Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi ‘Romanım Foucault’ya bir armağan gibi’

        Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ

        Dilimize henüz çevrilmeyen “Sisters and Strangers” ve “Writing on the Wall” gibi kitapların yaratıcısı Patricia Duncker’a, ON8 Kitap’tan çıkan romanı “Foucault’yu Sayıklamak”tan önce ülkesinde yeni yayınlanan ve “edebiyatçıların en İngiliz olanı” diye tarif ettiği George Eliot’la ilgili olan “Sophie and the Sybil”ı sordum, zira bu enteresan kitabın bir bölümü 150 yıl öncesinde, Osmanlı topraklarında geçiyordu.

        Öğrendim ki Duncker, 2000’lerin sonunda kısa bir süre Türkiye’de yaşamış hatta dönmeden önce Anadolu topraklarını gezmiş. “Nefes kesen vahşi doğa manzaralarının içinden geçtiğimiz muhteşem bir yolculuktu” diyor. “Çok iyi ağırlandığımız gölgeli çay bahçesini unutamıyorum. Bir de bu sıcakta niye yürüdüğümüzü anlamak için tuhaf tuhaf bakan insanları...”

        Yazarsınız ama aynı zamanda iyi bir okursunuz... Dolayısıyla yazar ve okur ilişkisini anlattığınız “Foucault’yu Sayıklamak” romanınızda sizden çok şey olmalı...

        İtiraf edeyim, yazar olmadan önce de bir okurdum, önceliğim bu. Okumayı öğrendiğim günden itibaren, kitaplarla iç içeyim. Kitabımdaki farklı okur tiplerinden Paul Michel’in tuhaf fikirleri var; Michel Foucault’nun aslında “onun için” yazdığına inanıyor. Bilmiyorum bir yazarın belirli bir okur için yazması mümkün mü? Unutmayın, Paul Michel yasa kararıyla hastanede tutulan bir deli.

        Paul Michel, Foucault’nun gerçek adı. Foucault’nun hep şair olmayı arzuladığından, derin özgüvensizliğinden, kendini cazibesiz bulduğundan da söz ediyorsunuz. Şöyle sorsam: Bu roman aracılığıyla ona ne armağan ettiniz?

        Haklısınız, romanım gerçekten de Foucault’ya bir armağan gibi. Onun esas adını alıp şiirsel düzyazılar yazan ve işe bakın ki James Dean kadar yakışıklı olan tehlikeli bir karaktere verdim, sonra da bu karakteri Foucault’ya âşık ettim. Paul Michel, Foucault’nun tedirginlik veren ikizi, olmak istediği hatta belki hayalini kurduğu adam...

        Hikâyeyi sorsam?

        İsmini bilmediğimiz anlatıcı, romanda önce yürüttüğü akademik projenin kontrolünü, ardından kendi üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Araştırmaları sırasında arşivlerde Foucault’ya yazılmış bazı mektuplar buluyor ve o mektupları yazan kişinin peşine düşüyor. Başka birinin hayatıyla bu derece “derinden” ilgilenmek, bence tehlikeli iş, hiçbir araştırmacıya tavsiye etmem.

        Her yazarın bir özel okuru var mıdır, sizin var mı?

        Kitaplarımı okuyan herkes benim okurumdur. Öte yandan ben sevdiğim yazarların özel yaşamını umursamam. Sadece ne düşünüp ne hayal ettiklerini hissedebilirim, aramızda bir özel bağ varsa, budur. Hikâyemdeki durum farklı tabii, orada okuyucu ve yazar bir deliler evinde buluşuyorlar. Bu hem Foucault’nun delilik üzerine çalışmalarına bir gönderme hem de yaptıkları şeyi pek akıllıca bulmadığımı söylememin bir yolu. Şahsen okurlarımla tanıştığımda onlarla ilgili beni çarpan tek şey, birbirlerinden çok farklı olmaları... Onlara ne okuduklarını sorarım ve bu sorunun cevabı hep çok ilginç olur. Gerçek okurlar çok geniş bir yelpazede ve her şeyi okurlar.

        Peki yazar olarak önemsedikleriniz?

        Meselem öncelikle biçim, dil ve fikirlerle. Ama kurgunun sahip olması gereken iki temel noktanın, gerilim ve duygunun da es geçilmemesi gerekir. Açıkçası beni kemiklerime kadar sarıp sarmalamayacaksa, bir kitabı okumam. Öte yandan kurgu, aksiyon, olaylar veya dilin yepyeni bir şekilde kullanımı sizi etkisi altına alabilir hatta dilin şiirselliğinden bile etkilenebilirsiniz.

        Anlatıcınızın bir ismi yok, en azından bunu bizimle paylaşmıyor, o yüzden onu, kendi tutkulu okurunuzu hayal ederek yaratmış olabilir misiniz?

        Okurken başka bir zihnin, bir metnin içine hapsolmuş sesini duyarsınız. Okumak ayrıca mahrem denebilecek, benzersiz bir deneyimdir. Aynı kitabı okumuş iki kişi hiçbir zaman birbirine benzemez, hepimiz farklı şekillerde okuruz. Okurla yazar arasındaki en önemli fark ise okurun isimsiz olmasıdır. Ben mesela yazar olmama rağmen güzel bir kitaba gömüldüğümde yeniden o isimsiz, esrarengiz okur oluyorum.

        “Foucault’yu Sayıklamak”, bence bir hayalet hikâyesi. Romana adını veren Foucault’nun gölgesi her sayfaya düşüyor, varlığı bütün akışı belirliyor...

        Teşekkür ederim, bir hayalet hikâyesi demenize bayıldım. Böyle algılanabileceğini düşünmemiştim ama haklısınız, romanım bir bakıma Foucault’nun hayaletinin Paul Michel’i ele geçirmesini anlatıyor. Ayrıca düşünüyorum da, Foucault hakikaten üslubumu ele geçirmiş bir hayalet gibiydi. Bakın, çalışmalarını büyük bir tutkuyla, enerjiyle gerçekleştirmesine hayranlık duyuyorum ama çoğu zaman onunla aynı fikirde değiliz. Mesela Foucault’ya hiçbir şekilde feminist denemezdi; röportajlarında bu çok açık bir şekilde ortada. Öte yandan Shakespeare’e dair söylediklerine bayılıyorum...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ