Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Tuzlu Su’dan uzakta ama içindeyiz

        Sırma KARASU / HT CUMARTESİ

        “Dört mevsimin dördünün de yaşandığı ülkemiz, jeopolitik önemi ve coğrafi konumu gereği çok önemlidir. Bu yüzden de yüzyıllardır ele geçirilmek istenmiştir.” Böyle demişti tarih hocamız. Ama nasıl olur da bazı ülkeler diğerlerine daha kıyasla daha “önemli” olurdu? Körfez savaşı çoktan geride kalmış, Amerika henüz Irak’a girmemişti. Ortaokuldaydık, “ülke” dediğin şey iklimlerden, varsa etrafını çeviren denizlerden ve en yüksek-en alçak yerlerinden ibaretti. Sanki kolektif hafızamızı yitirmiştik. Dağlar, denizler, madenler yani ülkeye şu bahsedilen stratejik önemi veren şeylerin çokça bahsi geçse de, nefes alan, sevinen, üzülen kısacası yaşayan insandan haber yoktu. Bizim için dünya sayısal ve nesnel gerçeklerden ibaretti. İnsanlar birey değil coğrafya kitabında rakam, tarih ise kültür sanat değil savaşlarla yazılıyordu. Çin’in en büyük ihracatının hâlâ pirinç olduğu, Twittersız çağlardan bahsediyorum.

        Geçen salı, bienalin henüz gezmediğim; Arter, Ev, Otopark, Dükkân ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu duraklarını İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer ve Sergi Koordinatörü Elif Kamışlı eşliğinde gezme şansı buldum. İletişim sponsoru Vodafone’un sanatın dijitalleşmesi yönündeki çalışmaları kapsamında geliştirdiği bienal uygulamasını ilk kez kullandım. Uygulama benim gibi hâlâ doğup büyüdüğü şehrin arka sokaklarında kaybolmayı becerebilenler ve bienal mekânlarına ilk kez gidenler için mükemmel.

        Carolyn Christov-Bakargiev’in küratörlüğündeki 14. İstanbul Bienali’nin konusu “Tuzlu Su”. Tuzlu su denince insanın aklına ilk gelen deniz, sonra gözyaşı. 14. İstanbul Bienali ise ikisinin tam buluştuğu yerde. Christov-Bakargiev, bienalin amacını şöyle anlatıyor: “Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla yas tutuyor, hatırlıyor, kınıyor, iyileşmeye çalışıyoruz ve kendimizi bu mekânda beraber yaşamış birçok topluluğun neşe ve canlılık olasılıklarına adıyoruz...” İnsan gerçekten de duraksıyor, düşünüyor, yedi milyar nüfuslu dünyada sanat olmasa nasıl anlaşırdık? Tuzlu suyun yani denizin sağladığı fiziksel seyahat imkânı olmasa dünya nasıl olurdu? Kültür, sanat nasıl olurdu? Bienal, kesişen yolların, birbirine uzanan kültürlerin, buluşma ve çatışmalarının başlangıcı olan Tuzlu Su başlığı sanatçılara, yüzyılları kapsayan bir zaman aralığı üzerine düşünme ve dışavurma imkânı vermiş.

        KENDİ ÜTOPYASINI YARATMIŞ

        Tarihi, öyküsü olan binalar, şehir kültürünün ayrılmaz parçaları olmalarına rağmen hayatlarımızdan bir bir kayıp giderken, Cevdet Erek’in “Bir Ritm Mekânı-Otopark” ve Michael Rakowitz’in “Eti Sizin Kemiği Bizim” işleri özellikle etkileyiciydi. “Otopark”ı Erek’in kendi ağzından dinledik. Terk edildikten sonra kedilere sığınak imkânı sunan Otopark 1940’ta inşa edilmiş. Yani Tophane’nin 75 yılına şahitlik etmiş. Şimdi ise kedilere sığınak imkânı sunması bile yeterince bir sebep değilmiş gibi yıkılarak “yararlı” bir hale getirilmesi planlanıyor. Cevdet Erek bienal sayesinde kendi ütopyasını yaratmış, en azından şimdilik. İleride mutlaka bir halk kütüphanesi veya benzeri bir amaçla değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğü Otoparki temizlemiş, önce kullanılır hale sonra da sanat eseri haline getirmiş ve bunu yaparken kedilerin bile sığınma ve yaşama haklarına saygı duymuş. Mekanın girişinde sokak ile otopark arasında kapı olmaması nedeniyle dışarıdaki bütün sesler içeride. Otoparkın aslında oraya ne kadar ait olduğunu daha da iyi anlıyor insan. Gezerken kendimi ölüm döşeğindeki bir hastayla tanışıyor gibi hissettim. Orayı sevmeye hakkımız yok, bağlanmamalıyız, çünkü kaybetmemiz an meselesi.

        HAYALET ETKİSİ YARATIYOR

        Michael Rakowitz’in “Eti Sizin, Kemiği Bizim” işinin isminde birden fazla gönderme var. Hem zamanla azalan zanaatla birlikte yok olan usta-çırak ilişkisi hem de yitirdiklerimizden elimizde kalan kemikler. Rakowitz Emek Sineması ve Şan Tiyatrosu gibi yitirdiğimiz ve Yıldız Sarayı gibi hala yerinde olan tarihi binaların kartonpiyer kalıplarını kağıda aktarmış. Tavanlarda asılı kartonpiyer kalıbı çizimleri bir bakıma İstanbul kartonpiyer envanterini oluşturmuş. bazılarının yıkılmış olduğunu bilmek insanda hayalet görmüş etkisi yaratıyor. Kalıplardan hazırladığı alçı kartonpiyerler bir odada yerde topluca duruyor, tıpkı bir toplu mezar gibi, inanılmaz etkileyici. Yan odada da hazırladığı kartonpiyerler sergileniyor yanında ise gerçek kemikler, köpek kemikleri. 1910’da Sivriada’ya bırakılan 80 bin köpeğin kemiklerini toplamış Rakowitz. Geçen hafta ortaya çıkan Sarıyer Belediyesi Barınağı’nda açlıktan birbirini yiyen, soğuk taşlarda hasta yatan köpekler geliyor aklıma normal olarak. Bu ülkede hiçbir şey mi değişmiyor?

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ