduğunu anlamalarını sağlamak. Bu olmadıkça hiçbir şey değişmeyecek ve en zoru da bu, çünkü on yılların beyin yıkamasıyla, Filistinlileri insan olmayan şeytani varlıklar gibi gösteren bir dille karşı karşıyayız. Altından kalkılması gereken en karmaşık mesele bu.

        20 yıl sonra nasıl bir İsrail görmek istersiniz?

        (Gülüyor) Ben başbakan olmuşum, tıpkı sizin Peru devlet başkanı olmanız gibi. İsviçre’de buluşmuşuz ve edebiyat konuşuyoruz. Bundan daha güzeli olabilir mi?

        Olmaz.

        O zaman bunun için mücadele edelim.

        Peki.

        Tamam, anlaştık o zaman.

        *****************************************************

        İsrail kendi gölgesinin altında yaşıyor

        Margaret Atwood

        İsrail'de insanlar durmaksızın 'Gölge'den söz ediyor. Hiçbir şeyin peşini bırakmayan bu gölge Filistinliler değil değil, İsrail'in Filistinlilere reva gördüğü ve kendi korkusuyla bağlantılı olan muamele. Filistinliler meşru devletlerine sahip olmadıkça bu gölge de bir yere gitmeyecek

        Geçenlerde İsrail’deydim. Tanıştığım İsrailliler ziyadesiyle misafirperverdi. Birçok etkileyici başarıya ve yaratıcı projeye tanıklık ettim, çok sayıda farklı insanla konuştum. Güneş ışıl ışıl parlıyor, dalgalar kıyıları okşuyor, çiçekler açıyordu. Turistler Tel Aviv sahilinde sanki her şey normalmiş gibi dolaşıyordu.

        Fakat... Gölge oradaydı. Niye her şey, adeta bir serap gibi titriyordu? Felaketin yaklaştığını hissedebilen kuşların ağaç tepelerine konduğu, hayvanların tepelere yöneldiği bir tsunaminin hemen öncesindeki ana benzetilebilir miydi?

        Birileri bana, “Her sabah korkuyla uyanıyorum” diyordu. Bir başkası, “Bu sadece kendine acımak, olan bitene mazeret bulmak için” diyordu. Elbette korku ve kendine acımanın her ikisi de gerçek olabilir. Fakat ‘olan biten’ derken, Gölge’yi kastediyorlardı. Önceden bana söylenen, İsraillilerin Gölge’yi gizlemeye çalışacaklarıydı, fakat tam tersine, durmaksızın ondan söz ediyorlardı. Herhangi bir konuşmanın ikinci dakikasında Gölge arzı endam ediveriyordu. Gölge demiyorlar, onlar için adı ‘durum’. Ve o hiçbir şeyin peşini bırakmıyor. Gölge Filistinliler değil. Gölge, İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü ve İsrail’in kendi korkularıyla bağlantılı olan muamele. Filistinlilere bu korkular adına daha kötü muamele edildikçe, Gölge de o kadar büyüyor ve sonra korkular da onlarla birlikte büyüyor; söz konusu muamele için öne sürülen gerekçelerin ardı arkası kesilmiyor.

        Eleştirileri susturma çabaları hayra alamet değil, keza kullanılan dil de. Diğer halka bir kez ‘yılan’ gibi sürüngen isimleriyle hitap etmeye başladığınızda, onların imha edilmesini ima edersiniz. Tek bir örnek vermek yeter: Ruanda katliamı başlamadan önceki aylarda Tutsilerin tamamı için de bu isimler kullanılmıştı. Araştırmalar, kendilerine nefsi müdafaa için, ‘zafer’ için veya insanlığın yararı için hareket edecekleri söylenen sıradan insanlara korkunç suçlar işletmenin mümkün olduğunu gösteriyor.

        Havaalanı dışında daha önce hiç İsrail’de bulunmamıştım. Kenarda duran (ve Yahudi, İsrailli, Filistinli, Müslüman olmayan) bir yığın insan gibi, ben de ‘durumu’ yakından takip etmemiştim. Halbuki, yine insanların çoğu gibi, ben de şiddetten nefret ediyor ve herkes için mutlu bir son diliyordum. Yine çoğunluk gibi ben de bu konuda konuşmaktan kaçınmıştım, çünkü hemencecik maç tezahüratlarına dönüşüyorlardı.

        Aslında biraz farklı bir geçmişim de var. 1956’da BM model alınarak yapılan bir münazarada benim lisem ‘Mısır’ tarafı olmuş ve Filistin davasını sunmuştu. Holokost’ta hiçbir payı olmayan masum Filistinlilerin evlerini kaybetmesi nasıl adil olabilirdi? İsrail tarafının cevabıysa, “İsrail’in var olmasını istemiyorsunuz” olmuştu. Toplama Kamplarının üzerinden sadece 10 yıl geçmiş ve altı milyon insan yok olmuşken, böyle bir cümle karşısında akan sular duruyordu. Ardından liberal bir Yahudi yaz kampında bir Tabiat programı başlatmak üzere işe alındım. İnsanlar zeki, eğlenceli, yaratıcı ve idealistti. Bol bol dünya barışı ve İnsanların kardeşliğinden konuştuk. Münazaradaki Filistin deneyimini bununla uyuşturamamıştım. Bu iki gerçeklik birbirini geçersizleştiriyor muydu? Elbette öyle değildi ve İnsanların Kardeşliğinden yana olan ve hem yaz kampında hem de bizzat İsrail’de sayıları pek çok olan Yahudiler bu ihtilafı çok geçmeden adil biçimde çözecekti.

        Fakat çözmediler. Ve çözmüyorlar. Ve artık 1956’da değiliz. Münazara kökünden değişmiş durumda. Atom Egoyan, Al Gore, Tom Stoppard, Goenavan Muhammed ve Yo-Yo Ma gibi isimlerin daha önce aldığı bir ödülü kabul ettiğim için son dönemde bana demediklerini bırakmadılar. Ödül kararını, İsrail devlet gücünün bir aygıtı değil, bağımsız bir kurum dahilindeki ılımlı bir komite vermişti. Bu grup gerçek demokrasiyi, açık diyaloğu, iki devletli çözümü ve uzlaşmayı savunuyordu. Buna karşın şu an İsrail hakkında her türden olumsuz sözü duyuyorum - fiilen, gündelik politikaya olanca kabalığı ve yakıcılığıyla batma yolundayım. Bütün bu tecrübe, aşçılığı çorba tenceresine atılarak öğrenmeye benziyordu.

        Kullanılan en ateşli dil gerçekten de anti-Semitikti (ve sık sık eleştirileri püskürtmek için kullanılan etiketle alakası yoktu). Aktivistler arasında İsrail’i boykot etmenin ‘işe yarayıp yaramayacağına’ dair hararetli tartışmalar yapılıyordu; tek devletli çözüm mü, iki devletli çözüm mü daha iyiydi; bir boykot, köprü niteliği taşıdığı için kültürü dışarıda bırakmalı mıydı, yoksa bu içten pazarlıklı bir hayalden mi ibaretti? ‘Apartheid’ kavramı yerinde miydi, yoksa sadece bir dikkat çarpıtması mıydı? Peki ya İsrail Devleti’nin ‘gayrimeşrulaştırması’ ne olacaktı? On yıllardır tartışma bir lügat ve bir ritüeller silsilesi edinmişti; (benim gibi) üniversite sıralarından geçmeyenlerin hayatta anlayamayacağı bir dildi bu.

        Hüsran ve adaletsizlik karşısında deliye dönen bazı nazik insanlar bana bağırıp çağırmaya başladı; fakat sonra, sanırım benim trafikte avare avare dolaşan bir tıfıl olduğuma karar vererek, son derece yardımcı hale geldiler. Bazıları Uluslararası PEN’i ve onun hapisteki yazarları kurtarmak için gösterdiği kültürel boykotu önleme çabalarını boş zırvalık olarak nitelememi görmezden geldiler. (Dünyadaki bütün baskıcı hükümetlerin, aşırılıkçı dincilerin ve sertlik yanlısı siyasi grupların sevinçle karşıladığı bir fikir bu, zira yasaklanan, hapsedilen, sürülen ve vurulan çok sayıda yazar var.)

        Bunların hiçbiri gerçeğin merkezi niteliğini değiştirmiyor: İnsancıl ve demokratik bir devlet olarak İsrail kavramının başı ciddi belada. Bir ülke Noam Chomsky gibilerini topraklarına sokmamaya, vatandaşlarının ‘nekba’ gibi kelimeleri kullanma hakkını elinden almaya ve kendisine bilmesi gerekenleri söylemeye çalışan herkesi “İsrail karşıtı” diye damgalamaya başlamışsa, ufukta polis devleti belirmiş demektir. Kadim Yahudi geleneklerine ve adil hukukun üstünlüğüne ihanet mi edilecek, yoksa yüzler uzlaşmaya ve gerçekten açık bir topluma doğru mu dönecek?

        Zaman tükeniyor. İsrail’deki kamuoyu sertleşiyor olabilir, fakat ABD’de işler tam tersi yönde ilerliyor. Kampüslerde faaliyetler artıyor; birçok genç Amerikalı Yahudi İsrail’in kendi adlarına konuşmasını istemiyor. İki kaotik savaşa batan ve Filistin konusunda giderek artan uluslararası öfkeyle karşı karşıya olan Amerika pekala İsrail’i bir değer değil, bir baş ağrısı olarak görmeye başlıyor olabilir.

        Ve benim gibi insanlar var ortada. Son zamanların tükenen nesillerine ve çevresel felaketlerine kafayı takan, bu yüzden Ortadoğu mahallesinde tümüyle dalgın olmaksızın, mümkün olduğunca açık bir zihinle gezinen biri olarak, değişmiş durumdayım. Gazze’de çocuk öldürmek mi? Yardım getirenleri uluslararası sularda öldürmek mi? Abluka nedeniyle sivillerin yetersiz beslenmesi mi? Yazı yazacak kağıtları yasaklamak mı? Pizzayı yasaklamak mı? Bu ne dar kafalılık, bu ne kindarlık! Pizza teröristlerin silahı mı? Kanadalıların büyük çoğunluğu aynı fikirde mi? Ve bunları söylerken ben de bir terörist maşası mıyım? Hiç sanmam.

        İsrailliler ve Filistinlilerin ortak çıkarlarla ilgili meselelerde birlikte çalıştığı birçok grup var ve bunlar müspet bir geleceğin nasıl kökleşebileceğini gösteriyorlar; fakat yapısal sorun halledilmedikçe ve Filistin uluslararası olarak tanınmış sınırlar dahilinde kendi “meşru ve yasal” devletine sahip olmadıkça Gölge olduğu yerde kalacak. Tanıştığım birçok İsrailli, “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz: Meseleyi çözmek” diyordu. Bir Filistinli, “Bizler ve Onlar’ın ötesine geçip, Biz olmamız lazım” diyordu. Umut veren yol budur. Dünya ısınırken ve su tükenirken, gerek İsrailliler gerek Filistinliler için şu an tehdit olan şey, bizzat kendi bölgeleri. İki travma ne silinme ne de hükümsüzlük yaratır: İkisi de gerçek. Ve biri için felaket olan, diğeri için de felaket olacaktır.

        *************************************

        Gazze ablukası İsrail'i iyice düşürdü

        David Grossman - Los Angeles Times

        Gazze filosundaki katılımcıların hepsi barışçıl yardımseverler değildi ve bazılarının İsrail'in yıkımı konusundaki sözleri suç teşkil ediyor. Fakat bu tür fikirler idam cezasını hak etmiyor. Gazze ablukası tümüyle başarısız oldu. Bu operasyon da İsrail'in ne kadar düştüğünü gösterdi

        Hiçbir izahat, pazartesi sabahı burada, İsrail kıyılarının açıklarında işlenen suçu haklı gösteremez veya temize çıkaramaz; ve hiçbir bahane de İsrail hükümetinin ve ordusunun aptalca eylemlerini örtbas edemez. İsrail, askerlerini soğukkanlılıkla sivilleri öldürmeleri için göndermedi; gerçekten de, bu İsrail’in istediği son şeydi. Ve bununla birlikte, fanatik dini görüşleri bulunan ve İsrail’e radikal biçimde düşmanlık besleyen küçük bir Türk kuruluşu, davasına yüzlerce barış ve adalet arayıcısını dahil etti ve İsrail’i bir tuzağa çekmeyi başardı. Bunun nedeni, İsrail’in nasıl tepki vereceğini tam olarak biliyor olmasıydı; bu kuruluş, sanki ipin ucundaki bir kuklaymış gibi İsrail’in kaderinde böyle davranmanın yazılı olduğunu biliyordu.

        Utanç verici

        Bir ülkenin İsrail gibi davranması için ne kadar güvensiz, kafası karışmış ve panik halde olması gerekir? İsrail, aşırı askeri güç kullanımıyla, gemidekilerin tepkisinin yoğunluğunu tahmin edememek yönündeki ölümcül hatasının birleşimi sonucunda sivilleri öldürdü ve yaraladı; ve bunu sanki bir korsan çetesiymiş gibi, ülkenin kara sularının dışında yaptı. Bu değerlendirmem, Gazze filosunun bazı katılımcılarının açık veya gizli, fakat genellikle kötücül olan niyetleriyle aynı fikirde olduğum anlamına gelmiyor. Bu kişilerin hepsi barışçıl yardımseverler değillerdi ve bazılarının İsrail devletinin yıkımı konusundaki ifadeleri suç eylemidir. Fakat bu gerçeklerin şu an konumuzla ilgisi yok; bildiğimiz kadarıyla, bu tür fikirler idam cezasını hak etmiyor.

        İsrail’in eylemleri, Gazze üzerindeki utanç verici ve süregelen kuşatmanın doğal devamı; bu kuşatma İsrail hükümetinin küçümseyen tavrının doğal bir devamı. Bu kuşatma da, İsrail hükümetinin beceriksiz ve küçümseyici yaklaşımının ebedileştirilmesi anlamına geliyor. Kuşatma, kendisi her ne kadar kıymetli de olsa, hapiste bulunan tek bir İsrail askerinin serbest bırakılmasını sağlamak için Gazze’deki 1 buçuk milyon masum insanı canından bezdirmek amacıyla tasanlandı. Ve bu kuşatma, bilgeliğin, hassasiyetin ve yaratıcı düşüncenin gerekmesine rağmen, her önemli dönemeçte tekrar tekrar abartılı güç kullanımına başvuran sakar ve kireçlenmiş bir politikanın doğal sonucu.

        Ve bir şekilde, son ölümcül olaylar da dahil olmak üzere tüm bu facialar, İsrail’in başına bela olan daha geniş kapsamlı ve zararlı bir sürecin parçası gibi görünüyor. İnsan şunu hissediyor: Yıllar boyunca kendi eylemleri ve arızaları tarafından üretilen karmaşadan haberdar olan ve kendi attığı kördü-ğümü çözmekten ümidini kesmiş, lekeli ve şişmiş bir siyasi sistem, üzerinde baskı oluşturan karmaşık meydan okumaların karşısında daha da katılaşıyor; bu süreçte de bir zamanlar İsrail’in tipik özelliklerini oluşturan şeyleri, yani liderliğini, orijinalliğini ve yaratıcılığını kaybediyor.

        Gazze ablukası başarısız oldu. Bu başarısızlık yıllardır sürüyor. Bu da şu anlama geliyor: Kuşatma ahlakdışı olmakla kalmayıp, aynı zamanda pratik de değil ve gerçekten de bütün durumu daha da kötü hale getirip İsrail’in hayati önemdeki çıkarlarına zarar veriyor. İsrail askeri Gilad Şalit’i Kızıl Haç’ın onu bir kez bile ziyaret etmesine izin vermeden dört yıldır esir tutan ve Gazze Şeridi’nden İsrail kentlerine ve köylerine binlerce roket fırlatan Hamas liderlerinin işledikleri suçlar, egemen bir devletin elindeki yasal araçlarla ele alınması gereken suçlar. Sivil nüfusa yönelik mevcut kuşatmaysa bu araçlardan biri değil.

        Yeni bir nefret döngüsü

        Pazartesi günkü çılgın eylemlerin şokunun, kuşatma fikrinin bir bütün olarak yeniden değerlendirilmesine yol açacağına, Filistinlileri nihayet acılarından kurtaracağına ve İsrail’i ahlaki lekesinden temizleyeceğine inanmak istiyorum. Ancak bu trajik bölgedeki deneyimimiz bize şunu öğretti ki, muhtemelen bunun tam tersi olacak. Şiddet içeren tepki mekanizmaları, intikam ve nefret döngüleri, büyüklükleri önceden kestirilemeyecek türden yeni bir raunda başladı.

        Her şeyin ötesinde, bu çılgın operasyon İsrail’in ne kadar düştüğünü gösteriyor. Bunda herhangi bir abartı yok. Gören gözlere sahip herkes bunu anlar ve hisseder. Burada bazıları şimdiden, İsraillilerin doğal ve haklı olarak dulduğu suçluluk hissiyatını, bütün dünyanın suçlu olduğuna dair gürültülü bir iddiaya dönüştürmek ismiyor. Fakat bizim kendi utancımız, dünyanınkine kıyasla daha ağır.

        ***********************************************

        Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği belirsiz

        Başyazı - The Jerusalem Post

        Erdoğan şu ana dek İsrail'le diplomatik ilişkileri kesmekten kaçındı, fakat Gazze'ye giden 'Barış Filosu'nun parçası olan Türk gemisinde öldürülenlerin dördünün Türk olduğu düşünülürse, İsrail'in bir zamanlar Ortadoğu'daki en yakın müttefikiyle ilişkilerinin geleceği belirsiz

        İsrail’le Türkiye arasındaki ilişkiler iyice dibe vurdu ve Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan durumu kötüleştirmek için elinden geleni yapıyor. Erdoğan salı günü Türkiye meclisinde yaptığı konuşmada, Mavi Marmara ihtilafını ‘kanlı bir katliam’ diye niteledi ve şu uyarıda bulundu: “Bu, tarihte bir dönüm noktası. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

        Erdoğan şu ana dek İsrail’le diplomatik ilişkileri kesmekten kaçındı. Fakat Gazze’ye giden ‘Barış Filosu’nun parçası olan Türk gemisinde öldürülenlerin dördünün Türk olduğu düşünülürse, bir zamanlar İsrail’in Ortadoğu’daki en yakın dostu olan Türkiye’yle ilişkilerin geleceği belirsiz.

        Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin kötüleşmesi, bu ülkenin, Hamas’ın Gazze’yi 2007’de şiddet kullanarak ele geçirmesini destekleme kararına dayanıyor. Fakat bu, daha kapsamlı bir eğilimin parçası:

        Erdoğan ülkesinin yönelimini yavaş yavaş, laik bir demokrasiden radikal İslam’a çeviriyor. Türkiye NATO üyesi ama iradeli bir İslamcı olan Erdoğan’ın liderliğinde Batılı demokrasilerin yörüngesinden çıkıyor ve Rusya, İran ve Brezilya’nın oluşturduğu, yeni kurulmakta olan güç ekseniyle derinleşen ittifaka giriyor gibi görünüyor. Erdoğan, İran’ın nükleer emellerine karşı ABD tarfından desteklenen yaptırımlara karşı Türk muhalefetine liderlik etti ve bunun yerine, Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’le birlikte İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesine izin verecek alternatif bir anlaşmayı kotarmaya çalıştı. Türkiye İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın yerine, savaş suçları ve soykırımla itham edilen Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’e resmen ev sahipliği yaptı.

        Türkiye’nin ABD’yle ilişkileri de Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nin martta, 1915’te yaklaşık 1.5 milyon Ermeni’nin katledilmesini soykırım olarak damgalama yönünde oy kullanmasından bu yana kötüleşti. Lobi gücünü geçmişte Türkiye lehine hareke geçiren İsrail bu kez yardıma koşmadı. Türkiye Ermenilerle müzakerelerde ilerlemiş olsaydı bu oylamayı engelleyebilirdi; müzakereler iyi başlamış, fakat Türkiye normalleşmenin Ermeni askerlerinin tartışmalı Dağlık Karabağ’dan çekilmesine bağlanması konusunda ısrar edince durmuştu. Türkiye böylece, Ermeni katliamı üzerine diyalog yoluyla bir anlaşmaya varma fırsatını kaçırdı.

        Bar-Ilan Üniversitesi’noen Efraim Inbar, Türkiye’nin artan dini köktenciliğine örnek bağlamında, işadamı arkadaşlarından alıntı yaparak, bugünlerde herkesin gözü önünde bir yudum rakı içmenin hükümetten ihale alma şansına zarar verebileceğini anlatıyor. İslami değerlere uyulması yönündeki baskı artıyor.

        Durum her zaman böyle kasvetli değildi. Erdoğan’ın seçimleri 2002’de kazanan partisi görev dönemine olumlu başlamıştı. İsrail Dışişleri bakanlığından Yoav Biran’ın Aralık 2002’deki ziyareti basından büyük ilgi görmüştü. Ocak 2003’te, Türkiye’yle İsrail’in Doğu Akdeniz’deki ortak arama kurtarma tatbikatına iki Türk fırkateyni de katılmıştı. Elle tutulur ölçüde ilave askeri işbirliği söz konusuydu. AKP’nin iktidarı gelmesi o dönemde yaygın bir biçimde, Türk halkının radikal İslam’a dönüşünden ziyade önceki siyasi liderliklerin kayırmacılığının, yolsuzluğunun ve aşırı derecede bağnaz laikliğinin reddedilmesi olarak görüldü.

        İstanbul’un Yahudi cemaatinin üyeleri şu an aşırılıkçılar olarak göze batmaktan korktukları için söyleşi yapmaya isteksiz olsa da, adını vermek istemeyen bir Türk Yahudi, İsrail konsolosluğunun önünde ellerinde Hizbullah bayraklarıyla protesto gösterileri düzenleyen kalabalıkların Türklerin büyük çoğunluğunu temsil etmediğini düşünüyor. Kanal 2’nin Ortadoğu yorumcusu Ehud Ya’ari, Türk internet sitelerindeki çok sayıda yorumun İsrail yanlısı olduğunu söyledi. Kasım 2011’de seçimler düzenlenecekken, Erdoğan ülkesinin bir dönüm noktasında olduğunu söylemekte haklıydı. Türkiye’nin liderliğinin bir seçeneği var. Mevcut rotasında devam edebilir. Veya, her ne kadar muhtemel olmasa ve geç kalınsa da, yönelimini değiştirebilir.

        Böyle yapmayı tercih ederse, Türkiye daha iyi bir Ortadoğu’nun imal edilmesinde yapıcı rol oynayabilir. Batı’yla ittifak içindeki başarılı bir İslami demokrasi olarak, bölgesel barış açısından kuvvetli bir güç ve ABD için benzersiz değerde bir ortak haline gelebilir. Türkiye bu süreçte, dünyanın en hassas bölgesine istikrar getirmeye yardımcı olurken küresel konumunu da iyileştirir.

        ******************************************

        Gazze yeni bir zafer kazandı

        FEHMİ HÜVEYDİ - Katar gazetesi Şark

        Bizleri uykularımızdan uyandırdıkları, Gazze’yi ve haksız ablukayı hatırlattıkları için ‘Özgürlük filosu’nu düzenleyenlere şükranlarımızı sunmalıyız. Birçoğumuz üç yıldır maruz kalınan karartma gölgesinde konuyu neredeyse unutmuştu. Yaşananlar abluka skandalını yeniden manşetlere taşıdı; ablukaya ortak olan Arap medyasının sessizliğini ifşa etti.

        Bu durum ancak kaderin cilveleriyle açıklanabilir. Zira özellikle son üç yılda ablukanın normal bir durum, Arap dünyasında kabul edilebilir bir yaşam biçimi olarak görülmesi yönünde çabalar harcandı. Ayrıca abluka altındakilere yardım sunulması bazılarını tutuklatacak bir suç olarak görüldü. Dayanışma ifade edenlerin ‘suçları’, bazılarını askeri mahkemeye çıkaracak kadar büyüktü! Ayrıca kamuoyunun barış sürecinin yeniden başlamasına dair konuşmaları iyi karşılaması, İsrail’in Arap dünyasını tehdit etmediğine ve nükleer bombasının sadece ‘dost’ bombalar olduğuna ikna edilmesi için dolduruldu.

        Şimdi yalanlar ortaya çıktı ve bunda Araplar rol oynamadı. Zira Allah Arapların unuttuğunu yabancıların yapmasını diledi. Biz Arapların ilgilenmediği ablukanın kırılması çağrısı yaptılar. Bizim kırılganlığımızı ve teslimiyetimizi sahip oldukları cesaretle telafi ettiler. Teslimiyetimizi önemsemediler, gemilerine binip İsrail’in küstahlığına meydan okudular. İsrail bazı eylemcileri öldürdü, bazılarını yaraladı ve hepsini tutukladı. Bu kaderin bir cilvesiydi, zira çirkinliği sadece Araplar değil, dünyaca görüldü. Düşen sadece İsrailliler değildi. İşbirliği yapan, ‘İsrail dost’ ve ‘İran düşman’ yalanlarına destek olan bütün ‘ılımlılar’ düştü.

        İsrail arbedesi bizim için yeni değil ama bu aptallık sürprizdi. Eylemcileri öldürdüklerinde savaşlarını siyaset ve medya bağlamında kaybettiler. İsrail, eylemcileri uluslararası sularda öldürmekle kalmadı, bütün dünyadaki eylemcilere savaş açmış oldu. Sanki gurur İsrail’i kör etti, intihar eylemine sürükledi. Filistin sorunuysa daha fazla taraftar kazandı, Gazze manşetlere çıktı ve ablukanın kaldırılması uluslararası bir talep oldu. Böylelikle kaderin hediye ettiği bir başka zafer elde edildi. İsrailliler Marmara gemisini hedef alarak Türkiye’yi de kaybetti. Türkiye Filistin sorununun en büyük destekçisi olurken ‘büyük kardeş’ Mısır’ın koltuğu boş kaldı.

        *******************************************

        BM de İsrail katliamına ortak

        SEYİD ZEHRA - Bahreyn gazetesi Ahbar El Haliç

        İsrail’in ‘özgürlük filosuna’ yönelik terörist katliamı üzerine yayımladığı bildiride BM Güvenlik Konseyi, sadece İsrail terörüne karşı koymaktan tamamen aciz olduğunu ispatlamadı, İsrail’in ortağı da oldu. Bildirinin içerdiği şu beş nokta üzerinde düşünebiliriz: Birincisi, konsey bu iğrenç katliam ve savaş suçu karşısında karar almayıp bildiri çıkarmakla yetindi. Bildiride geçen ifadeler hiç kimseyi bağlamıyor, pratik değeri yok, İsrail’in dikkat etmesini gerektirmiyor.

        İkincisi, bildiri ‘can kayıplarına ve yaralanmalara duyulan üzüntüden’ bahsediyor. Yani suçun iğrençliğine, konseyin savunması ve koruması gerekli bütün uluslararası sözleşmelere karşı olmasına rağmen İsrail oluşumunu kınama çağrısı gerektirecek bir şey görülmüyor.

        Üçüncüsü, bildiri ‘İsrail askeri operasyonundan’ bahsediyor. Sanki İsrail meşru bir savaşa giriyormuş ve savaş suçu işlememiş gibi. Dördüncüsü, bildiri yaşananlar için ‘tarafsız soruşturma’ çağrısı yapıyor. Sonuçları bağlayıcı olacak bağımsız uluslararası soruşturma talep etmiyor. Tarafsız soruşturma talebi bu misyonun İsrail’e verilmesi anlamına geliyor. Amerikalı delege ‘İsrail soruşturmasını destekliyoruz ve İsrail’in nezih iç bir soruşturma yapacağımdan eminiz’ diyerek bu talebi açıkça ortaya döküyordu. Beşincisi, bildiri ‘Gazze’deki şartların katlanılamayacağından’ bahsediyor, ‘insani yardımların yapılması ve Gazze’de dağıtılması’ çağrısı yapıyor. Bildiri İsrail oluşumunun Gazze’ye dayattığı zalim terörist ablukadan bahsetmiyor.

        Güvenlik Konseyi bildirisi pratikte şehitlerin canlarını ve İsraillilerin Akdeniz’e gömdüğü uluslararası hukuku hafife aldı. Konsey düşmanla işbirliği yaptı ve terörün ortağı oldu. Güvenlik Konseyi’nin bu alçaltıcı korkak tutumu, İsrail oluşumuna dilediği zaman katliamlarını ve terörist suçlarını işlemesine yeşil ışık yaktı. Doğal olarak Güvenlik Konseyi’nin bu suçunun arkasında ABD yönetiminin aldığı tutum ve İsrail’in kınanmasını engellemek için yaptığı büyük baskılar var. Bu yaşananlar Arap ülkelerinin ABD’nin çözüm için arabulu-culuk rolü oynamasına bağlanan yanılgıları bırakmalarına ilave bir kanıttır. Keza Filistinlilere veya Araplara adil davranacak uluslararası tutum yanılgılarını bırakmak için de bir kanıttır.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ