Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Sinemayı konu alan unutulmaz filmler
        1

        KAMERALI ADAM (1929)
        (Chelovek s kino-apparatom - The Man with a Movie Camera)

        Sinemayı tiyatro ve edebiyatın etkilerinden kurtarmak, öykü anlatmak yerine film diliyle düşünmeyi amaçlayan Rus yönetmen Dizga Vertov’un aklında senaryosuz, oyuncusuz bir sinema vardı. Yıllarca süren çekimler sırasında amacı sinema, hayat ve gerçeklik ilişkisi üzerine düşünmekti. Kurgusuyla dikkat çeken bu başyapıt, Sight and Sound Dergisi’nin 2012 ve 2022’de yaptığı her iki soruşturmada da sinema tarihinin en iyi 10 filminden biri seçildi.

        2

        SUNSET BULVARI (1950)
        (Sunset Boulevard)

        Senaryo yazarı Joe Gillis’in (William Holden) “öte dünyadan” anlattığı bu hikâye başarısız bir yazarın, eski görkemli günlerine dönmek isteyen sessiz film yıldızı Norma Desmond’la (Gloria Swanson) ilişkisi üzerine kurulu. Hollywood’u, kameranın arkasında yaşanan acı gerçekleri ve kaybedenleriyle anlatan ilk filmlerden biri… Usta yönetmen Billy Wilder, senaryosunu Charles Brackett’ın yazdığı filmde, dışardan ışıltısını gördüğümüz Hollywood’un karanlığına dürüst bir tarafsızlıkla bakmayı başarıyor, şöhreti bir tür marazi bağımlılık olarak inceliyor… Gloria Swanson’un da harika bir performans çıkardığını belirtelim. Tüm zamanların en iyi Amerikan filmlerinden biri ve hâlâ ilham vermeyi sürdürüyor.

        3

        SINGIN' IN THE RAIN (1952)

        1920’li yılların Hollywood’unda sessiz filmlerden sesli filmlere geçiş döneminin sancılarını ve eğlenceli yanlarını anlatan bir müzikal... Seslerine güvenemeyen sessiz yıldızlar, yeni döneme uyum sağlamaya çalışanlar, sesli çekime geçmenin zorlukları vb… Ama hepsinden önemlisi, sinema üzerine sinema yapmanın keyfiyle çekilmiş muhteşem bir film… Hollywood üzerine çekilen en komik, romantik ve güzel filmlerden biri… Her şeyiyle gerçek bir klasik… Hollywood müzikal filmlerinin altın çağında, müzikal türünün en büyük yıldızlarından biriydi Gene Kelly. Filmi Stanley Donen'la birlikte yönetti. Kelly elbette yine başroldeydi ve dans sahnelerinin koreografıydı...

        4

        BİR YILDIZ DOĞUYOR (1954)
        (A Star Is Born)

        Biri düşüşte diğeri ise çıkışta olan iki oyuncunun aşk hikâyesi... Alkolizm batağına saplanan erkek mesleki anlamda çöküşüne engel olamazken, destek olup yardımcı olduğu genç sevgilisi hızla zirveye tırmanır ve yıldızlaşır. Usta yönetmen George Cukor, 1937 yapımı ilk çevrimi temel aldı ama Moss Hart'ın senaryosuyla karakterleri geliştirmekle kalmadı, yakından tanıdığı Hollywood'u da filmin içine ustalıkla yerleştirdi. James Mason ve Judy Garland'ın oyunculukları harikaydı... Daha sonra başka uyarlamalar da çekildi ama birçok tarihçiye göre George Cukor'un uyarlaması hâlâ en iyisidir.

        5

        NEFRET (1963)
        (Le mépris)

        Tiyatro sahnelerinde çok başarılı olmuş oyun yazarı Paul Javal (Michel Piccoli), Hollywood yapımcısı Jeremy Prokosch’un (Jack Palance) teklifini kabul eder. Fritz Lang’ın yöneteceği ‘Odisseus’ uyarlamasının senaryosunu yeniden yazacaktır. Alberto Moravia’nın romanından uyarlanan film, Paul’ün yaşadığı Hollywood tecrübesi kadar eşi Camille (Brigitte Bardot) ile kötüye giden ilişkilerine de odaklanır. Öyle ki Hollywood sanki aralarına girmiştir. Fransız Yeni Dalga akımının öncü isimlerinden Jean Luc Godard, entelektüeller için 1960’lı yılların en prestijli yönetmenlerinden biriydi. ‘Nefret’, sadece büyük bütçesi ve yıldız oyuncularıyla değil anlatımıyla da önceki filmlerinden ayrılır. Sürekli yeni denemeler yapan Godard’ın, ana akım hikâye anlatma tekniklerine başvurduğu ilk filmdir. Müziği, sinemaskop görüntüleri ve unutulmaz sahneleriyle Godard’ın geniş kitleye hitap eden bir filmde ne kadar başarılı olabileceğinin kanıtıdır. Ama her şeyin ötesinde Godard’ın Hollywood’a olan eleştirel bakışını yansıtır.

        6

        SEKİZ BUÇUK (1963)
        (Otto e mezzo)

        Herkes uluslararası şöhrete sahip İtalyan yönetmen Guido’dan (Marcello Mastroianni) yeni bir başyapıt beklemektedir. Guido, yapımcıdan parasını almış, prodüksiyon ekibini kurmuş, hatta çekmeyi planladığı bilimkurgu filmi için büyük ve pahalı bir dekor bile yaptırmıştır. Ama çekim tarihi yaklaşırken ne çekeceği hakkında hâlâ hiçbir fikri yoktur. Guido, ‘Tatlı Hayat’la ulaştığı büyük başarının ardından sinemasına bir yön bulmaya çalışan İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin alternatif kişiliğidir. Eşiyle ilişkilerinde de sorunlar yaşayan Guido, yapımcılar, eleştirmenler, yıldızlar çevresinde dolanırken sinemanın kendisi için ne ifade ettiği sorusuna cevap arar, hatıralarına döner. Yönetmenin ana karakter olarak yer aldığı birçok benzer filme ilham veren, biyografik nitelikler taşıyan büyüleyici bir başyapıt.

        7

        AMERİKAN GECESİ (1973)
        (La nuit Americaine)

        Starların oynadığı klişe bir melodram çekmeye hazırlanan yönetmenin gözünden bir film çekme serüveni... Kameranın önünde olup biten her şey film için. Peki, ya kameranın stop etmesiyle yaşananlar? Aşklar, kıskançlıklar, kaprisler, anlaşmazlıklar... Sinemaya duyduğu büyük aşkla tanınan Fransız sinemacı François Truffaut’dan film çekmenin doğası ve cilveleri üzerine samimi bir başyapıt. Film adını eski bir sinema hilesinden, gündüz çekilen gece sahnelerinden alıyor.

        8

        DELİ DOLU (1976)
        (Silent Movie)

        Sinemaya yazar olarak başlayan, sonra oyunculuğa, ardından da yönetmenlik ve yapımcılığa geçen Mel Brooks, 1970'li ve 80'li yılların tanınmış komedyenlerinden biriydi. Hem yönettiği hem de başrolde oynadığı en iyi filmlerinden biri kuşkusuz ‘Deli Dolu’dur. Film, 1970’lerin Hollywood’unda sessiz film çekmek isteyen üç çılgın sinema âşığının maceralarını anlatır. Brooks filmde yönetmen Mel Funn'ı canlandırır. İki arkadaşıyla birlikte filme para bulabilmek için Paul Newman, Burt Reynolds gibi yıldızları ikna etmeye çalışır, ellerinden geleni yaparlar. Öylesine kararlıdırlar ki, Burt Reynolds’ın banyosuna girmeyi dahi göze alırlar. Filmin tek konuşmalı rolü Fransız pandomimci Marcel Marceau’ya aittir. O da sadece ‘No’ der. Fransızların ‘Artist’inden 35 yıl önce, sessiz filmlere yapılmış eğlenceli bir saygı duruşu.

        9

        YAKIN PLAN (1990)
        (Nema-ye nazdik – Close-Up)

        Ailesini geçindirmekte zorlanan yoksul Hüseyin, tam bir sinema tutkunudur. Bir gün otobüste sohbet ettiği kadına İranlı ünlü yönetmen Muhsin Makmalbaf olduğunu söyler. Kadın inanmakla kalmaz onu sinema meraklısı oğluyla tanıştırmak için evine davet eder. Eşi ve oğlu da onun Makmalbaf olduğuna inanırlar. Aralarında inkâr edilmeyecek bir fiziksel benzerlik vardır. Aile içinde büyük saygı gören Hüseyin, yalanı ortaya çıkana kadar evlerine girip çıkmayı sürdürür. İranlı usta yönetmen Abbas Kiarostami, medyaya yansıyan olayı baştan sona ‘yeniden canlandırma’ ile sinemaya aktarırken başrollerde Hüseyin ve onun kandırdığı aile üyeleriyle çalışır. Hüseyin’in duruşması sırasında çekimler yapar ve mahkeme ile canlandırma çekimlerini paralel şekilde kurgular. Finalde ise Hüseyin’e sürpriz yaparak onu Muhsin Makmalbaf ile yan yana getirir… Sinema, gerçeklik ve yalan üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri.

        10

        BARTON FINK (1991)

        Yahudilerin Avrupa'da gaz odalarında öldürüldüğü bir dönemde New Yorklu Yahudi oyun yazarı Barton Fink (John Turturro), Hollywood'a transfer olur. Ama senaryosunu yazması gereken güreş filmine bir türlü başlayamaz. Tecrübeli ve alkolik bir roman yazarından tüyolar almaya çalışır, stüdyo patronunun kendine gösterdiği aşırı ilgi karşısında ne yapacağını bilemez. Her şeyden önemlisi kendisinden nasıl bir senaryo istendiğini bir türlü kestiremez. Şehre alışmaya çalışırken gerçeklik her geçen gün ellerinden biraz daha kayıp gider. Hollywood, faşizm, yazarlık, yalnızlık ve sinema sanatı üzerine, düşle gerçek arasındaki sınırların cesaretle bulanıklaştırıldığı baş döndürücü bir Coen Biraderler başyapıtı... “Barton Fink’, gerçekler ve hayaller arasında gidip gelen bir anlatı yapısına sahip olmasına rağmen dönemin Hollywood’unu gerçekçi bir tarzda anlatmasıyla dikkat çekiyor.

        11

        OYUNCULAR (1992)
        (The Player)

        Michael Tolkin’in kendi romanından sinemaya uyarladığı film, 1990’lı yılların başındaki Hollywood’u gerçekçi ve alaycı gözlemlerle anlatıyor. Kimliği gizli bir yazardan ölüm tehditleri alan stüdyo yöneticisi Griffin Mill’in (Tim Robbins) öyküsü, sanat ve yaratıcılıktan ziyade maddi değerlerin her şeye hükmettiği bir dünyadan manzaralar sunuyor. Her zaman Hollywood stüdyo sisteminin dışında kalan ve filmlerinin artistik kontrolünden asla vazgeçmeyen yönetmen Robert Altman, iktidar sarhoşluğuyla gerçeklerden kopan, sınırsız güç sahibi stüdyo yöneticilerine, her tür Hollywood romantizminden uzak sert bir eleştiri getiriyor… Hollywood’un kendini anlattığı filmler arasında Hollywood’un en az sevdiği film olabilir.

        12

        ED WOOD (1994)

        1950’lı yıllarda Hollywood’un “en ucuz ve en kötü bilimkurgu fantastik” filmlerini çekerek bir ekol haline gelen Ed Wood’un (1924 – 1978) hayatından bir kesit... Tim Burton’ın yönettiği filmde Ed Wood rolünde Johnny Depp oynuyor. Ed Wood’un efsane oyuncu Bela Lugosi ile olan dostluğuna ve hiç bitmeyen sinema tutkusuna şahit olduğunuzda artık ona “tüm zamanların en kötü yönetmeni” demeniz mümkün değil. Çünkü o gerçek bir sinema tutkunu… Hatta seyretmek için bir filmini arıyorsanız, önerim “Plan 9 From Outer Space” olur.

        13

        MANİK DEPRESİF (1995)
        (Living in Oblivion)

        Yönetmen Tom DiCillo’nun son derece düşük bir bütçeyle çektiği film, dönemin bağımsız Amerikan sinemasını inceden inceye hicvediyor. Peter Dinklage’in “Kim rüyasında cüce görür?” diyerek Steve Buscemi’nin canlandırdığı yönetmene ayar verdiği sahne unutulmaz. Ortam sesi (room sound) kaydı yapılırken ekibin aklından geçenler de öyle... Üç farklı bölümden oluşan ve sürprizler içeren ‘Living in Oblivion’, düşük bütçeli film çekmenin çeşitli zorluklarını, oyuncu egolarının yarattığı sorunları ve yönetmenin korkularını eğlenceli bir mizah duygusuyla yansıtıyor. Tuhaf Türkçe adına bakıp yanılmayın, ilk fırsatta seyredin.

        14

        ATEŞLİ GECELER (1997)
        (Boogie Nights)

        Paul Thomas Anderson'un yazıp yönettiği “Ateşli Geceler”, 1970'li yıllarda porno film dünyasındaki bir grup sinemacının hayallerini, tutkularını ve yaşadıkları çıkmazı anlatır. Filmin ana karakteri, Mark Wahlberg'in oynadığı Eddie Adams'dır. Öykü, Eddie’nin yükselişi ve düşüşü üzerine kuruludur. Ama başta porno film yapımcısı ve yönetmeni Jack Horner (Burt Reynolds) olmak üzere, Julianne Moore, John C. Reilly, Philip Seymour Hoffman, Don Cheadle ve Heather Graham gibi oyuncular tarafından canlandırılan başka önemli karakterler de vardır. Horner, çevresindekiler için bir baba figürü gibidir. En büyük tutkusu ise günün birinde iyi film çekmek, “sanat yapmaktır”.

        15

        ÇATLAK YÖNETMEN (1999)
        (Bowfinger)

        Steve Martin ve Eddie Murphy gibi iki başarılı komedyeni bir araya getiren ‘Çatlak Yönetmen’, Hollywood gibi büyük bir endüstrinin kıyısında köşesinde tutunmaya çalışan yoksul sinemacıların matrak hikâyesini anlatıyor. Film çekecek üç beş kuruşu bir araya getirmekte zorlanan, Ed Wood tarzı bir yönetmen olan Bowfinger (Steve Martin), ünlü yıldız Kit Ramsey’i (Eddie Murphy) ikna edemeyince farklı bir yol dener. Gizli kameralarla Kit’i ve diğer oyuncuları uzaktan çekerek filmine dahil eder. Plan işler ama Kit, yaşadığı tüm tuhaflıkların sonucunda uzaylılarla karşılaştığını sanarak evine kapanınca Bowfinger’in imdadına Kit’in ikiz kardeşi Jiff yetişir. Steve Martin’in senaryosu, tecrübeli Frank Oz’un ellerinde eğlenceli ve hafif bir komediye dönüşüyor.

        16

        TERSYÜZ (2002)
        (Adaptation)

        ‘Being John Malkovich’ ile bir anda şöhrete kavuşan Charlie Kaufman’ın Susan Orlean’ın “Orkide Hırsızı” adlı romanını sinemaya uyarlama çabalarını anlatan “Tersyüz”, “film içinde film” fikrini en uç noktaya götürüyor. Nicolas Cage’in canlandırdığı Kaufman’ın hayali ikiz kardeşiyle birlikte kendini de bir karakter olarak öykünün içine yerleştirdiği film, senaryo yazımı üzerine yapılmış cüretkâr bir deney aynı zamanda. Orkide hırsızları ile senaryo yazarlarını bir araya getiren bu tuhaf, karışık filmi dinlenmiş bir zihinle seyretmenizi tavsiye ederiz. Spike Jonze’nin yönettiği ‘Tersyüz’, bugün birçok soruşturmada sinema üzerine çekilmiş en iyi filmlerden biri olarak kabul ediliyor.

        17

        ARTİST (2011)
        (The Artist)

        Siyah-beyaz çekilmiş sessiz bir film olan ‘Artist’, sessiz sinema döneminin görsel estetiğine göre çekilmiş bir film. Yönetmen Michel Hazanavicious, ara yazıları ve fon müziğiyle 1920’li yıllarda çekilmiş bir sessiz film seyrettiğimiz izlenimini vermek için elinden geleni ardına koymuyor. Bununla yetinmiyor; öyküyü ve senaryoyu da o dönemin sinema anlayışına göre kuruyor. Sessiz dönemin ünlü yıldızı George Valentin (Jean Dujardin), sesli çekimin gelişiyle birlikte gözden düşerken, figüran Peppy Miller (Bérénice Bejo) starlık mertebesine doğru yükseliyor. Kuşkusuz, bütün bu süreçte ikisi arasında duygusal bir ilişki de yaşanıyor. Hazanavicious, dönemin Charlie Chaplin klasiklerinde olduğu gibi komedi ve melodram öğelerini birleştiriyor; seyircisini güldürmesini ve yeri geldiğinde duygulandırıp gözlerini yaşartmasını biliyor.

        18

        PEK YAKINDA (2014)

        Sinema aşkıyla yanıp tutuşan ‘korsan DVD'ci’ Zafer (Cem Yılmaz), karısının kalbini kazanmak için 1970'lerden beri çekilemeyen ‘Şahikalar - Kötülüğün Sonu’ filminin yapımcılığını üstlenir... Cem Yılmaz, gözden düşmüş bir grup sinemacının hikâyesi üzerinden eski Yeşilçam melodramlarından ucuz bilimkurgulara, seks filmlerinden günümüzün TV dizilerine uzanıyor ve Türk sinemasının geçmişle geleceğini bir araya getiriyor. Yavuz Turgul'a ve ‘Eşkıya’ filmine saygı duruşu niteliğindeki sahneleriyle de dikkat çeken ‘Pek Yakında’ Yeşilçam klişeleri ve sinema tutkusu üzerine çekilmiş en iyi yerli filmlerden biri. Cem Yılmaz'ın yazıp yönettiği filmde Tülin Özen, Ozan Güven, Cengiz Bozkurt başta olmak üzere Özkan Uğur, Mazhar Alanson, Zafer Algöz, Çağlar Çorumlu gibi oyuncular yer alıyor.

        19

        YÜCE SEZAR (2016)
        (Hail, Caesar!)

        Daha önce ‘Barton Fink’te 1940’lı yılların Hollywood’undan bir kesit aktaran Ethan ve Joel Coen kardeşler, bu kez Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü, muhalif sanatçılar için cadı kazanlarının kaynatıldığı 1950’li yılları anlatıyor. Stüdyo sisteminin altın çağı olarak tarihe geçen 1950’ler, kuşkusuz yıldız oyuncuların dönemiydi. Film, Coen’lerin ironik yaklaşımıyla o yılların Hollywood’una eleştiri getirirken dönemin gözde türlerine selam göndermeyi de ihmal etmiyor… Filmin başrolündeki Josh Brolin, Hollywood starlarının her tür sorununu çözen Eddie Mannix’i canlandırıyor. Brolin’e Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Frances McDormand, George Clooney, Scarlett Johansson ve Channing Tatum gibi yıldızlar eşlik ediyor.

        20

        MANK (2020)

        Filmde ‘Yurttaş Kane’in yazılış öyküsünü 1930’lu yıllarla 1940 arasında gidip gelen bir paralel kurguyla izliyoruz. Geçirdiği otomobil kazası sonrası ayağı kırılan Mank (Gary Oldman), 1940 yılında Orson Welles tarafından senaryoyu yazması için gözlerden uzak bir çiftliğe yerleştiriliyor. Senaryonun yazım sürecinde sık sık 1930’lu yıllara dönüyoruz ve tanışmalarının öncesinden başlayarak Mank’in, Hearst (Charles Dance) ile eşi Marion Davies’in (Amanda Seyfried) hayatına nasıl dahil olduğunu, ilişkilerinin nasıl geliştiğini görüyoruz. Filmin asıl meselesi kesinlikle Welles–Mankiewicz anlaşmazlığı değil… ‘Mank’ temel olarak Mankiewicz ile William Randolph Hearst arasındaki çatışmaya odaklanıyor ve daha ileri gidip ‘Yurttaş Kane’ filminin senaryosunun Mankiewicz–Hearst çatışmasının somut bir yansıması olarak ortaya çıktığının altını çiziyor. ‘Mank’, 1930’lar ve 1940’ların Hollywood’u üzerine çekilmiş en iyi filmlerden biri… Ön planda Mank ve yaşadıkları olsa da alttan alta Hearst üzerinden Hollywood’un sermaye, medya, siyaset ve iktidarla ilişkilerinin eşelendiği kesin. Sosyalist yazar Upton Sinclair’in California seçimini kaybetmesi için Hearst’ün el altından yaptıkları, hikâyenin kritik aşamalarından biri.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ