Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Sinemanın unutulmaz babaları
        1

        HÜSEYİN EFENDİ VE SADIK – BABAM VE OĞLUM (2005)

        12 Eylül 1980 sabahı doğan bir çocuğun hikâyesi... 12 Eylül ondan annesini almış. Babası (Fikret Kuşkan) Sadık’ı da almak üzere... Ama uzaklarda onu bekleyen sıcak bir yuva var. Orada onu dedesi Hüseyin Efendi (Çetin Tekindor), babaannesi, amcası ve büyük bir aile bekliyor. Orası Ege. Orası Anadolu... Bir anlamda, bütün Türkiye'nin evi. Taşranın sakinliği, uzanıp giden yeşilliği hepimiz için bir sığınak değil mi? Ve sonunda, çoğumuz fırtınaları atlatıp hep ailemize dönmez miyiz? Sistem, kendisine karşı çıkanlara karşı acımasız olabilir ama aile, her zaman orada sabırla bekler. Sadık bunu iyi bildiği için yıllar önce terk ettiği baba ocağına dönüyor. Onu babasına emanet etmek ve huzur içinde veda etmek istiyor hayata. “Babam ve Oğlum”da sadece 12 Eylül'de kaybettiklerimize değil, evlatlarını kaybeden bütün babalara ve babalarını erkenden kaybeden çocuklara ağladık.

        2

        CALVIN JARRETT – SIRADAN İNSANLAR (1980)
        (Ordinary People)

        Lise öğrencisi Conrad, abisinin ölümüyle sonuçlanan kaza sonrasında hayatını toparlamakta zorluk çeker. Onu tanıdığımızda intihara kalkıştıktan sonra gördüğü 4 aylık uzun tedavinin peşinden olağan hayatına geri dönmeye çalışan bir gençtir. Yaşadığı evlat acısını hâlâ atlatamayan ama bununla yüzleşemeden normal hayatına devam etmek isteyen annesi ona yardım etmekten çok uzaktır. Dahası, Conrad’ın özel ilgiye ihtiyacı olduğunu dahi kabul etmez. Tam aksine, tüm sorunlarla tek başına baş etmesi gerektiğini düşünür. Donald Sutherland’in canlandırdığı Calvin Jarrett işte tam da bu noktada eşinin ve yakın çevresinin inanılmaz duyarsızlığına karşın Conrad’ı desteklemekten sonuna kadar vazgeçmez, onun için en iyisinin ne olacağını sorgulamaktan vazgeçmez. Baba ile oğulun birbirlerine sarıldığı final sahnesi unutulmazdır.

        3

        ERIC BISHOP– HAYATA ÇALIM AT (2009)
        (Looking for Eric)

        Karısı tarafından terk edilen ve iki haylaz üvey oğluyla baş etmekte zorlanan Manchester’lı postacı Eric’in (Steve Evets) bir sürü sorunu vardır. 30 yıl önce sorunlu bir biçimde ayrıldığı Lily’ye âşıktır hâlâ. Onu görünce panik ataklar geçirmekte, ne yapacağını şaşırmaktadır. Hayatında hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir anda yeni ve hayali bir “dost” çıkar karşısına: Futbol efsanesi Eric Cantona... Eric, hayallerindeki Cantona ile yarenlik ederek ağır ağır bütün sorunlarının üstesinden gelmeyi dener. Bütün bu süreçte, annelerinin yıllar önce kendisine bırakıp gittiği iki üvey oğlunun babası olduğunu asla aklından çıkarmaz. Sorumluluktan kaçmaz ve onlar için en doğrusunu yapmaya çalışır. Çünkü hayat onun için bir takım oyunudur. Futbolun ruhuyla sinemanın ruhunun sıcak sıcak kaynaştığı bir Ken Loach filmi.

        4

        RICKY – ÜZGÜNÜZ SİZE ULAŞAMADIK (2019)
        (Sorry We Missed You)

        Film, ‘gig economy’ diye adlandırılan neoliberalist uygulamaların alt orta sınıf İngiliz ailesi üzerindeki etkilerini konu alır. Kargo şirketinin yöneticisi, yıllarca inşaat sektöründe çalışmış iki çocuk babası Ricky’ye (Kris Hitchen) ‘Burada bizim çalışanımız olmayacaksın. Artık kendi işinin patronusun’ der… Kısa sürede bırakın ‘kendi işinin patronu’ olmayı, sosyal haklara sahip kadrolu işçilere oranla çok daha zor bir çalışma hayatı olduğunu anlarız. Ama işsizlikten bunalmış ve çocuklarına doğru dürüst babalık yapmak isteyen Ricky, kazanacağı parayı hesap ederek kendisinden istenilen her şeyi harfiyen yerine getirir. Lakin, bu çalışma temposuyla lisedeki sorunlu oğulları Seb (Rhys Stone) ve küçük kızları Liza’ya (Katie Proctor) doğru dürüst babalık yapmasını mümkün olmadığı ortaya çıkar. Yönetmen Ken Loach ve senaryo yazarı Laverty, öyküyü özeLlikle aile üzerinden geliştiriyorlar. Neoliberalist uygulamalar Ricky ve Abbie’ye geçinip gidecekleri, borçlarını ödeyecekleri bir para sağlıyor ama ebeveynliğin gereklerini yerine getirmekte zorlanıyorlar. Ve biz de bir babanın ailesini geçindirme konusunda kendisini nereye kadar zorlaması gerektiği üzerine düşünüyoruz.

        5

        TRAVIS HENDERSON – PARIS, TEXAS (1984)

        Onu ilk tanıdığımızda ıssızlığın ortasında elinde su bidonuyla dolaşan kayıp bir ruhtan farksızdır. Harry Dean Stanton’un canlandırdığı Travis Henderson’un geçmişle olan bağları zayıftır. Çoğu şeyi hatırlamaz. Kardeşi gelip onu evine götürürken sessizliğini nadiren bozar. Aklında neler olduğunu anlamakta zorluk çekeriz. Ama film ilerledikçe, tüm sorunlarına rağmen babalığın gereklerini yapmak için elinden geleni yaptığını anlarız. Alman yönetmen Wim Wenders’in ABD’de çektiği hüzünlü ve dokunaklı filmde o yılların sinema yıldızlarından biri olan Nastassia Kinski de oynuyor. Cannes’da Altın Palmiye kazanmıştı.

        6

        GILBERT ‘GIL’ BUCKMAN – ÇILGIN AİLE (1989)
        (Parenthood)

        Filmin öyküsünü yazan ekipte de yer alan Ron Howard’ın yönettiği ‘Çılgın Aile’, kalabalık kadrolu bir geniş aile filmi… Ama filmin yıldızı hiç kuşkusuz dördüncü kez baba olmaya hazırlanan Gil karakterini canlandıran Steve Martin… Gil, çocuklarıyla arasına mesafe koyan işkolik ve aksi babası gibi olmak istemez. Mükemmel baba olmak adına her şeyi yapmaya hazırdır… Gerektiğinde onları eğlendirmek için kovboy kılığına bile girer. Yine de çocukların bütün sorunları nedeniyle kendini suçlar… Steve Martin’in bizi hem güldürdüğü hem de duygulandırdığı eğlenceli bir film… Yıllar geçtikçe değeri artan filmlerden.

        7

        BOB JONES – HAYATIM (1993)
        (My Life)

        Bob Jones (Michael Keaton), iyi ve kötü haberleri peş peşe alır. İyi haber, eşinin (Nicole Kidman) hamile olmasıdır. Kötü haber ise kanser olduğunu öğrenmesi... Üstelik çok fazla ömrü kalmamıştır. Bob, büyürken yanında olamayacağı çocuğu için videolar hazırlamaya başlar; babalık görev ve sorumluluklarını önceden yerine getirmek için çaba gösterir. Masallar okur, öyküler anlatır. Bir oğul sahibi olacağını öğrendiğinde ise ona nasıl tıraş olacağını öğretmeye çalışır… Hastalığı kötüye gittikçe, yakın bağlar kuramadığı kendi babasıyla olan ilişkilerini yeniden değerlendirir. Duygusal ve göz yaşartıcı bir film… Bruce Joel Rubin’in yazıp yönettiği filmde Michael Keaton, performansıyla öne çıkıyor.

        8

        ATTICUS FINCH – BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK (1962)
        (To Kill A Mockingbird)

        Harper Lee'nin aynı adlı çok satan romanından sinemaya uyarlanan ve Robert Mulligan tarafından yönetilen filmin, özellikle ABD'de birçok kuşağı derinden etkilediği söylenebilir. Gregory Peck'in oynadığı avukat Atticus Finch, vicdan sahibi bir baba olarak belleklerde unutulmaz bir yer edinmiştir. O, yoksulları, ezilmişleri destekleyen, haksızlığa uğrayanları koruyan ve adalet isteyen bir avukattır. Ama aynı zamanda, her tür zorbalığa karşı çocuklarını korumak zorunda olan bir babadır. Çoğunluğun baskısına karşı çocuklarına iyi ile kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt etmesini öğretir... Atticus Finch, Amerikan sineması tarihinin kuşkusuz en unutulmaz babalarından biridir. Hepimizi babalığın anlamı üzerine yeniden düşündürür...

        9

        ŞARLO – YUMURCAK (1921)
        (The Kid)

        Charlie Chaplin o yıllarda komedinin yıldız isimlerinden biriydi. Şarlo karakterini yaratmış, kısa filmleriyle ün kazanmıştı. Ama artık uzun metrajlı filmlere geçip, daha derinlikli hikâyeler anlatmak istiyordu... Böyle bir dönemde baba – çocuk ilişkisini işleyen bir hikâye seçmesi, kendi hayatı açısından da anlamlıydı... Babasız büyümüştü Chaplin ve henüz bir çocuğu yoktu. “Yumurcak” ise baba – çocuk ilişkisini nerdeyse kutsayan bir filmdi... “Yumurcak”ta genç annesi, bebeğini bir milyonerin sahiplenmesi umuduyla sokağa bırakıyor ama bebeğe yoksul sokak serserisi Şarlo sahip çıkıyor, onu kendi çocuğu gibi sevgiyle yetiştiriyordu. Baba ve oğul birbirlerine iyice alışmışken yetkililer onları ayırmak için karşılarına çıkıyordu. Komediyle duygusallığı birleştiren “Yumurcak”, daha sonra birçok filme esin kaynağı oldu.

        10

        VITO CORLEONE – BABA (1972) VE BABA II (1974)
        (The Godfather - The Godfather: Part II)

        Baba ve oğlun trajedisini uzun yıllara yayılan bir hikâye içinde anlatması nedeniyle birbirinden ayrılması güç iki film... Baba Vito Corleone'nin (Robert De Niro) yoksul bir göçmen olarak geldiği ABD'deki ilk amacı hayata tutunmaktır. Vahşi kapitalizmin çarkları altında ezilmemek, ailesini korumak adına oyunu “kurallarına göre” oynar ve karşısına çıkan kötü adamları öldürür... Yıllar içinde yasa dışı bir organizasyonun liderliğine kadar yükseldiğinde Vito Corleone’nin (Marlon Brando) tek hedefi çocuklarını elinden geldiğince bu işin dışında tutmaktır. Özellikle Michael göz bebeğidir. Gelecekte onun ipleri elinde tutan, “büyük ve temiz” bir adam olmasını ister. Ama Michael, tıpkı babası gibi ailesini korumak için yasa dışı işlere girmek zorunda kalacak, örgütün başına geçecektir. Francis Ford Coppola'nın yönettiği iki film, birbirlerini korumak için suç dünyasının bataklığına saplanan baba ve oğlun öyküsünü destansı bir tarzda anlatıyor.

        11

        YAŞAR USTA – BİZİM AİLE (1975)

        Böyle bir seçkide Yeşilçam'ın en baba oyuncularından Münir Özkul'u ve onun canlandırdığı baba karakterlerini unutmak elbette mümkün değil. Ergin Orbey'in yönettiği filmde, 4 çocuklu Yaşar Usta (Münir Özkul) ile 3 çocuklu Melek Hanım (Adile Naşit), mahallelinin ısrarıyla evlenirler. Çocukları önce bu durumdan hoşlanmaz ama giderek birbirlerine bağlı, sevgi dolu büyük bir aile haline gelirler. Münir Özkul’un, gelininin babası zengin işadamına “Sen milyarder, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm. Sen bir hiçsin. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil sevgiyle bağlıyız” dediği o film... Finalde Alev (Itır Esen) aile sıcaklığına doğru koşarken biz de o evde onlarla olmak, Münir Özkul'a sarılmak isteriz...

        12

        TED KRAMER – KRAMER, KRAMER’E KARŞI (1979)
        (Kramer vs Kramer)

        Erkeklerin farklı nedenlerle eşlerini ve çocuklarını bırakıp gitmesi, ayrılık durumunda çocuğa annenin bakması, sık rastlanan bir durumdur... Peki, ya tam tersi olursa? Avery Corman'ın romanından yönetmen Robert Benton tarafından sinemaya uyarlanan film, bu sorunun yanıtını arıyor... İşinden başka bir şey düşünmediği için eşine ve çocuğuna uzak kalmış reklamcı Ted Kramer (Dustin Hoffman), bir gün 5 yaşındaki oğluyla baş başa kalıyor. Birbirlerini iyi tanımadıkları için başlangıçta her şey kötü gidiyor ama babayla oğlun arasında giderek güçlü bir bağ kuruluyor... Bir yıl sonra anne (Meryl Streep) döndüğünde ve oğlunu geri almak istediğinde asıl mesele başlıyor... Bir açıdan baktığınızda, erkek egemen toplumun, kadınların giderek bağımsızlaşmasından duyduğu rahatsızlıkları yansıtan bir filmdir. Öte yandan, babalığın gerçek anlamını sorgulayan bir film olduğu inkâr edilemez. Eşinin onu terk etmesiyle Ted Kramer, sorumluluk ve sevgi arasındaki ilişkiyi keşfeder; çocuk bakımının sadece kadınlara düşen bir görev olmadığını anlar...

        13

        DANIEL HILLARD – MRS. DOUBTFIRE (1993)

        Bir baba evlat sevgisi için yeri geldiğinde kadın kılığına bile girebilir… Eşinden ayrılan ve çocuklarıyla birlikte olmak için kendisine tanınan sınırlı yasal süreyi yeterli bulmayan Daniel Hillard (Robin Williams) soruna çözüm bulmak için harekete geçer. Eski eşini kandırıp çocuklarıyla daha çok vakit geçirebilmek için yaşını başını almış deneyimli bir İngiliz dadı kılığına girer… Anne Fine’ın romanından uyarlanan, Chris Columbus’un yönettiği film, Robin Williams’ın da katkısıyla birçok sahnesinde çok eğlenceli ve komik bir film olabiliyor. Daniel Hillard, komik ve özverili bir dadı olmayı başarırken hem içindeki anneyi keşfediyor hem de nasıl daha iyi bir baba olacağını öğreniyor. Gösterime girdiğinde eleştirmenlerin çok ilgisini çekmese de yıllar içinde popülaritesini korumayı başardı. Bunda kuşkusuz Robin Williams’ın da büyük bir payı var…

        14

        GUIDO OREFICE– HAYAT GÜZELDİR (1997)
        (La vita e bella)

        Babalar çocukları için her şeyi yapabilir, gerektiğinde hayatlarını bile feda edebilirler. Ama bazen babaların çocukları için yapabilecekleri şeyler sınırlıdır... Sözgelimi, II. Dünya Savaşı'nda toplama kampına alınmış bir Yahudi'yseniz ve oğlunuz da sizinle birlikteyse, onu korumak için ne yapabilirsiniz ki? Roberto Benigni'nin canlandırdığı Guido son ana kadar teslim olmamaya kararlı bir baba olarak, çocuğunu en azından ölüm korkusu ve kaygıdan uzak tutmak istiyor ve ona her şeyin büyük bir oyun olduğunu söylüyor. Guido'nun o korkunç gerçekliği bir oyuna çevirme çabalarının kökeninde sınırsız bir evlat sevgisi olduğunu hissediyorsunuz. Vincenzo Cerami ile Roberto Benigni'nin yazdığı, Benigni'nin yönettiği “Hayat Güzeldir”i ilk seyrettiğimde soykırıma mizahı karıştırma fikrinden çok hoşlanmamıştım ama yıllar geçtikçe Guido'nun o koşullarda yapabileceğinin en iyisini yaptığını daha iyi kavradım. Gerçekliğin korkunçluğuna karşı tek çözüm, hayallerin özgürlüğü değil mi?

        15

        MICHAEL SULLIVAN – AZAP YOLU (2002)
        (Road to Perdition)

        “Azap Yolu” ilk bakışta, Büyük Bunalım döneminin gangster filmleriyle akraba... Ama bildiğimiz gangster öykülerinden biri değil. Hikâyesi aslında uzun ve biraz karışık olsa da her şeyiyle babalar ve oğullarla ilgili... Filmin merkezinde Michael Sullivan (Tom Hanks) ve oğlu var. Bir çete üyesi olan Sullivan, oğlunun kendisi gibi biri olmasını istemiyor. Patronu John Rooney (Paul Newman) için Sullivan, manevi oğlu gibi.... Rooney onu çok seviyor ve çocuklarını da torunları gibi görüyor. Ama öz oğlu Connor (Daniel Craig) babasının Sullivan'a olan sevgisinden, ilgisinden rahatsız... Suç dünyasının içinde yetişen Connor, hırsı ve açgözlülüğüyle öyküyü şekillendiren kötü adamın ta kendisi... Sullivan'ı ortadan kaldırmak istemesinde kıskançlığının da payı var. Filmin sonunda Sullivan'ın oğlu, babasının iyi biri olup olmadığını soranlara “O benim babamdı” diyerek her şeyi özetliyor. Çünkü hayatı, biraz da babalarımızdan öğrendiklerimizle yaşıyoruz... David Self'in bir resimli romandan uyarladığı, Sam Mendes'in yönettiği filmin etkileyici bir stili ve akılda kalıcı bir görsel atmosferi olduğunu belirtelim.

        16

        EDWARD BLOOM– BÜYÜK BALIK (2003)
        (Big Fish)

        Paris’te yaşayan Amerikalı gazeteci Will Bloom (Billy Crudup), kanser hastası babasını ziyaret etmek için hamile eşi Josephine (Marion Cotillard) ile birlikte doğup büyüdüğü Alabama, Ashton’a gelir. Üç yıldır görüşmediği babasının çocukluğundan bu yana anlattığı hikâyeleri hiç unutmamış ama bir yetişkin olduktan sonra babasına ve hikâyelerine olan inancını tümden kaybetmiş, ondan uzaklaşmıştır. Yıllarca gezgin satıcılık yapan baba ile oğlun artık çok vakti kalmamıştır. Daniel Wallace’ın 1998 tarihli aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, usta yönetmen Tim Burton’ın en duygusal ve güzel filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Babasını 2000 yılında kaybeden Tim Burton için de kişisel bir film… Will’in babası Edward’ın gençliğini Ewan McGregor, yaşlılık yıllarını ise Albert Finney canlandırıyor.

        17

        MARLIN – KAYIP BALIK NEMO (2003)
        (Finding Nemo)

        Andrew Stanton ve Lee Unkrich'in yönettiği film, oğlu Nemo’yu aramak için hiç bilmediği açık denizlerde zorlu bir macerayı göze alan palyaço balığı Marlin’in serüvenlerini anlatır... Akvaryum balığı Marlin için denizler, başta köpekbalıkları olmak üzere kuşkusuz büyük tehlikelere gebedir. Bu arada, Nemo da babasına kavuşmak için elinden geleni yapar. Bütün bu macera sırasında Marlin, aşırı korumacı bir baba olmanın, çocukları güvenlik çemberi içinde yaşatmanın çok da anlamlı olmadığını kavrar. Nemo'nun bir şekilde kendi hayatını yaşaması gerekmektedir. Sonuçta bilgi ve deneyim olmadan hiç kimsenin olgunlaşması mümkün değildir. Finalde baba ve oğul, sadece birbirlerini değil, kendilerini de bulurlar.

        18

        CHRISTOPHER GARDNER – UMUDUNU KAYBETME (2006)
        (The Pursuit of Happyness)

        Senaryosunu Steve Conrad'ın yazdığı, Gabriele Muccino'nun yönettiği “Umudunu Kaybetme”, duygusal ve göz yaşartıcı bir film... En güzel yanı ise bittiğinde kendinizi iyi hissetmeniz, baba – oğul ilişkisinin sıcaklığında ısınmanız... Yaşanmış gerçek bir olaydan uyarlanan film, Christopher Gardner'ın hikâyesini anlatıyor. Gardner, verdiği yanlış kararlarla maddi açıdan sıfırı tüketir. Eşinin onu terk etmesinin ardından, yaşadığı evden de atılır ve oğluyla sokaklarda yaşamaya başlar... Ama oğlunun sevgisi ve desteğiyle ayakta durmaya, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır. Başrollerde Will Smith ile oğlu Jaden Smith'in oynadığı “Mutluluğun Peşinde”, duygu sömürüsüne fazla girmeden sizi etkisi altına alan bir film.

        19

        JOSEPH COOPER – YILDIZLARARASI (2014)
        (Interstellar)

        Yönetmen Christopher Nolan'ın senaryosuna da katkıda bulunduğu film, Mao’nun Çin’ini andıran geleceğin ABD'sinde geçiyor... Birçok Amerikan değerinin yok olup gittiği, devletin toplumu düzenlediği bu dünyada Matthew McConaughey'nin canlandırdığı Cooper, NASA'nın yeni gezegen araştırmalarında yer almayı kabul ediyor; çünkü böyle bir dünyada çocukların istikbali olmadığını düşünüyor... Film, yüksek teknolojiyi, bilimsel araştırmaları, kâşiflik ruhunu ve insan merkezli aydınlanmacı düşünceyi kutsarken, gençlere elindekiyle yetinmeyi öğreten, çevrecilerin idolleştirdiği teknoloji düşmanı tarım toplumu fikrine karşı çıkıyor. Ama bu fikirlerin dipten dibe işlendiğini belirtmeliyim. Asıl öykü baştan sona sevgiyle, özellikle de evlat sevgisiyle ilgili. Sevgi geleceğin karanlık dünyasındaki yegâne umut değil sadece. Bilimsel gelişmelerin esin kaynağı ve insanlığın asıl kurtuluşuna giden yol... “Yıldızlararası” da insanlığın kurtuluşunu birbirlerine ulaşmaya çalışan bir baba ve kızın sevgi öyküsüne bağlıyor.

        20

        MARANGOZ YAŞAR USTA – GÜLEN GÖZLER (1977)

        Münir Özkul’un 1970’li yıllarda canlandırdığı “dürüst, namuslu, alçakgönüllü, vicdan sahibi, merhametli baba” karakterleri arasında en çok sevilenlerinden biri hiç kuşkusuz Marangoz Yaşar Usta’dır... Usta sinemacı Ertem Eğilmez'in yönettiği “Gülen Gözler”de 5 kızı ve eşi Nezaket’le yaşayan Yaşar Usta, para delisi, hilekâr müetahhit Yunus’un karşısında manevi değerlerin savunucusu olarak durur. Nezaket’e “Kendi evin ha!” diyerek sitem ettiği ve evi terk ettiği sahnede mükemmeldir. İzlerken gözleriniz yaşarır. Onunla birlikte tüm fedakâr babaları hatırlarsınız.

        21

        WINFRIED CONRADI - TONI ERDMANN (2016)

        Sinema tarihinde baba – çocuk ilişkileri üzerine gerçekleştirilmiş belki de en sıra dışı ve farklı film... Emekli müzik öğretmeni Winfried (Peter Simonischek), çokuluslu bir şirketin Bükreş'teki ofisinde çalışan kızı Ines'e (Sandra Hüller) sürpriz bir ziyaret gerçekleştirir... Baba ile kız yıllar içinde birbirlerinden uzaklaşmıştır. Bu ziyaretin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anlayan Winfried, Toni Erdmann adlı bir kişiliğe bürünerek kızının hayatına “bir yabancı” gibi sızmaya çalışır... Winfried'in amacı, bütün hayatını işine adamış, para kazanma uğruna kendine ve değerlerine yabancılaşan Ines'i kurtarmaktır... Ines'in derdi ise babasından bir an önce kurtulmak, onu Almanya'ya göndermektir. Ama Winfried, kızını kurtarmadan pes etmeye hazır değildir... Sözlerden, söylevlerden çok eyleme inanan Winfried, kızını oyun oynayarak, şaka yaparak düşündürmeye, değiştirmeye çalışır. Maren Ade'nin yazıp yönettiği film, dünyayı kurtarmaya çalışan 68 kuşağından bir babayla, sisteme uyum sağlayan kızının ilişkisini benzersiz bir öyküyle anlatıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ