Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Avrupa sinemasının en iyi bilimkurgu filmleri
        1

        METROPOLİS (1927)

        Alman yönetmen Fritz Lang’ın imzasını taşıyan film, Thea von Harbou’nun 1925 tarihli romanından uyarlandı. Kurulan setler, görsel tasarım ve özel efektler, 1927 koşullarında baş döndürücü ve ilham vericiydi. Bugün öncelikle Hollywood dahil tüm dünya sinemasını etkileyen Alman dışavurumcu sinemasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Aynı zamanda bilimkurgu sineması ve distopya alt türünün öncü filmlerinden biridir. Öyküyü ise şöyle özetleyebiliriz: Zengin fabrika sahipleri yüksek kulelerde, işçilerse yeraltında ağır çalışma koşulları içinde yaşarlar. Sermaye işçilere karşı acımasızdır. Kontrolü sağlamak için işçilerin çok güvendiği Maria’ya tıpatıp benzeyen bir robot yaparlar. Her şey çok karanlık olsa da final iyimserdir. Hatta finaldeki sermaye emek uzlaşması Nazi’leri bile etkiler.

        2

        LA JETEE (1962)

        Kısa filmleri ve belgeselleriyle tanınan Fransız sinemacı Chris Marker'ın “La Jetée” adlı 28 dakikalık filmi, nükleer savaş sonrası yeraltında yaşayan insanların hikâyesini zaman makinesiyle geçmişe dönen bir mahkûmun gözünden anlatır. Çoğunlukla siyah beyaz fotoğraflardan oluşan deneysel nitelikli bir filmdir. Hüzünlü, duygusal ve karanlık yanlarıyla öne çıkar. Öyküsü ilham vericidir. Terry Gilliam’ın 1995’te ’12 Maymun’ (12 Monkeys) ile başarılı bir yeniden çevrim yaptığını da hatırlatalım.

        3

        ALPHAVILLE (1965)

        Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Fransız yönetmen Jean-Luc Godard, bazı filmleriyle entelektüel sinefilleri bile çileden çıkarabilir. “Alphaville” ise belirli ölçülerde “seyirci dostu” bir filmdir. Umutsuz gelecek tasarımıyla distopyaları, kara filmlerden çıkıp gelmiş izlenimini veren trençkotlu gizli ajanıyla dönemin ucuz Fransız macera filmlerini andırır. Ajan Lemmy Caution’un (Eddie Constantine) amacı, Alphaville şehrini baskıcı bir rejimle yöneten bilgisayarı ortadan kaldırmaktır. En iyi silahı ise şiirdir. Distopik bilimkurguyla ‘film noir’ estetiğini bir araya getirmesiyle öncü bir nitelik taşır.

        4

        DEĞİŞEN DÜNYANIN İNSANLARI (1966)
        (Fahrenheit 451)

        Ray Bradbury’nin 1953 tarihli romanından, Fransız yönetmen François Truffaut tarafından sinemaya uyarlanan İngiltere yapımı film, baskıcı rejimin egemen olduğu bir gelecekte geçer. Siyasi iktidar, insanların düşünmesini engellemek ve kendi varlığını sürekli kılmak için bütün kitapların yakılmasına karar vermiştir. Ama buna direnen insanlar vardır. 20. Yüzyıl’daki kitap yakma olaylarından esinlenerek yazılan roman, bugün bir bilimkurgu klasiği olarak kabul ediliyor. Truffaut’nun filmi için de aynısını söylemek mümkün. Yönetmeninin ilk renkli filmi olduğunu da belirtelim.

        5

        SOLARIS (1972)

        Stanislav Lem’in aynı adlı romanından Rus yönetmen Andrey Tarkovski tarafından uyarlanan filmde Kris Kelvin, görev için geldiği sularla kaplı Solaris gezegenindeki araştırma istasyonunda açıklanması zor olaylarla karşılaşır. Kris, diğer bilim insanlarının neden kendilerini odalarına kapadığını anlamaya çalışırken, yıllar önce hayatını kaybeden karısının bir kopyası çıkar karşısına. Tüm bunlar, Kris’in zihnini okuyan gezegenin oyunlarıdır. ‘Solaris’i aşk, bellek, inanç ve varoluş üzerine görsel bir meditasyon olarak kabul edebiliriz. Dezavantajları, ağır temposu ve uzun süresidir. Özellikle romanın hayranlarının sevmediği bir uyarlamadır; çünkü Tarkovski filme kişisel damgasını vurma konusunda ısrarcı davranmıştır. Buna karşılık, Tarkovski hayranları ve yönetmenin sineması üzerine çalışanların sevdiği, önemsediği bir filmdir.

        6

        DÜNYAYA DÜŞEN ADAM (1976)
        (The Man Who Fell to Earth)

        Gezegenindeki kuraklık nedeniyle dünyaya gelen uzaylı (David Bowie) kurduğu şirkette ileri teknoloji ürünler satar. Hedefi önce iş kurup para kazanmak, sonra da gezegenini kurtaracak bir yol bulmaktır; ama iş dünyasının ve kapitalizmin çarkları arasında ezilip gider. Walter Tevis’in romanından uyarlanan filmde, İngiliz yönetmen Nicolas Roeg farklı zamanlarda yaşananları senkronize eden kurgunun yanı sıra özgün bir öykü anlatımı yakalıyor. Amacı biraz da uzaylının zihninde olup bitenleri, onun zamanı ve dünyayı algılayışını anlatmak.

        7

        STALKER (1979)

        Arkadiy ve Boris Strugatskiy’in “Uzayda Piknik” adlı romanından sinemaya uyarlanan film, yasak bölgede yolculuk eden üç kişinin hikâyesini anlatır. Bildiğimiz dünyanın ötesinde özelliklere sahip olan bölgede insanların dileklerini gerçekleştiren bir oda vardır. Ama akıldan geçirilen ya da tutulan değil, en çok arzu edilen dilek gerçekleşir. Bilim insanı, yazar ve rehberin yolculuğu, ruhani ve meditatif bir deneyime dönüşür. Birçok eleştirmene ve sinema tarihçisine göre Andrey Tarkovski’nin en iyi filmidir. Bilimkurgu sinemasının da en iyi ve en ilham verici örneklerinden biri olarak kabul edilir.

        8

        ÖLÜMÜ BEKLERKEN (1980)
        (La mort en direct)

        “Reality şov”ların günümüzün favori televizyon formatlarından biri olacağını önceden gören filmlerden biri. David Compton’un romanından uyarlanan film, ölümcül hastalığa yakalanan insanların son günlerini naklen yayınlamak isteyen bir televizyon şirketiyle ilgili. Katherine (Romy Schneider), kendisine önerilen parayı reddedince şirketin patronu, gözünde gizli kamera taşıyan Roddy’yi (Harvey Keitel) görevlendirir. Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden Bertrand Tavernier’nin imzasını taşıyan ağır tempolu, hüzünlü ve karanlık bir film… Gösterime girdiğinde eleştirmenleri ve seyircileri ikiye bölmüştü. Bugün özellikle İngilizce konuşulan dünyada adı çok geçmemesine karşın isabetli medya eleştirisiyle günümüzün sorunlarını yansıtan bir filmdir.

        9

        DÜNYANIN SONUNA KADAR (1991)
        (Bis ans Ende der Welt)

        Eleştirmenlerin yerden yere vurduğuna bakmayın, sadık bir hayran kitlesine sahip, nerdeyse kült hale gelmiş özel bir filmdir. 1999 yılında, nükleer başlıklı bir uydunun yörüngeden çıkması sonucuna dünya nükleer bir kıyametin eşiğine gelir. Claire (Solveig Dommartin) ve Sam (William Hurt), kıtalar ve ülkeleri dolaşır, farklı insanlarla tanışırlar. Avustralya sahillerinde kıyameti beklerken rüyaları kaydeden bir cihaz çıkar karşılarına... Alman yönetmen Wim Wenders, naif bir çabayla ileri teknolojinin yalnızlaştırdığı insanların mutluluk arayışını anlatıyor. Soundtrack’teki şarkı seçimlerinin harika olduğunu da belirtelim.

        10

        ŞARKÜTERİ (1991)
        (Delicatessen)

        Yönetmenler Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun Gilles Adrien ile birlikte yazdığı senaryo, bizi distopik bir geleceğe götürüyor. Film Clapet adlı kasabın sahip olduğu büyük bina ve onun içinde yaşayan kiracılardan oluşan sınırlı bir dünya sunuyor aslında. Ama orada gördüklerimizden durumun vahim olduğunu, teknoloji dahil her şeyin geriye gittiğini fark ediyoruz. Asıl önemlisi, insanların kıtlık ve yokluk döneminde yaşadığını, en büyük sorunun gıda bulmak olduğunu anlıyoruz. İşte böyle bir dönemde, işsiz kalmış sirk palyaçosu Louison (Dominique Pinon) gazetede okuduğu iş ilanına için binaya geliyor. Ama kısa sürede onu işe alan Clapet’nin başka niyetleri olduğunu keşfediyoruz. Ne kadar karanlık olursa olsun, umutsuzluğa düşmeyen, sevgiyi her şeyin üstüne koyan bir film. En çarpıcı ve etkili yanı ise Jeunet ve Caro’nun özenle kurduğu görsel atmosfer.

        11

        KAYIP ÇOCUKLAR ŞEHRİ (1995)
        (La cité des enfants perdus)

        Rüya görme yeteneğini kaybetmiş çılgın bilim insanı çocukları kaçırarak onların rüyalarını çalar... Caro ve Jeunet, çok beğenilen “Şarküteri”nin ardından çektikleri bu fantastik filmde geniş bütçenin yardımıyla seyirciyi hayranlık uyandırıcı bir hayal dünyasına götürüyor. Hikâyesi pek güçlü olmasa da çocukların saflığını kutsayan, seyre değer bir görsel deneme. ABD ve İngiltere’de ‘Şarküteri’ye oranla daha çok beğenilmiş ve ses getirmişti.

        12

        28 GÜN SONRA (2002)
        (28 Days Later)

        Bilimsel deneyler için kullanılan şempanzeleri özgür bırakmak isteyen hayvan severler, eylemleri sırasında enfekte olur ve şiddete yol açan bir hastalığa yakalanırlar. Virüs öylesine bulaşıcı ve güçlüdür ki 28 gün sonra Londra, insansız bir şehre dönüşür. Londra’nın bu halini terk edilmiş bir hastanede gözlerini açan Jim’le (Cillian Murphy) birlikte keşfederiz. Jim, zombiler tarafından yakalanmak üzereyken enfekte olmamış kişiler tarafından kurtarılır. Filmin geri kalanı, kıyamet ortamında geçen bir yaşam mücadelesi üzerine kurulu. Zombilerin farkı ise son derece hızlı ve seri hareket edebilmeleri. Dolayısıyla, bildiğimiz zombilerden çok daha tehlikeliler. Senaryosunu Alex Garland’ın yazdığı, Danny Boyle’un yönettiği film, aldığı olumlu eleştirilerin yanı sıra gişede başarılı olmuş, devamı çekilmiş ve resimli romanları da yayımlanmıştı.

        13

        DERİNİN ALTINDA (2013)
        (Under the Skin)

        Michel Faber'in 2000 yılında yayımlanan romanından yola çıkan İngiliz yönetmen Jonathan Glazer, Walter Campbell'le senaryonun üzerinde yıllarca çalıştı. Karakterlerin çoğunu amatör oyuncuların canlandırdığı, bazı sahnelerin gizli kamerayla çekildiği film, dünyaya bir yabancının gözünden bakmayı başarıyor. Gişelerde hayal kırıklığına uğrayan film, yıl sonunda birçok eleştirmenin 2014'ün en iyileri listesine girmeyi başarmıştı. Seyircinin kafasındaki bütün sorulara yanıt vermemesinin yanı sıra beklentilere uygun gelişmeyen “Derinin Altında”, hikâyesi ve anlatımıyla deneysel bir film. The Guardian gazetesi yazarlarının, 21. yüzyılın en iyi dördüncü filmi seçtiğini hatırlatalım. Öykü ise şöyle özetlenebilir: Scarlett Johansson’un canlandırdığı uzaylı, İskoçya’nın tenha yerlerinde dolaşarak yalnız erkekleri baştan çıkarır. O, aslında bir avcıdır. Öyküye dikkat kesilirseniz “uzaylı”nın yaşadığı değişimi görmeniz mümkün. Anahtar kelimeler: güç ve merhamet... Başroldeki Scarlett Johansson filme gerçekten çok şey katıyor; karakterin yaşadığı değişimi çok iyi yorumluyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ