Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat “Aşk büyük yalanımız. Olmayışıyla bizi ele geçiriyor”

        İsmail Güzelsoy ilk kitabı “Seni Seziyorum”la tanıdığım çok eski bir dost. Zaman zaman yolumun kesiştiği, seyrek de olsa aynı masaya düştüğümüz ama edebiyatını hep takip ettiğim ve çok sevdiğim, giderek de daha iyi bulduğum çok değerli bir insan. Bu da yeterli zaten.

        Yeni romanı “Öksüz Ağaçların Çobanı”nı görür görmez “İşte” dedim, “İsmail de benim son dönemde bir akıma dönüştüğünü düşündüğüm ağaç işine el atmış.” Aldım, okudum. O kadar basit değil tabii. Dramatik bir geçmişe sahip isimsiz bir kahramanın ada vapurunda Meryem’e tutuluşu ve devamında yaşananlar, bugün üzerinde düşünmemiz gereken pek çok kavrama, olaya götürüyor bizi. Masallar, gerçek-yalan ilişkisi, İstanbul, isyan ve tabii aşk romanın temel izlekleri diyelim. Ama bu sayfaların tam göbeğinde, bu fikirlerin bize kitap olarak ulaşmasını sağlayan şey var bizzat: Ağaç. İsmail, kurgusuyla aslında birçok kahramandan tek bir kahraman yaratıyor; bir ağacın dalları tek bir gövdeden çıkıyor veya… Seveceğiniz veya nefret edeceğiniz tespitler, gerçek mi hayal mi sorgulayacağınız bol bol sahne var romanda.

        REKLAM

        Ama bu değil mi zaten roman okumamızın sebebi: Kendimizden uzaklaşmak. Romain Gary, neden Emile Ajar mahlasıyla yazıp yıllarca herkesi kandırdığını açıkladığı 1974’te şöyle diyordu: “Hayatım ben olmamakla geçti, zaten bunun için yazdım hep. Okumak da sizin kendi kişiliğinizden kaçıp roman karakterine dönüşmenizi sağlar.”

        “Öksüz Ağaçların Çobanı”ndaki hangi karaktere bürüneceğiniz veya ağacın hangi dalı olacağınız sizi bağlar. Ben sadece olduğunuz dalı ve hatta gövdeyi kesmeyin derim. Bir de İsmail’in sorularıma verdiği cevapları okuyun…

        “TEK BİR İNSANIN FARKLI TÜREVLERİ”

        İsimsiz bir roman kahramanı, bize neyi anlatmak istiyor? Sen-ben, bu hepimiz olabiliriz mi demek?

        Elbette. Bu ve diğer ana figürlerin öksüz ve bu durum vurgulanmasa da arka planda oluşu kabuklanmış bir yara olarak görülür. Sahipsiz, kimsesiz, yaralı kimlikler… Her karakter bizim bir yanımıza gönderme yapsın istedim. Karakterlerin toplamı biziz. Aslında farklı bir okumayla, bütün bu insanların tek bir insanın farklı hayatlar yaşamış türevi olduğunu görebilirsin. Sanki aynı yaşlı ve yorgun gövdeden çıkmış birer dal gibi. Öksüz ağaçlar değilse bile, kırılgan ya da kırık dallar bunlar. Anlatıcı karaktere isim vermemekle onu bu kırık dalların birleştiği gövdeye benzetmek istedim.

        REKLAM

        Değil Efendi’nin anlattığı padişahın kızıyla evlenmek isteyen Mırmıri’den Meryem’in peşinde bir ömür tüketen kahramana yine aşkın içindeyiz. Aşksız bir roman yazmak pek mümkün değil mi?

        Tabii ki mümkün ama aşk, bir duygu olmaktan ziyade insanın hissedebilecek bütün duyguların neşteridir. Merhamet, özdeşlik, kaygı, korku, şefkat… Bütün bunları bir yumak gibi sinesine saran bir üst-duyuş halidir aşk. Bu bakımdan aşk, derin hissedişin kumanda odasıdır. Bazen çok karmaşık bir hikâye anlatmak istersin, içinden çıkamazsın ya, işte orada aşkı devreye sokarsın. Çünkü orada tanımlanan şey bir “sevdalanma” değil, başkasını kendi benliğinde duyuşun tohumudur. Yaşadığımız çağda aşk hikâyesi yazmak ne kadar inandırıcı, diye soracak olursan net bir cevabım olmadığını bil. Böylesi ağır yalanlar çağında aşkın soluk alabilmesi ne kadar mümkün, bilmiyorum? Bir şeyden çok söz edilmesi onun varlığına değil, genelde yokluğuna işaret eder. Belki aşk da öyledir. Olmayışıyla hayatımızı ele geçiriyor. Belki de en büyük yalanımız o…

        REKLAM

        “GERÇEĞİ, ALDATMAK İÇİN KULLANABİLİYORUZ”

        Aslında bu, yalan ve gerçeğin tezatlığının romanı gibi bir yandan da. “Yalan yaratır, gerçek öldürür.” “İnsanlık kültürü, birilerini aldatmayı amaçlamayan yalanlar sayesinde incelmiş ve zenginleşmiştir.” Çirkin gerçeklerdense, güzel yalanlar mı demek istiyorsun?

        Tam olarak öyle demiyorum. Geçen hafta bir atölye çalışmasında Bir Zamanlar Anadolu’da filminin kurgusal yapısı üzerine tartıştık öğrencilerimle. Ben filmin alt metnini şöyle tanımladım: “Bu kadar kafa bulandıran yalanın içinde, hayat karartmayacak bir yalan da barınamaz mıydı? Gerçek gerçekten bizi özgürleştirecek mi?” Bazen gerçek bizi gülünç duruma düşürür, bunu da yaz bir kenara. Gerçek hiçbir zaman bu kadar sentetik ve değişken olmadı. Çünkü gerçek bizim dışımızdaki evrende olup biten bir şey değil, adamların gerçek üretme çiftlikleri var. Medya mı diyorsunuz şimdilerde? İhtiyaç duyduğumuz gerçeği çıkarıp önümüze koyuyorlar. Modernist dünya iktidarları insanları yalanla aldatırdı, çağın iktidarı gerçek ve yalan arasında durmuyor. İhtiyaç duyduğu kartı istediği zaman açıveriyor. O zaman bu sahtekârlıklarla mücadele etmenin yolu, sentetik bir gerçeğin karşısına bir o kadar sentetik başka bir gerçek çıkarmak olmamalı. Ben şahsen belli bir görüşe ölümüne bağlı insanlarla tartışmaktan kaçınıyorum artık. Çünkü mutlak inançsızlık ve mutlak inanca inanmıyorum. İnsan belli katmanlarda, belli oranlarda inanır ya da kuşku duyar. İktidar dili her şeyi mutlak uçlarda tanımlamakla bizi düşmanlaştırmayı hedefler. Gerçek de bir hokus pokus oyuncağına dönüşüyor. Gerçek üretmek diyeceğimiz karmaşık bir oyun var ortada. Bu üretilmiş, tasarlanmış gerçeğe karşı hâlâ rüyalarımızla, hayallerimizle ayakta kalmaya çalışmamızdan söz ediyorum orada. “Yalan” olarak kodlanmış durum, metnin bir sonraki bölümünde tanımlanıyor zaten. Riyakârlıktan söz etmiyoruz yani.

        Aynı minvalde bir cümle: “İnsanlar yalan söylemediklerinde gerçeği dile getirdiklerine dair sarsılmaz bir inanca sahiptiler. Yani gerçeğin aldatmak için kullanılabileceği ya da işte, yalanın bir sahtekarlığı açığa çıkarmaya yarayabileceği fikri yoktu kafalarında. Onlar için yalan söylememek, dürüst olmaya yetiyordu.”

        REKLAM

        Evet, tam olarak bunu kast ediyorum. Post-truth oyunlarıyla ince bir yüzleşme noktası burası. Gerçeği, aldatmak için kullanabileceğimiz bir çağda yaşıyoruz. Aklına gelen ilk zırva iddiayı Googla’a yaz bak kanıt hemen gelecektir. Bir fikrin kanıtlanabilir oluşu, onun doğru bileşenlerden oluşan bir yalan olmadığı anlamına gelmez. Meryem de diyor ki, mademki gerçek sahtekârlığı örten bir kılıf, ben de yalan ile onu ortadan kaldırmayı deneyebilirim. Kişisel olarak buna ne kadar katıldığımı bilmiyorum. Olabilir mi? Belki ama Meryem’e de itirazım var. Ya o maskeyi düşürürken ortaya atılan yalandan nasıl kurtulacağız? Aldığın abdest ürküttüğün kurbağaya değecek mi? Üzerine çok kafa yorduğum meseleler bunlar ama ahlâk ilkeleri de felsefe önermeleri gibi, cevap arayan şeyler değil. Bir ikna olma hali. Ben şahsen bu tür önermelerin formülleştirilmesine sıcak bakmıyorum. Bazı durumlarda evet, işe yarayabilir ama tasarlanmış gerçeğin maskesini yalan ile düşürmek her koşulda, her zaman etik bir davranış olmayabilir.

        Ve bir tane daha: “Güya ile katı gerçeğin birbirine böylesine sahtekârca dolandığı bir çağ olabilir mi? Bu adamlar, ‘Gerçek değerliyse, onu da biz yaparız’ dediler, anlamıyor musun?” Mevcut dünya düzeninin sorgusu mu bu?

        Bir bakıma… Bir bakıma da benim metne müdahalem olarak görebilirsin bunu. Biraz kahramanımın kafasını karıştırmaya çalışıyorum. Kendinden, sözlerinden o kadar emin olmamasını sağlamaya çalışıyorum. Meryem benim için “kadınlık durumu”nun özeti gibi. Onunla cepheden hesaplaşmak yerine, uzlaşma arayışımdı o ifade. Galiba…

        “HEPSİ KENDİNİ İFADE ETME GAYRETİ”

        Kahramanın Meryem’e duyduğu aşk, “böylesi kaldı mı” dedirtiyor. 17 yıl 3 ay 5 gün tek birini düşünen, başkasına dokunmayan. Ki Meryem de farksız. Böylesi sadece romanlarda mı kaldı yoksa?

        REKLAM

        Kürşad, benim teyzem 13 yıl nişanlı kalmış. Sevgisi ölmemiş ve uzun yıllar süren mutlu bir evlilik yaşamış. Şimdilerde böyle mi olurdu? Bilmiyorum ama benim roman anlayışımı en iyi takip edenlerdensin. Olabilecek en uç durumları inandırıcı kılmaya çabalayan bir yazar oldum her zaman. Kolay yolu seçip o süreyi dört yıla indirebilirdim, farkındasındır. Zor yolu seçiyorum. Uç durumlar, keskin virajlar… Böylelikle en basitinden sana bu soruyu sordurabiliyorum. Romanı seversen o soru aklında mayalanacaktır. “Peki aşk nedir”e kadar uzanan bir korku tüneli inşa etmeye çalışıyorum bu yolla. Tanımlı dünyayı okura satmak benim pek sevdiğim bir şey değil. Zorlanmayı seviyorum. Meydan okumayı, zor denklemler kurup çözmeyi seviyorum. Ve en önemlisi, bunu yaparken de sıkıcı olmamaya gayret ediyorum. Bir yandan uzun yıllar başka kadına ilgi göstermeyen, aşkına sadık bir adamı reddederken okurun bir yandan da kendi kuşkusuna kuşkuyla bakmasını sağlamaya çalışıyorum. Böyle bir aşkı anlamaya çalışmak romandan koparmaz okuru, aksine, romanın başka katmanlarını okumaya zorlar. “Burada bir dümen var galiba” duygusu iyidir. Kuşkulu, gerektiğinde yazarın kurduklarını sorgulamak uyarılı bir okuma hali yaratır. Tabii bu benim hikâye kurma tekniğimle ilgili bir durum. “Doğrusu budur” demiyorum. Bunun doğrusu yanlışı yok. Sadece okumayı dinamik ve okurun da tamamlayacağı bir anlatıya çevirmek istiyorum. Kendi kendine bir yerde, “Evet, diyelim ki adam 17 yıl aşkına sadık kaldı, bakalım bunun sonucu nedir” diyecektir okur. Demiyorsa kendi ezberini okur zaten. Okumayı dinamik ve okurun da katıldığı bir yolculuğa dönüştürmeyi hep hedefledim, bilirsin.

        Kahramanın dediği gibi, birini sevmek kendinden sıkılmakla mı başlar? Veya yine aşkın sebebi, “güçlü bir bilme ve bilinme isteği” midir?

        Bunları neden iki kutup gibi tanımlıyorsun? Sence birbiriyle ilgili durumlar değil mi? Hatta biraz yukarıdan bakarsak aynı şeyi görürüz gibime geliyor. İnsan bu dünyada ne yaparsa yapsın aslında kendini ifade etmeye çabalıyor bir bakıma. En masum davranışlarımızda bile bunun izleri vardır. Yemek yemek, su içmek bile bir kendini ifade çabasıyla yüklü. Başka birinin gönlünde, ruhunda, bedeninde kendini aramak aslında bir bilme ve bilinme arzusu değil mi? Kendini ifade etme gayreti… Tabii ki kendimizden sıkılıyoruz. Şöyle düşün, en sevdiğin insanla aynı odada ne kadar süre kalıp sohbet edebilirsin? Biz ki, genelde en sevdiğimiz insan değiliz ama o gövdede kendimizle, bir başımıza uzun bir hayat yaşıyoruz. Bir yerden sonra kendine mahkum olmanın sıkıntısını yaşıyor ve kendimizi başkalarıyla paylaşmak istiyoruz. Dostluk, aşk, yarenlik hep bunun için değil mi? Kendimizi paylaşmak, bilinmek istemek.

        REKLAM

        “HÂLÂ AĞACI ODUN SANANLAR SORGULANMALI”

        İnsan bedenine hapsolmuş bir ağaç Meryem. Köklerle güçlü ilişkileri var. Yine onun dediği gibi, “Dünyadaki bütün ağaçlar ortadan kalksa insanlar en fazla bir saat yaşar.” Ağaçlar, ağaç temalı incelemeler, romanlar aldı başını gidiyor şu sıralar… Ya da benim algım öyle. Senin romanının özünde de bu var. Sen neden istedin şimdi ağaç yazmayı? Bizim eksik yönümüzü mü ifade ediyor bugün?

        Ağaçlar üzerine çalışmam çok çok eski bir hikâye. İlk kitabımı hatırlarsın, hatta ilk röportajı da sen yapmıştın. Oraya koymayı düşündüğüm bir hikâye vardı, içime yatmayan bir şey olduğu için son anda çıkarmıştım. Yaşlı kadın kocası ölünce onu bahçedeki bir çınarın dibine gömer ve sonra her sabah onu ziyaret eder. Kadın kocası ölmeden önce her uyandığında onun avucunu öperek güne başlarmış. Hikâyenin sonunda gelip çınarın dalının ucundaki çatalı öpüyor. Bir bakıma kocasının çınar ağacına dönüştüğünü hayal ediyor filan. Bu hikâyeyi yazarken ne düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Eğer ağaçlar yürüyebilse dünya ne kadar farklı bir yer olurdu! Hele de konuşabilseler… Şimdi biz ağaçların konuşabildiğini biliyoruz artık. Bu canlılık formu bizimkine benzemiyor diye onları duymazlıktan mı geleceğiz? Bence dikkatini çeken yaygınlık böyle bir bilincin uç vermesinden başka bir şey değil. Ağaçlar bu dünyanın en zarif madenleridir. Gözümüzün önünde olduğu için kıymetini bilemeyişimiz bizim günahımız. Eğer birilerimiz bunu görmeye başladıysa, hâlâ ağacı canlı odun sananlar sorgulanmalı. Güven bana, ağaçlara olan tutku çok büyük hızla yayılacak. Eğer yanılıyorsam bunu yüzüme vuramayacaksın, o kadar yaşayamayacağız çünkü.

        REKLAM

        Yoksa Gezi, “birkaç ağaçla” başladığı için mi?

        Gezi’deki hikâye de birkaç ağaçla başladı ama bu ne bir ilkti ne de son olacak. Bundan sonraki çağda, istersen Post-Trump diyelim adına, ağaçların çok merkezi bir rol oynayacağına tanık olacağız gibi geliyor. Dünya için bütün canların, canlıların nasıl gözden çıkarılamayacak önemi olduğunu anlayacağımız bir çağın eşiğine geldik. İnsanın kendi güncel konforu için dünyayı böylesine hoyratça kullandığı son kuşaklar doğuyor şu anda. Umuyorum… Rönesans’la başlayan insan-merkezli bir dünya algısının varabileceği en uç noktadayız şimdi ve bu algının yol açtığı hasar da ortada. Biz dünyanın canlı olduğunu, ağaçların yoldaşımız olduğunu çok önceden beri biliyoruz. Bu bilme halinden kaçınmanın yarattığı yıkımlarla yüzleşmeye başladık yalnızca. Gezi küçük bir fısıltıydı yalnızca. Dünyada bundan sonraki en büyük mücadelenin eko-politik dedikleri kanaldan yürüyeceğine inanıyorum. Belki başka şeylerle de birleşip çeşitlenecek ama dünya yoksa biz de yokuz. Romanda bir saat dedim ama gerçekte dünyadaki bütün ağaçlar ortadan kalksa insanlığın ömrü tam olarak 45 dakika… Karakterin o yıllarda bu kadar ayrıntılı biliyor olamayacağını varsaydığım için yukarı yuvarladım süreyi.

        2023’te bir Gezi daha yaratmışsın. 283 kişinin öldüğü... Bu sefer Lacivertli Kız. Benzer sahneler… 4. Sınıf ve Hüviyetsiz Hareketi. “Bu isyan bitmez” mi demek istiyorsun?

        REKLAM

        Evet, öyle diyorum. Bu isyan bitmez çünkü bu insani bir reddiye. Gerisinde hangi politik söylem olursa olsun, derinlerde herkesin özlem duyduğu doğayla bütünleşme, toprağın çocuğu olduğunu bilme bilinci var. Bu beslenme kaynağı kurumaz. Bir İslamcı da, sağcı da, solcu da, liberal de bunu bilir ama bildiğinin farkına varmamayı yeğleyenler var, bildiğini isyanla bağıranlar var. Böyle bir dava, haklılık-haksızlık gibi bir noktadan ölçümlenemeyecek kadar varoluşsal. Hiçbir zaman “biz haklıyız” diyebileceğimiz bir şey değil bu. Belki şöyle söylenebilir: “Biz sizin adınıza bile haklıyız. Çünkü biz yenildiğimiz zaman siz kaybedeceksiniz. Çünkü çocuklarımızın güzel bir dünyada yaşama hakkı bizim sığ kavgalarımızdan daha önemlidir.” Her kuşağın, kendinden sonra gelecek kuşaklara borcu olduğunu anlayıncaya kadar medeniyetten söz edemeyiz. Hâlâ bir mirasyedi kafasıyla kullanıyoruz dünyayı ve bu kumarbaz, bu hovarda kafa bize ağır gelecek. Çünkü bu gezegen çok güzel bir vatandır. Hepimiz için… Kuşların, böceklerin, ağaçların ve insanların kucaklaştığı zengin, cömert bir gezegen.

        Senin cümlelerinle sorayım ya da: “Bu daha başlangıç.” Her başlangıç bir bitiş değil mi?

        Niye tersinden sormuyoruz soruyu? Her bitiş bir başlangıç değil mi? Ölümün ağırlığını bile reddeden bir roman yazdım. Ölümlere rağmen, zulme rağmen, tüm o kahırlara rağmen mutlu bir hikâye anlattığıma inanıyorum. Çünkü başlangıçlar varsa ölüm de anlamsız bir ayrıntıya dönüşür. Tabii ki “bu daha başlangıç.” İnsanlar yaşadıkları tarihi yargılayamazlar, gülünç düşebilirler. Düşünsene, II. Haçlı seferinde aldığı bir kılıç yarasıyla kıvranan Anadolulu köylü, “Bir Haçlının kılıcıyla ölüyorum” diye mi sayıklıyordu? Hayır, tıpkı aşk gibi, insan yaşadığı anı tanımlamaktan acizdir. Biz yakın dönem olaylardan hemen sonuç bekleme gibi bir sabırsızlıkla dünyayı izliyoruz. Tarih yavaştır ama kararlıdır da. Bir şey kesindir, yaptığınız her şeyin bir sonucu vardır. Orwell diyor ya, “Her eylem kendi sonuçlarını içinde taşır.” Siz bir başlangıç tanımladıysanız onun sonuçları olacaktır.

        REKLAM

        “ŞEHİRLERİN NEŞESİ KAÇTI, İSYAN BUNA”

        “İstanbul bir isyanlar kentidir. Aslında bütün başkaldırılar tek bir isyanın tarihe yayılmış parçalarıdır. Böylesine bereketli ve bonkör bir coğrafyanın çocukları yoksunluğa tahammül edemiyordu işte. Zayıf birinin hoyratça incitilmesine tahammül edemiyordu.”

        Ben isyanları anlamaya çalıştım hep. Nika’yı, Babailer’i, Celaliler’i, Bedreddin’i, Dev-Genç’i ve diğerlerini. Bir şey anladım ki, hiçbir halk isyanı haklı-haksız bakışıyla yargılanamaz. Hele de gerekli-gereksiz ayrımı tam olarak gülünç. Kimse günlük hayatından bir anda silkinip sokaklarda bağıran birine dönüşmez. Deli değilseniz gerçekten bir derdiniz vardır. Bakın İstanbul Boğazı’nda yüzlerce balık göç eder, inanılmaz zengin ve verimli bir coğrafyadır burası ama balık yok ortada. Fiyatlar ateş pahası. Kadıköy’de yaşlı bir amca bas bas bağırıyordu, “Bu fiyata Mezgit mi olur ya?” İşte o isyandır, tam da benim tanımladığım isyan… İster bir kişi olsun ister bir milyon kişi, ortada bir haksızlık var ve siz kendinizi bağırarak ifade etmek zorunda kalıyorsanız iyi idareciler hemen kendilerine çeki düzen vermek zorunda hissetmelidir. Sadece Türkiye için geçerli değil bu dediğim ama İstanbul ve Anadolu bu anlamda belki de en belirgin örnekler. Karaköy’den yürümeye başlıyorsunuz, saatlerce deniz görmüyorsunuz. Denizi elimizden almışlar basbayağı. Ne hakla! O kıyılarda denize girip serinlediğimiz zamanları hatırlıyorum ben. O kıyılarda sandalla gezip şarkı söyleyenleri dinlediğimiz çağ çok mu uzakta? Şehirlerin neşesi kaçtı. İsyan buna. Sadece açlık, ekonomik kriz filan değil, asıl dile getiremediğimiz isyan bu. Son olarak ne zaman kıraathaneye gittin Kürşad? Sağdan soldan, havadan sudan sohbet ettin? İstanbul Boğazı’nda neden denize giremiyoruz? Neden şehirde sallana sallana yürüyemiyoruz? Neden Galata’nın korkuluklarına yaslanıp gün batımını seyrederek çekirdek yemiyoruz artık? Neşemiz yok. Çünkü kent bizim değil. Sevgilimiz terk edip gittiği gün üzerine oturup için için ağladığımız o bankı kaldırdılar, yerine beton döküldü. Dallarını seyrettiğimiz ağaç söküldü. Hepimiz kentsel dönüşüme girdik, sadece binalar değil… Bak ne kadar az serçe var etrafta. Serçeler bile çekip gidiyor kurduğumuz dünyadan. Bizim mutsuzluğumuza ortak olmak istemiyorlar herhalde. Ellili yaşlardaki herkes bu şehirde ne kadar çok serçe olduğunu hatırlar.

        Vakti gelmişken, güzel bir İstanbul tasviri daha: “Ne yaşarsa yaşasın, mutlu olmayı başarabilen insanlara benziyordu bu şehir. Her şeye rağmen güzelliğini korumayı beceriyordu nasılsa.” Böyle mi İstanbul?

        REKLAM

        Biz hatıralarımızın dekorunu seviyoruz galiba. Bilemiyorum ki! Karakter öyle düşünüyor ama bazen çok karamsar oluyorum. Sevgilimizin resmine bakıp mutlu anları hatırlamak gibi bir şey olabilir mi? Yoksa gerçekten hâlâ güzel bir şeyler var mı? Biraz da nereden baktığımıza bağlı. Mecazen değil, yani hangi lokasyonda olduğumuz da belirliyor. Ben metro kalabalığına baktığımda içim acıyor, ağlamaklı oluyorum. Hepimiz ne kadar öksüz ve sahipsiziz. Kimse sohbet etmiyor. Herkesin kulağından o uğursuz beyaz kordonlar sarkıyor. “Ne dinliyorlar acaba şu anda?” Yüzlerinde, dinledikleri şarkıların izini görmeye çalışıyorum. Ama bazen Tahtakale’de gezerken, “Benim güzel şehrim, buradasın işte, yakaladım seni” filan diye uçtuğum da oluyor. Kendi kendime oyalanıyorum anlayacağın. Gerçekten yarattığım karakter kadar net olamıyorum bazen.

        İstiklâl Caddesi’ne 10 metrelik duvarlar da nereden çıktı? Nedir bu Taksim Seddi? Zaten giremiyoruz artık…

        Simgesel bir duvar o tabii ki. Sen de “Zaten giremiyoruz artık” demekle sorunun cevabını veriyorsun galiba. Kendi cevabını soruluyorsun bir bakıma. Bir zamanlar kentler duvarlarla korunurdu. Şimdi insanlar…

        “KURBAN HER ZAMAN ANNELEDİR”

        Meryem artı 6 kişi ve yanlarındaki köpek… Yedi Uyurlar’dan mı mülhem?

        Elbette. Zulüm çağında uyursun ve bir uyanırsın ki özgürsün. Ona gönderme. Tabii onun haricinde Ferhat ile Şirin gibi başka pek çok masala da gönderme var romanda.

        Bu arada, Hayat “Pinokyo” klasiğini yeniden yazmış gibi. Ama Gepetto Usta’nın sonu bu kez feci olmuş…

        İnsanların en yaygın söylenceleri kendi hayatlarında yeniden tanımlayışlarına bir örnekti o. Hayat gibi bir karakterin hayatında Pinokyo başka nasıl biri olabilirdi ki? Tabii Pinokyo ile Meryem arasındaki bağlantı da alt katmanda bir şey fısıldıyordur sana, eminim.

        Roman, biraz da kadınların gücüne ferasetine övgü gibi. Kahramanın annesi, Meryem, Elif, Hayat… Hepsi güçlü kadınlar. Ve şu cümle: “Kadınların öne geçtiği bir yolculuk kötü sonuçlanamazdı. Erkeklerin baş edilmez, tatmini mümkünsüz iktidar arzusuyla kadınların mazlum başkaldırısı aynı şey değildi.”

        REKLAM

        Şehrazad ölüme karşı masala sığınır ve masalları sayesinde varlığını sürdürür. Oysa romanda masal anlatan kadınları tam tersi bir kader bekler. Hiçbir kadın masalını tamamlamayı beceremez ve sonunda yine bizim isimsiz anlatıcıya düşer bu görev. Bunu özellikle yaptım, rastlantısal bir şey değil. Kadının bütün gücünün, silahının elinden alınışına dair bir şey söylemektedir bu metafor. Masal, bir annenin çocuğunun ruhunu okşaması, onu eğitme çabasıdır. Bu da ölümcül bir duruma dönüşüyor romanda. En önemlisi, kadınları tanımlarken hiçbirini bir roman karakteri gibi işlememeye özen gösterdim. Bütün kadınlar, aynı insanın farklı veçhesi gibi olsun istedim. Meryem’in yalana olan tutkusu ile Hayat’ın masala olan merakı gibi pek çok paralellik var ve bunun zirve noktası da Hayat’ın son anda Meryem’e dönüşmesiydi. Bu durumun açıklaması kısa bir pasajla veriliyor romanda. “İster baba oğlu öldürsün, ister oğul babayı, her zaman kurban annedir” gibi bir şey söyler kahramanımız. İşte bu iddia, romanın en vurgulu tematik ifadesi olabilir bence.

        Kitaba kendini de koymuşsun, çizimlerini de. Çok mu otobiyografik bir roman yoksa!

        Olmadığını biliyorsun. Aslında oradaki ben de, şahıs olarak ben değilim. Bir anlamda tüm bu olayların bir kıyısında bulunduğumu okura hissettirmek için oraya giriverdim. “Can Direği” adını verdiğim bu serinin diğer romanlarında da küçük, figüratif rollerim olacak.

        “SES AKILDAN BİLE HIZLIDIR”

        Ve beğendiğim dört cümle, tespit…. Belki bir şeyler söylemek istersin:

        “İnsanın kurtulması gereken hatıralar acılı değil mutlu zamanlarına ait olanlardır.”

        Çünkü acıyı yenmek için duygusal bir bağışıklığımız vardır ama zihnimiz mutluluk hatıralarını silmek, onlardan kurtulmak istemez. İnsan aklı acıdan kurtulup yoluna devam etmeye kurgulanmıştır. Mutluluktan değil… Mutluluk hatıralarımız bazen yaşadığımız günlük hayatı zehir eder ve onlardan kurtulamadığımız sürece de hayatımızı sürdüremeyiz. Değil mi?

        “Doğu’da kimse söylentiden daha hızlı hareket edemez.”

        Batı’yı bilmem de Doğu kültürü söylencenin, efsanenin, hikâye etmenin yurdudur. Hikâyeler insanlardan hızlı yol alır. Çok küçüktüm, belki okula bile başlamamıştım. Bir yerlerde bir kızla oğlan kaçmışlardı. Mahallede herkes “Buraya geliyorlarmış” diye kapılarının önüne çıkmış, bekliyordu. Sahiden de bunların el ele sokaktan koştuklarını gördük. İlginç olansa, kasabamızda ne telefon vardı o dönemde, ne de motorlu araç. Peki o insanların geldiği, tam da o sokağa ulaşacağı nereden bilinebilirdi ki? Ses akıldan bile hızlıdır.

        “İnsan başkalarını da intihar edebilir.”

        İntihar genelde kendini değil, kendi dışındakileri öldürmek değil mi? Hayat burada, “Bazen insan kendi dışındakileri değil, gerçekten kendini de öldürmek isteyebilir” demiş oluyor bir bakıma.

        “Biz kahkahayla ağlar, hüngür hüngür gülerdik.”

        Kahkahalar her zaman sevincin, mutluluğun ifadesi değil. Hele romanda tanımlanan o durumda, tam aksine, acının dışavurumundan başka bir şey değildir.

        REKLAM

        İKİ TAVSİYE

        Parçalanma

        Chinua Achebe

        (İthaki)

        10’lar Konseyi

        Baran Aydın

        (Destek)

        Döneminin büyük güreşçisi ve savaşçısı Okonkwo gönderildiği sürgünden döndüğünde köyündeki sömürgecileri görür. Afrika’nın bitmeyen dramını anlatan bir roman daha, Man Booker ödüllü ama… Diğeri ise bir komplo teorisi kitabı. Kitabın tanıtımından alırsam: Kadim Türk bilgeliğine on bin yıldır düşman olan bir konsey!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ