Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema En iyi 15 Netflix orijinal filmi
        5

        PRIVATE LIFE (2018)

        2007 yapımı “The Savages” ile tanıdığımız Tamara Jenkins'in yazıp yönettiği filmde Rachel (Kathryn Hahn) ve Richard (Paul Giamatti), çocuk sahibi olamayan New Yorklu entelektüel bir çifti canlandırıyorlar. Rachel ve Richard, doktorların kendilerine önerdiği bütün yöntemleri denemeye ve sonuna kadar gitmeye kararlılar. Süreç, bir noktadan sonra daha büyük maddi fedakarlıklar gerektirdiğinde dahi pes etmek istemiyorlar… Bütün evlilikleri ve cinsel hayatları tümüyle çocuk yapmaya kilitleniyor. Bu arada, evlat edinme olasılığını da göz ardı etmiyorlar. Tam da bu aşamada Arkansaslı Sadie’nin (Kayli Carter) hayatlarına girmesi her şeyi daha da tuhaflaştırıyor. Tamara Jenkins, çaresiz kaldıkları bir konuda ne yapacaklarını şaşıran iki entelektüelin yaşadıklarından sadece inceliklerle dolu, duyarlı bir komedi çıkarmıyor; orta yaş sorunları üzerine çekilmiş en samimi filmlerden birine imza atıyor. Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali'nde yapan “Private Life” eleştirmenlerden aldığı yüksek notlarla da dikkat çekmişti.

        6

        YOK OLUŞ (2018)
        (Annihilation)

        Gezegenimize düşen meteor, bir deniz fenerinin merkez olduğu alanda dünya dışı gizemli bir yaşamın gelişmesine yol açar... Bölge, sürekli yayılan çok büyük bir organizmayı andırır ve orada bildiğimiz doğa kuralları geçerli değildir... Askerlerin tecrit ettiği bölgede bilim insanları da sürekli araştırma yapar... Ama bir insanın bölgeye girip hiçbir şey olmadan çıkması pek mümkün değildir. Jeff VanderMeer'in aynı adlı romanından Alex Garland'ın yazıp yönettiği film, içlerinde bir biyoloğun (Natalie Portman) da olduğu bir grup kadının yaptığı keşif gezisini anlatıyor... “Stalker” ve “Solaris” gibi bilimkurgu klasikleriyle akraba olan “Annihilation”, gizemli ve dünya dışı bölgede geçen benzer filmler arasında farkını hemen ortaya koyan, derinlikli ve sağlam bir iş... Sadece ABD, Kanada ve Çin'de gösterime giren Netflix yapımı film, Türkiye dahil birçok ülkede internetten yayınlanmıştı.

        7

        ROMA (2018)

        1970-1971 yıllarında Mexico City'de yaşayan bir ailenin ve onlarla birlikte aynı evde yaşayan yardımcıları Cleo'nun hikâyesi... “Roma”nın gücü hikayesinden değil, anlatımın yalınlığından, içerdiği saf sinema duygusundan geliyor. “Roma” akla değil, duyguya seslenen filmlerden. İddiası hikâyesinde değil. Sinemasında, ruhunda... Aynı zamanda, anneliği, kadınlığı kutsayan bir film... Sinema bazen bir yönetmenin hafızasındaki imgeleri filme çekerek ölümsüzleştirmesidir. “Roma” da böyle bir film. Sadece yönetmen Alfonso Cuaron'un çocukluk anılarına değil, bir ülkenin, bir şehrin geçmişine açılan bir zaman tüneli sanki... Film boyunca Cuaron'un hafızasının içinde, imgeler ve seslerden oluşmuş bir geçmişle iç içeyiz. Cuaron, renkleri yok ederek dikkati insana, duyguya, mekâna ve seslere odaklayan siyah beyaz bir başyapıta imza atıyor.

        8

        THE IRISHMAN (2019)

        Film, 1960'lardan 1980'lerin başlarına kadar uzanan tarihsel süreci bir tetikçinin gözünden anlatıyor ama asıl güç savaşları, Jimmy Hoffa, Bufalino Ailesi ve ABD hükümeti arasında geçiyor... Film, Nixon ve Watergate skandalına kadar uzanıyor ve tüm bunlar, bir döneme farklı gözlerle bakmamızı sağlıyor. Karakterlerin finalde geldikleri nokta itibarıyla trajedi duygusunun ağır bastığı bir film “The Irishman” ama yönetmen Martin Scorsese ironik yaklaşımını baştan sona hiç kaybetmiyor. Scorsese seyirciyi coşkun duygulara sürükleyen gösterişli bir filmden özellikle kaçınmış. Hikâyesine ve karakterlere odaklanmış... Sinema tarihinin en iyi organize suç filmlerinden biri...

        9

        THE TWO POPES (2019)

        İlk bakışta, rekabetten dostluğa ve dayanışmaya doğru evrilen duygusal bir “kendini iyi hisset” filmi... İki papa, Bergoglio ile Ratzinger arasındaki çatışmanın bir tür “ezeli rekabet” gibi kurgulandığı söylenebilir... Kilise'nin reformist ve muhafazakâr kanatları arasındaki anlaşmazlığın kökleri sonuçta derinlere gidiyor. Ama filmin asıl meselesi, bu rekabet değil... “The Two Popes”, tarihe geçmiş iki önemli şahsiyetin hikâyesiyle değil, kalplerini birbirine açarak yakınlaşan iki yaşlı adamın duygularını, düşüncelerini anlatarak yakalıyor seyircisini... Ratzinger ile Bergoglio, daha insani noktalarda buluşuyor ve Katolik Kilisesi'nin gelecekte gideceği yön konusunda bir uzlaşma zemini arıyorlar... Ratzinger, Katolik Kilisesi'nin hatalı geçmişini, Bergoglio ise aydınlık geleceğini temsil ediyor... İkisinin, Katolik Kilisesi’nin yaşadığı krizlerin doruğa çıktığı 2012'de yaşadıkları bu sıcak muhabbet ve dostluk ise Katolik Kilisesi'nin manevi bütünlüğüne vurgu yapıyor... Yani, muhafazakâr ve reformist kanadın bütünlüğüne.... Katolik dünyasının manevi lideri Papa Fransuva'ya fiziksel benzerliğiyle dikkat çeken Jonathan Pryce harika bir performans çıkarıyor. Anthony Hopkins ise Ratzinger’de son yıllarda beyazperdede gördüğümüz en iyi performanslarından biriyle geliyor karşımıza...

        10

        THE PLATFORM (2019)

        Sigarayı bırakmak ve Miguel de Cervantes’in ‘Don Kişot’unu okuyup bitirmek isteyen Goreng, Dikey Öz Yönetim Merkezi adında bir yere başvurur ama kendini bir anda ‘Delik’ adı verilen insanlık dışı bir cezaevinde bulur. Delik’te medeni olan tek şey, platformdaki yemeklerdir. Onun dışında başta sona orman kanunlarının geçerli olduğu bir yerdir. Platformdan aşağı inen sofrayı, gezegenimizin hepimize ait olan kaynakları olarak görmek mümkün. Adil paylaşımla belki herkese yetecek. Ama açgözlülük, benmerkezcilik ve dayanışma duygusunun eksikliği nedeniyle, kaynaklar en yukardaki azınlığa ait bir imtiyaz haline geliyor. Tam da bu noktada, ‘Platform’a bir modern dünya alegorisi olarak bakmak mümkün…
        ‘Platform’, İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun filmi… Gaztelu-Urrutia, sert, kanlı, yer yer tiksindirici bir film çekmekten kaçınmamış. ‘Platform’, baştan sona kâbus gibi tasarlanmış, iyi yönetilmiş bir distopya.

        11

        I’M NO LONGER HERE (2019)

        Film, Meksika’nın dördüncü büyük şehri Monterrey’de yaşayan 17 yaşındaki lise öğrencisi Ulises’in hikâyesini anlatıyor. Ulises (Juan Daniel Garcia Treviño) ve arkadaşları, yoksul ailelerden geliyorlar... Suç çetelerinin egemenliklerini her geçen gün artırdığı, güvenlik güçlerinin kontrol edemediği bir mahallede oturuyorlar. Bölgeye özgü çok farklı bir dansları var. Bu, bir Amerikan gençlik filmi olsaydı, Ulises’in genç bir dansçı olarak zirveye çıkış öyküsünü seyrederdik herhalde. Ama Ulises’in kaderi de milyonlarca Latin Amerikalı gençten çok farklı olmuyor. Çeteler ve şiddet döngüsü bir şekilde onu da buluyor. ABD’ye kaçmaktan başka çaresi kalmıyor. Ulises’in Monterrey’de ve New York’ta geçirdiği günler, geçmişle şimdinin iç içe geçtiği paralel bir kurguyla geliyor karşımıza. Senaryoyu da yazan yönetmen Fernando Frias’ın lineer olmayan bir hikâye kurgusu tercih etmesinin nedeni, Ulises’in yaşadığı çifte çıkışsızlığı, paralel kurguyla karşı karşıya getirmek istemesi… Meksika’da çeteler, New York’ta ise iletişimsizlik ve yalnızlık var onun için. Aynı hikâyeden kuşkusuz umut dolu, hatta eğlenceli bir film çıkabilirdi ama ‘I’m No Longer Here’ hüzünlü, karamsar ve gerçekçi bir film…

        12

        UNCUT GEMS (2019)

        Benny ve Josh Safdie kardeşler, filmlerinde başlarını belaya sokan ve peş peşe gelen muhtelif zorluklarla baş etmeye çalışan karakterlerden vazgeçmiyorlar... “Uncut Gems”in ana karakteri New Yorklu kuyumcu Howard Ratner'in (Adam Sandler) de onlardan farkı yok. Bahis tutkusu nedeniyle hâlâ ödemediği borçları var ve alacaklılar peşinde... Ama Ratner tehditleri çok ciddiye almıyor. Hedefi, “büyük bir vurgun” yapmak. Afrika'dan gelen opal taşını müzayedede çok yüksek fiyata satmak istiyor ve bahis oynamaktan vazgeçmiyor.
        Safdie biraderler, alışıldık bir anti-kahraman yerine, davranışlarının kendine göre gerekçeleri olan marazi ve itici karakterlerle karşımıza çıkıp kafamızı karıştırmayı seviyorlar... Anaakım suç sinemasının keskin ahlakçılığını, iyilerle kötülerin net şekilde birbirinden ayrıldığını düşündüğümüzde Safdie'lerin tavrı önemli... Sallantılı kamerası, yorucu akışı, antipatik karakterleri, kafa karıştırıcı ahlaki sorunları itibarıyla belki herkesin sevebileceği bir film değil “Uncut Gems” ama sağlam, kişilikli bir sinemanın ürünü...

        13

        BİR BİLSEN (2020)
        (The Half of It)

        Annesini genç yaşta kaybetmiş Ellie Chu, çok zeki, yetenekli ve duyarlı bir kız… Matemden hâlâ çıkamamış babasını (Collin Chou) bile o ayakta tutuyor. Ama yaşıtı bütün gençler gibi onun da kırılgan ve duygusal yanları var. Özellikle de aşk konusunda… Buna karşılık, aklını ve zekâsını kullanarak lisede ayakta durmanın yolunu bulduğunu görüyoruz. Para karşılığında yazdığı İngilizce ödevleriyle harçlığını çıkarmanın yanı sıra babasının açıklarını bile kapatıyor. Zaten her şey lisede sahip olduğu ‘profesyonel yazarlık’ şöhretiyle başlıyor. Lise futbol takımının yedek oyuncularından Paul Munsky (Daniel Diemer), iyi bir telif karşılığında aşk mektupları yazmasını istiyor kendisinden.
        ‘Bir Bilsen’, komedi ile dram arasında gidip gelen, ayakları yere basan, sahtelikten uzak duran gerçekçi bir büyüme çağı öyküsü… Türün belki başyapıtlarından değil. Ama özellikle inandırıcı, sahici karakterleriyle seyirciyi yakalamasını biliyor… Yönetmen Alice Wu, yalnızlık duygusunun altını çizen hüzünlü ama karanlık olmayan ferah bir taşra atmosferiyle çıkıyor karşımıza.

        14

        DA 5 BLOODS (2020)

        Yıllar sonra Vietnam’a dönen 4 eski Amerikan askeri, sadece savaşta kaybettikleri arkadaşlarının cenazesini değil toprağın altına gömdükleri altın dolu sandığı da ararlar. Geçip giden yıllar her birini farklı şekilde etkilese de savaş hiçbirinin zihninde tam olarak bitmemiştir… Altına kavuşma arzusu onları beklemedikleri başka bir savaşa doğru sürükler… Savaş ve aksiyon filmi olarak seyircilerin beklentilerine yanıt vermeyi bilen filmin, politik altmetinleri itibarıyla Vietnam Savaşı ve ABD’deki ırk ayrımcılığı üzerine bir metaforlar dizisi olduğu söylenebilir. Usta yönetmen Spike Lee’nin film boyunca araya girdiği belgesel çekimler ve fotoğraflar, Vietnam Savaşı’nın somut gerçekliğini sürekli aklımızda tutmamızı sağlıyor. Lee, Vietnam Savaşı’nda geçen geçmişe dönüş sahnelerinde ise 1970’lerden kalma bir film izlediğimiz duygusunu vermek için özel bir teknik kullanıyor. Flash-back sahnelerde gerçeklik hissini kıran en yadırgatıcı uygulama ise filmin dört ana karakterinin yaşlılık halleriyle karşımıza gelmesi… Spike Lee, günümüzde geçen savaş sahnelerinde ise gerçekçi bir tarzdan ziyade video oyunlarındaki grafik estetikten esinleniyor.

        15

        HER ŞEYİ BİTİRMEYİ DÜŞÜNÜYORUM (2020)
        (I’m Thinking of Ending Things)

        Charlie Kaufman’ın Iain Reid’in aynı adlı romanından uyarladığı ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’, kafası karışık genç bir kadının hikâyesi gibi açılıyor. Sevgilisi Jake karlı bir kış akşamında onu anne ve babasıyla tanıştırmaya götürüyor. Otomobil yolculuğu sırasında yaptıkları uzun sohbetin ardından geldikleri çiftlik evinde tuhaf şeyler olup bitmeye başlıyor. Bu arada, sık sık karşımıza çıkan lisedeki yaşlı hademenin kim olduğunu anlamaya çalışıyoruz ve kafamız her geçen an biraz daha karışıyor.
        ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’da karakterlerin konuştuğu her şey ve filmlere, müzikallere, düşünürlere, kitaplara yapılan bütün göndermeler, filmin sonunda ortaya çıkan bulmacayı çözmek için bize sunulan ipuçları… Tüm bunların yanında, hikâye akışı önemsiz kalıyor. Bulmacayı çözseniz de çözmeseniz de ‘Her Şeyi Bitirmek İstiyorum’ yalnızlık, karşılıksız aşk, sosyal uyumsuzluk, yaşlılık ve intihar düşüncesi üzerine bir film…

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ